Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

724 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
12 günde okudu
İnceleme değil, sadece düşünceler...
Merhaba. Öncelikle bu bir inceleme değildir. Çünkü ne bu kitabı ne de başka kitapları inceleyecek yetkinliği kendimde görmüyorum. Yalnızca unutmamak için kaleme dökülen düşünceler dizisi... Böyle demek daha sağlıklı. Dolayısıyla spoiler -keşke şu kelimeye Türkçe karşılık bulunsa- olabilir. Açıkçası anlatmak için hangi cümlenin elinden tutup ne sıraya dizsem bilemiyorum. Bir cam gibi dağılıyor zihnimin içindeki sözcükler. Her biri girift bir hâlde, çok sesli bir koro şeklinde haykırıyorlar. Aslında bu kitabı çok önceden okumaya çalışmıştım. Tabii hiçbir şey anlamayınca bırakmıştım. Sonra defalarca denedim, hakkını veremediğimi düşündüm. Oğuz Atay’ın diğer kitaplarıyla tanış oldum. Şimdiyse… Tam anlamıyla bitti. Yedinci sınıfta başlayan Tutunamayanlar maceram, on birinci sınıfta tamamlanmış oldu... Çok tuhaf hissediyorum. Söylenmesi elzem olan ilk şey: Tutunamayanlar, internette atfedilen sahte alıntılardaki gibi cıvık ve yapmacık bir aşk romanı DEĞİLDİR. Bunun altını ÖNEMLE çiziyorum. Misal: ‘’Elimde değil Olric. Ne efendimiz? Elleri Olric, elleri…’’ gibi yaygınlaşan söz ve benzerleri bulunmuyor. Dolayısıyla sıradan aşk kitapları arıyorsanız, küçük-burjuva değerlerine kıyasıya bağlıysanız ve kendinizi hesaba çekmeyen hissiz bir robotsanız bu kitabı okumayın. Zira, Selim’in intiharına sebep olan da sizin gibilerdi. Kitapta da sizin sahte dünyanız yeriliyor. Kusura bakmayın, biraz öfke kusar gibi oldum fakat okuduğum bir yorum sonucu ön bilgi verme gerekliliği hissettim. ''... bu kitap ne ciddi kavgaların, ne büyük ve yaygın sıkıntıların, ne de ezilen insanların romanıdır; bu kitap, mustarip bir ruhun iç çekişlerinin romanıdır. Sizlere hizmetten şeref duyan yayınevimiz iftiharla sunar: Tutunamayanlar.'' (s.559) Kitabın temel konusuna kısaca: Turgut Özben’in, intihar eden dostu Selim Işık’ın yazdıkları ve arkadaşlarının anlattıkları aracılığıyla, intihar nedenlerini çözümlemeye çalışırken bir bakıma kendini araması ve giderek Selimleşmesi diyebiliriz. Yani küçük-burjuva yaşantısının yozluğu içerisinde tutunamayan, yabancılaşan bireyin varoluşsal sorunları… Bu sebeple kitapta olaydan çok psikolojik tahliller önem kazanıyor. Sahiden, baksanıza. Eşyanın kutsandığı; dostluğun, sevginin sahteleştiği bir düzen bu. Dayatılan sınırların içerisindeyiz. Birbirimizin aynısı olmaya zorlanıyoruz. Dilediğimizce yaşamak istiyor fakat yaşayamıyoruz. Kalıplar buna izin vermiyor, öz benliğimizi bulamıyoruz. Selim gibi, herkesin dilediğince yaşadığı o ‘’uzak ülkenin’’, ‘’hürriyetin’’ özlemini çekiyoruz. İşte, Oğuz Atay’ın deyimiyle ‘’tüm tutunamayanların bileşkesi’’ olan Selim Işık’ın intiharı da aslında bu sahte düzene bir başkaldırı niteliği taşıyor. Yani bir bakıma Selim, bireyin başkalaştığırıldığı ve düzenin öznesi hâline getirildiği bu kafeste, ne kadar çabalasa da benimseyemediği küçük-burjuva değerlerini reddediyor ve kendisinin öznesi olma sürecini ölümüyle tamamlıyor. Kısaca, kendini hiçlikle var ediyor. "Camus'nün 'Ontolojik mesele yüzünden ölen kimseye rastlamadım' sözünü okuyunca: 'Biri bu yüzden ölmeli, intihar etmeli,' diye bağırmıştı. Ona kimsenin soyut düşünceler nedeniyle kendini öldürmediğini söyledim. Benim de Camus gibi bir ahmak olduğuma karar verdi." (s.359) ‘’Bize öğretilen her söze kandık ‘Yasaktır’ ‘Memnudur’ dendi, inandık Hep ‘Girilmez’ levhasına aldandık Bu tutulan, yanlış yol gelir bize.’’ (s.134) Turgut ise apayrı… O, kitabın başında tipik konformist insan modeli olarak karşımıza çıkıyor. Eşi ve iki çocuğu var, mühendis… Mutlu yaşamında küçük-burjuva ayinlerini tekrarlıyorlar. Velhasıl sıkıcı bir hayat. ‘’O zamanlar Olric yok.’’ Fakat sonrasında Selim’in intiharıyla tüm dengeler alt üst oluyor. Turgut’un ömrünce kaçtığı sorular su yüzüne çıkıyor. Hazırlıksız yakalandığı için ne kadar dirense de öznesi hâline geldiği düzeni sorgulamaktan kendini alıkoyamıyor. İşte tüm macera da burada başlıyor zaten. ''Ben aşağılık sahtekârın biriyim. Kendime bile sahtekârlık ediyorum; dolandırıyorum kendimi. Duvarı yumrukladı; elini acıttı. Daha beter ol sahtekâr ruh!'' (s.99) Sonra Turgut, Selim’in intiharının nedenlerini anlamak için harekete geçiyor; yazdıklarını buluyor, Selim’in kendisiyle hiç tanıştırmadığı arkadaşlarıyla görüşüyor. Bu şekilde Süleyman Kargı, Metin, Esat ve Günseli ile tanışıyor… Her birinin anlattıklarında Selim’in farklı bir yönü var ve Turgut, Selim’i anladıkça kendi öz benliğine yakınlaşıyor. Olric buna bir örnek. O aslında Turgut’un bölünmüş kişiliğini temsil ediyor. Çünkü Turgut ne kadar bu yoz düzenin anlamsızlığını kavrayıp ontolojik sorunlarla boğuşsa da bir yanıyla küçük burjuva yaşamının maddi boyutunu sürdürmeye devam ediyor. Yani tam bir açmazın içerisinde. "Bütün rüyalar artık birbirine karışıyor Olric. Düş ve gerçek arasındaki çizgi siliniyor." (s.388) Mutlak kopuş Selim’in intihar mektubundan sona gerçekleşiyor. Akabinde Turgut bir sabah iş yolculuğu bahanesiyle yollara düşüyor ve Selim’in intiharından kısa bir süre önce tutmuş olduğu günlüğü okumaya başlıyor. Galiba kitabın en değerli noktalarından biri de buydu. Kilitlendim kaldım. Esat’ın Selim’i anlattığı bölümden sonra, ikinci kez, günlüğünü okurken Selim’in yalnızca bir kitap karakteri olmadığından emin oldum. Çünkü Selim şaşırtıcı ölçüde gerçek. Neyse, sonrasında da zaten Türk Tutunamayanları Ansiklopedisi ile tanışıyoruz. Orada da çeşit çeşit tutunamayanlarımız var. Benim dikkatimi en çok çeken kişilerden biri ise Hüsnü Ergeç oldu. Bu tutunamayanların her biri Selim’den parçalar taşıyor. Selim, kendisini ve Süleyman Kargı’yı da bu ansiklopediye eklemiş. Turgut, Selim yaşıyorken bir tutunan olduğu için bu ansiklopedide yer almıyor. (Ama sonda kendini ekliyor) En sonunda da Turgut, Olric ile birlikte Anadolu’da trenden trene binip istasyon istasyon gezerek yeni bir yolculuğa başlıyor ve deliriyor. Kendini yazıya veriyor. Yazdıklarını da trende tanıştığı bir gazeteciye gönderiyor. (bknz. Sonun Başlangıcı, s.17) Bu şekilde de Tutunamayanlar ortaya çıkıyor. ''(...) beni bir gün unutacaksan bir gün bırakıp gideceksen boşuna yorma derdi boş yere mağaramdan çıkarma beni alışkanlıklarımı özellikle yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna tedirgin etme beni (...)'' (s.473) ''Anlamıyorsun, derdi. Bütün bu yazdıklarım uydurma. Aklımdan geçenleri yazmaya cesaret edemiyorum. Alışılmış kalıplar içinde bocalıyorum. Kalıbım yok benim: biçimsiz bir şeyim ben. Eriyip dağılıyorum yazarken. Olmuyor. Bana uzak gelen yaşantıları düzmece bir biçimde anlatmaya çalışıyorum.'' (s.452) Aslında Turgut delirerek mutlak bir özgürlüğe erişiyor ve özneleşme süreci de tamamlanmış oluyor. Yani, en genel tabiriyle Yumuşakça’dan Disconnectus Erectus’a dönüşümü sonlanıyor. (Yahu nedir bu Disconnectus Erectus? Oğuz Atay’ın mizahi ve ironik dilinin bir ürünü. Garip Yaratıklar Ansiklopedisi’nden, tutunamayan bir hayvan türü. Yumuşakça da tutunanlar işte.) Fakat tamamladı diye de değişim ve gelişim sona ermiyor elbette. Çünkü hayattaki her şey bir devinim hâlindedir. Zaten hayat, sadece hayat olarak bakınca ne anlam içeriyor ki? Mesela Schopenhauer bunu Ölümün Anlamı kitabında da belirtiyor. Sözgelimi tepeden aşağı koşan bir adamın bir anda durursa düşecek olması gibi biz de hayatı devinimle ayakta tutuyoruz. Çalışarak, okuyarak, yazarak, gezerek vesaire… Neyse, bu bağlamda da yolculuğun sürmesi ve Turgut’un bilinmeyene karışması, öz benliğine erişmesine karşın dinamizmin bitmediğini simgeliyor bence. Bunun yanı sıra, Selim-İsa özdeşliğini ve Selim’in dünyaya ikinci kez gelişi vurgusunu ele alırsak, Turgut Selimleşerek ikinci gelişi temsil ediyor da olabilir… ''Akıldan uzaklaşmak istiyorum. Aptalca duygulanmaktan korktuğum için çevremi akılla doldurmuşum.'' (s.599) ''Son nefesimde bile, öyle bir kıyamet koparırım ki bana acıdıkları için pişman ederim herkesi.'' (s.624) Gördüğünüz üzere aslında bu özneleşme süreci iki şekilde sergileniyor: İntihar ve delilik. Selim hayatını, Turgut ise aklını kaybederek özneleşiyor. Bu da mutlak bir özgürlüğü simgeliyor olsa gerek. Örneğin varoluşçu felsefe, varoluş özden önce gelir mantığıyla bireyin seçimleriyle özünü inşa edeceğini söyler. İnsanın başlangıçta bir özü olmadığı görüşüne ben de katılıyorum. Fakat gerçekten de seçimlerimiz kendimizi gerçekleştirme ve özneleşme sürecinde yeterli midir? Gerçekten istediğimizce yaşayıp istediğimiz kişi olabilir miyiz? Seçimlerimizde ne kadar özgürüz? Seçim dediğimiz, her anlamda bizlere sunulanlardan bir tercih yapmak ise; bu ne ölçüde ‘’bizim’’ seçimimizdir? Dört bir yanımız toplum, sistem, aile, okul, iş… baskılarıyla kuşatılmamış mı? Aldığımız her nefeste, attığımız her adımda başımıza sorgu yargıcı dikilmiyor mu? Dünya, gök duvarlı bir zindandan gayri nedir ki? ‘’…demek her taraftan kuşatmışlar beni. Demek her an izliyorlar beni. Her yaptığımı biliyorlar. Karşılarına alıyorlar: dün saat ikiden dörde kadar neredeydiniz? Ne hakla bana karışıyorsunuz?’’ (s.329) "... seni, senden başka türlü bir insan yapmak isteyenlerin arasına düşmüşsün." (s.387) Nasıl piyasadaki firmalar kâr maksimizasyonu mantığıyla hareket ediyorsa, neoliberal düzende de bireyler birer ‘’homo economicus’’ hâline getirilmeye, fayda maksimizasyonu aşılanmaya çalışılıyor. Burada salt parasal açıdan değil de geniş açıdan bakarsak insan yaşamının her alanına fayda maksimizasyonunun sirayet edilmeye çalışıldığını görebiliriz. Evet, deneylerle homo economicus tipolojisinin olurluğu çürütüldü (Google’da bulunur) fakat vahşi kapitalizm yine de bu gayeyi güdüyor. Düşünsenize, neden çocuk yaştan itibaren biteviye rekabete mahkûm bırakılıyoruz ve neden bunun insanın ‘’doğası gereği’’ (hâlbuki insan doğası bir yalandır, ilkel ortaklaşa toplumda maddi koşullar dayanışmayı gerektirdiği için dayanışma vardı; özel mülkiyet olmadığı için sömürü de yoktu. dolayısıyla insan da sömüren, pragmatik bir varlık değildi. aksine insan toplumsal bir varlıktır.) olduğu aşılanıyor? Neden salt kendi çıkarımıza bakmak ve gerisine karışmamak normalmiş gibi dayatılıyor? Sürer durumu korumak için elbette. Doğ, büyü, yaşama yalnızca hizmet et, sonra geber. Ama sakın bizi sorgulama, böyle geldi böyle gidiyor işte, sen çıkarına bak. Daha fazla para ve mülk hırsıyla yanıp tutuş, çalış ama çalıştığını bizlere kazandır. Bak her şeyin son modeli kullanılıyor, kredi çek ve sen de al, sonra medyada paylaşıp egonu tatmin et, yaşamı bir fotoğrafa sığdırıp mutlu ve sahte gülücükler yağdır. Aman düşünme. İşin bitti, seni hayattan şutluyoruz, defol git ulan, yeni köleler gelsin… Ne yani bu muydu ‘’yaşamak’’? ''Yaşamamaktan yoruldum,' diyordu.'' (s.449) ‘’Kitap okuyamamak düşüncesi beni korkutuyordu.’’ (s.599) Özgür olduğuna inandırılan bireyin rekabete dayalı bir düzen içerisinde debelenip durması ve öz benliğini yitirerek düzenin öznesi olması ortalama yetmiş yıl süren yaşamda ne anlam ifade ediyor ki? Yetmiş yıllık bir hiç. Ah şunu şöyle yapsaydımlar, ah şimdi genç olsaydım neleri farklı yapardımlar… Hayır, büyük bir çoğunluğu hiçbir şeyi farklı yapmazdı. Bütün bunlar cevabı bilinen sorulardır belki de. Selim de koca yirmi sekiz yıl boyunca hayata oyunlarla katlanıp sonunda oyunlarında bile kendine mesken bulamayınca hayata resti çekmedi mi? Turgut da bu anlamsızlığın ayırdına varıp Selimleşerek delirmedi mi? Ya insan, aklının diktatörlüğünden dahi kurtulamadıkça nasıl özgür olabilir ki? Biz, gerçekten kimiz ve neyiz? Aynı anda her şeyi inşa eden ve yakıp yıkan bir canlı türü… Hem en yüce hem de en aşağılık varlık… Bilinmez bir garabet. Bu sistem kökten değişmedikçe bireyin tek başına özgür olması imkânsız. İnsan özgür olmak için ya ölmeli ya da delirmeli. Çünkü her şekilde baskıların içerisindeyiz. ''Ben, sadece namuslu olmakla övünen kişiyi adamdan saymıyorum; toplumu iyiye, güzele götürmek için kendi gibi namuslu insanlarla birlikte bir çaba harcamamışsa, çevresindeki uygunsuz gidişe başkaldırmamışsa, o kişi namussuzdur benim için.'' (s.98) ''Bir gün bütün değer yargıları değişecek ve yargılananlar yargıç, eziyet edenler de suçlu sandalyesine oturacaklardır ve onlar o kadar utanacaklar, o kadar utanacaklardır ki utançlarının ve suçlarının ağırlığı yüzünden ayağa kalkamayacaklardır.'' (s.222) İşte, kimimiz mutluluğu parada, eşyada, yani Oğuz Atay’ın şiddetle yerdiği küçük burjuva ‘’nimet’’lerinde buluyor; kimimiz ise Selim gibi başkalaşmayı reddediyor, tutunamıyor ve kitaplara sığınıyor. Onun gibi çocukluktan itibaren ötekileştirilip ‘’anormal’’ olarak yaftalanıyorlar. Sonra yazmayı deniyor ama yine Selim gibi dilin yetersizliğinden yakınıp kendilerini kendilerine anlatacak yeni bir dil arayışı içerisine giriyorlar. Bu canlı türünün nadiren anlattığı görülüyorsa da anlatınca pişman oluyor ve kendilerini ele vermekten korkarak içlerindeki ine kaçıyorlar. Çünkü kimsenin birbirini dinlemediğini ve konuşmanın beyhudeliğini görüyorlar. Ne eski ne çağdaş kelimeler; ne İngilizce ne Almanca; ne anlamsal ne sözcüksel dil sapmaları çare oluyor. Çünkü onlar, Selim Işık gibi ‘’anlatmadan anlaşılmaya âşıklar’’, ‘’çalınca hiçbir şey sormadan açılacak bir kapı’’ tahayyül ediyorlar. Herkesin istediği gibi yaşayabileceği ‘’o uzak ülkenin’’ hasretiyle dolup taşıyorlar. Nitekim hep tehlikeli oyunlarla yaşıyor tutunamayanlar… ''Normal bir insan olmaya zorladılar, bana boş yere vakit kaybettirdiler. Olmayınca da, anormal dediler.'' (s.612) ''(...) okusaydınız kirli sokakları yosunlu duvarları çarpık taşlı binaları severdiniz tanışmadan severdiniz insanları onları birbirine benzemedikleri halde bir yanlarıyla derinde bir yerde aynı olduklarını görürdünüz beni dinlemeyeceksiniz biliyorum beni unutacaksınız geriye kuru bir gürültü kalacak benden (...)'' (s.472) "Herkes istediği kadar koşsun. Beni anlayacak insan, oturduğum yerde de beni bulur. Oturacağım ve bekleyeceğim." (s.426) ‘’Büyümek, yalnız tutunanlara gerekli.'' (s.122) *** Tutunamayanlar, Türk Edebiyatında gerek yazım tekniğiyle gerek içeriğiyle yerleşik değerlere eşsiz bir başkaldırı örneği. Mesela bazı yerlerde nazım-nesir; hece-aruz-serbest ölçü; oyun, deneme, şiir… aklınıza gelebilecek her şey çok katmanlı bir biçimde kullanılıyor. Üstelik birbirinden bağıntısız gibi görünen konular da ironik ve mizahi bir dille harmanlanarak eninde sonunda kitabın temel izleğine, ontolojik sorunlara dayandırılıyor. Bu dili kitabın ağırlıklı bir bölümünde hissetsek de en belirgin şekilde Şarkılar ve Süleyman Kargı’nın (aslında Selim’in) açıklamaları kısmında hissediyoruz. Mesela Dandini Dandini Dastana ninnisinin kitaptaki öyküsü, Ortu Alga Bölgesinde yapılan kazılarda Bilig Tenüz yazıtlarının bulunması, Düzgen Silik ve diğerleri falan çok özgündü… Aynı zamanda bu bölümlerde toplumsal, siyasi, kültürel hicivler fazlasıyla yoğun. Bunun yanı sıra kitapta birçok metnin parodi ve pastişi yapılmış; tarihi karakterlere, olaylara vesaire göndermeler ile dolu. Fakat sonraki bölümlerde giderek lirik bir hâl alıyor. Bilhassa Esat’ın, Günseli’nin konuşmalarında; Selim’in günlüğünde mizahi ve ironik dil neredeyse hissedilmiyor. Bunun yanı sıra kitapta belirli bir düzenden söz etmek mümkün değil. Bazen her şey iç içe giriyor, girift bir hâl alıyor. Özellikle Günseli’nin Turgut’a Selim’i anlattığı, yer yer Turgut’un devraldığı o upuzun noktalama işaretsiz bölüm… Bu sebeple Tutunamayanlar’ı anlamak için yoğun bir dikkat gerekiyor. Fakat şunu da belirtebilirim ki kendi içinde ötekisiyle sık sık muhabbet edenler, kitabın akışına sürüklenmek ve anlamak konusunda zorluk yaşamayacaklardır. Hatta belki kimileri de okurken kendilerini susturup öz ben’leriyle buluşmuştur. Bu kadardı. Karar verildi, kalem kırıldı, kitap bitti. Tarih düşülsün: 06/02/2021 Buraya kadar okuyan olduysa teşekkür ederim. ‘’Tutunamayanların romanı hiç biter mi?’’ (s.720) Sağlıcakla kalın.
Tutunamayanlar
Tutunamayanlar
Oğuz Atay
Oğuz Atay
Tutunamayanlar
TutunamayanlarOğuz Atay · İletişim Yayınları · 202061,5bin okunma
··
426 görüntüleme
Metin Coşkun okurunun profil resmi
Rus edebiyatında dostoyevski neyse bizde de Oğuz Atay odur Guzel bir yazı olmuş
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.