Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Dayanılmaz olan tek şey hiçbir şeyin dayanılmaz olmasıdır. Hayat Fiziğine Giriş: Her doğum, en az iki ölüm eder. Biri yaşamak, diğeri yaşatmak isteğine bağlı, iki ölüm. Ancak hayata gelenin, hayatta kalması için o ölümler sayesinde nefes aldığından habersiz olarak yaşaması gerekir. Aksi takdirde, söz konusu kişi bir savaştan ibaret olur ve her gün içinden ölü çıkar Ne zaman ki hikayemi anlatıp susacağım, artık sadece yeni hatalar yapacağım. Hiçbir şey yerinde durmuyor bu hayatta, hiçbiri memnun değil yerinden. Belki de hiçbir şeyin yeri yok aslında. Onun için sığmıyorlar, bıraktığın çukurlara, halbuki sırf onlar için, boylarını ölçüp de ona göre kazmışsın, ama hiçbir halta yaramıyor, hepsi de gözünü kırpmanı bekliyor kaçıp gitmek için. Ya da yer değiştirip seni delirtmek için, özellikle de geçmişin. Eğer savaştan sağ çıkılsa bile açlıktan ölünen bir cehennem varsa bu dünyada, elbet bir cennet de vardır, ama yanılıyorlardı, hepsi kandırılmıştı, cehennemin varlığı cennetinkine kanıt değildi.. Çünkü her insanın aynı anda hem iyi hem de kötü olduğu gerçeği kabul edilirse hayranlık duyulup peşinden ölüme gidilen kim varsa yani gelmiş geçmiş bütün liderlerin kimliğinde lekelenmeler başlayacaktı. Kafalar karışacak, düşünceler çarpışacak ve kimse kimse için hayatını feda etmeyecekti. Ama öyle olmadı, ve mutlak iyiyle mutlak kötünün savaşı insanları birbirine kırdırmanın en basit yolu haline geldi. Dolayısıyla cennet ve cehennem, iyilik ve kötülük insan denilen varlığı ortasından ikiye yardı ve bir tarafını diğeriyle kanlı bıçaklı hale getirip bir aptala dönüştürdü. Böylece geçmişin müthiş tezgahtarları kutsal zıtlık teorisiyle ambalajladıkları ömür boyu garantili itaatkarlığı özgür insanlara satmayı becerebildi. İtaatkar itleri itaatkar itlere kırdırmaktı bütün hikaye. Ne karanlık ışığa düşmandı, ne de tersi. Ve tek bir gerçek zıtlık vardı, o da sadece biyolojide geçerliydi. Ölü ya da diri.. İnsanların kullandığı ilk alet başka bir insandır. . Hiçbir kuralı olmayınca hayat da yavaşça buharlaşıp havaya karışıyordu.. Born to be wild, raised to be civilized, dead to be free.. Ne de olsa, bir deri bir kemikti insan, ya sonunda kırışacak ya da yolda kırılacaktı. “Hepimiz büyüme çağındaydık. Kaç yaşında olursa olsun, herkes. Bütün dünya. Döne döne geçiyorduk büyüme çağından. Başımız döne döne... Bu yüzden yiyorduk ve yemeliydik. Birbirimizi ve her şeyi. İhtiyacımız vardı. Bir an önce büyümek için. Bir an önce büyüyüp de gebermek ve yerimizi başkalarına bırakmak için. Yeni bir çağ başlasın diye. Mümkünse bu çağa benzemeyen... Çünkü bizden bir bok olmayacağını anlamıştık. O kadar da aptal değildik. O kadar da değil...” Tam da yalnızlığın muhteşem bir şey olduğunu ve büyüyünce mutlaka yalnız kalmam gerektiğini düşünürken telefon çaldı. Dünyanın en çaresiz çocuklarına en büyük hayalleri kurduran, umut denilen o doğal felaketten nefret ediyordum. Korkaklıklarından ötürü sırtlarında taşımaktan vazgeçemedikleri için kendileri gibi başkaları da altında ezilsin diye dünyanın her köşesinde hüküm sürmesi adına kıvrandıkları bir ahlak anlayışına sahip olanlar, en kısa zamanda cephelerini oluşturdu. ..ama zaten dünyanın bütün nefret suçları da simge temelli değil miydi? Kurbanların katillerin gözünde, her neyi simgeliyorlarsa, o yüzden saldırıya uğramıyorlar mıydı? Kişisel bir mesele değildi nefret suçu. Nesnel bir şiddetti. Kurbandan nefret etmek için onu şahsen tanıyarak zaman kaybetmeye gerek yoktu. Havada uçuşan genel nefretten birkaç doz koklamak yeterliydi. Buna göre simgelerin sırtında yürütülmüş, yürütülen ve yürütülecek olan bütün savaşlardan pek de farklı değildi, oysa o simgeler herhangi bir elin tersiyle itilip aradan çekildiğinde geride sadece kaynak paylaşımına ilişkin bir harita kavgası kalacaktı. Ne de olsa dünyanın bütün savaşları aslında birer iç savaştı. Ama demokrasi ve özgürlük ve dinler ve mezhepler ve bayraklar ve akla gelip gelebilecek bütün simgesel kavramlar gökyüzünde o kadar güzel dalgalanıyorlardı ki, hipnotize olup peşlerinden koşmamak mümkün değildi. Sokak aralarında siper diplerinde gecenin karanlığı ve düzenli şiddetin olduğu her yerde, her şey simgeseldi. Dökülen kan hariç, Aslında o bile simgeseldi galiba, Ne de olsa rengini bayraklara veriyordu.. Simgelere bulanmış olan dünya, altın suyuna batırılmış, boktan bir alliance’tı. Bütün o simgeler üzerinden döküldüğünde nasıl bir tezgah olduğu elbet ortaya çıkacaktı, çünkü daima bir tezgah vardı İsveç’te olduğu gibi… İnsanları çaresiz bırak, iç organlarından roket yaparlar.. Asla hatırlamak istemediğim, ancak unutmak için anlatmaktan başka çaremin olmadığı o kadar çok şey yaptım ki... Üstelik bunları da başka şeyleri asla hatırlamamak için yaptım... Ama bugünü, dünü unutmak için yaşamak, hiçbir halta yaramadı. Aksine... Unutulması gerekip de unutulmayanlar, katlana katlana çoğaldı. Meğer önce yarını unutmak gerekiyormuş... Her doğanın yeni bir güneş olduğuna inanacak kadar unutmak... Her güneşi ilk ve son kez gördüğüne emin olacak kadar unutmak."Bugünkü biraz daha geniş sanki!" ya da "Dünkü güneş daha ovaldi, değil mi?" diyecek kadar unutmak... Her günü ilk kez yaşıyormuş gibi hissedecek kadar unutmak gerekiyormuş... Ve de bağırmak: "Hangi dinde deja vu yok, ben ona inanacağım!" Ve de susmak: Nerede diriliş yok, ben orada olacağım... İnsanın yalnızca içine doğduğu dünyaya değil, kendine alışması için de bir süre gerekiyordu. Ve bazen gördüm ben, insanın gördüğünü sandığı o şeyi.. Kısır döngü asla yok olmaz. Sadece genişler, sonra da kendini unutturur. Niye? Çünkü döngü dediğin bildiğin daire. Üstünde tam tur atmak o kadar uzun sürer ki, aynı noktadan ikinci kez geçtiğini anlayamazsın bile. Hatta bazen kısır döngü öyle genişler ki başladığın yere dönmeye ömrün bile yetmez. İnsan da, kör bir at gibi koşturur üstünde. Düz gittiğini zanneder. İlerlediğini. Hatta ilerlerken öldüğünü düşünüp son nefesini bile huzurla veririr! Ama kör olmak şart tabii! Yoksa anlarsın aynı yerde dönüp dolaştığını. Onun için yaşlıların gözleri bozulur, anlıyor musun? Aynı yerden tekrar geçtiklerini anlamasınlar diye. Aynı yerden tekrar geçtiklerini anlamasınlar diye. Kısırdöngüye karşı doğal bir savunmadır aslında, körleşme. Mekanik bir tepkidir yani! Hayatın kendisi gibi. Hatta bu yüzden hayat da bu kadar sıkıcı! Okulda öğretmişlerdir. Nedir bilimin temeli? Etki ve tepki, değil mi? Ne demek, biliyor musun? Doğadaki inatlaşma demek! Her şey bir inat meselesi. Özellikle de yaşamak. İşte bu yüzden de hayat, maçın kendisini şeref golü sayan, inatçı bir asalak takımını izlemek kadar sıkıcı. Dolayısıyla bir umut ya da bir amaca gerek yok, hayatta kalmak için. Öleceğini bilmek yeter. Hayattasın çünkü tehlikedesin. Hayattasın çünkü her saniye ölüyorsun. O kadar. Hayatın anlamı işte bu: Ölüm korkusu! Anlıyor musun beni? eğer gerçek bir hayat yaşamak istiyorsan, gerçekten de bir amacın olsun istiyorsan, önce ölüm korkusunu atacaksın üstünden! Doğar doğmaz eline tutuşturdukları o ölüm korkusu denilen, hayatın, o yanında bedavadan verdikleri anlamı var ya, işte önce onu fırlatıp atacaksın! Ancak o zaman, özgür olursun! Ancak o zaman, gidip de hayatının gerçek anlamını bulursun! Hayat ölüme dahil.. Çünkü biyolojik gerçekler bir günde değişse ve insan yalan söylediği anda beyin kanamasından ölse, dünya öyle boşalır ki dinozorlara yeniden yer açılırdı.. Yaşlanmak yaşama hastalığının son evresi gibi bir şeydi. Çoğunlukla akıl sağlığının yitirildiği ve yerini hayatta aradığını asla bulamayacağından emin olmanın getirdiği huysuzluğun aldığı bir evre. Kahramanlara görevlerini halk değil kendileri verirdi. Dolayısıyla kahramanların halktan hesap sorma hakkı yoktu. Kahramanlar cesur ve aptal insanlardı, halksa korkak ve kurnazdı. Anlaşmaları mümkün değildi, ancak Rastin halktan hesap sormaya kalktığına göre, o kadar da aptal değildi, o gerçek bir liderdi, gerektiği kadar kahraman gerektiği kadar halktan. Bu da onu cesur ve kurnaz yapıyordu ki en tehlikeli insan türü oydu. İnsanların destelerce doğup düzinelerce öldüğü bir toprakta büyümüştü, ve tek isteği, her insanın yalnız başına doğup yalnız başına öldüğü bir toprağa gitmekti. Hepimizi ateşe verecektim. Önce etrafımdakileri tutuşturacak sonra da ben yanacaktım, o kadar aptaldım ki bunu yapabileceğime inandım, o kadar aptaldım ki bunu denemek için cebimdeki paketi çekip aldım, ama o kadar korkaktım ki hiçbir şey yapamadım, ölümden değil yanmaktan korkuyordum. Ama bu defa geceydi, hem de dünyanın en karanlık gecesiydi, çünkü cehennemde kimse yanmıyor, ve tek bir alev bile yükselmiyordu, oysa dünyayı aydınlatan güneş değil oydu, cehennem ateşi. Belki biraz da morfin sülfat. Oysa gerçek hayat, insan algısının dışında düşen her şeydi. Oksijen öyle bir lanetti ki onu içime çekmeye mecburdum, ve öyle bir lanetti ki içime her çektiğimde kendi mezarında canlı kalan bir firavundum. İnsanların öldükten sonra çürümesi hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Benim uzmanlığım başkaydı. Çürümenin başka bir türüyle ilgiliydi. Bir bakışta tanıdığım çürüme, toprağın üstünde olandı. İnsan hala nefes alıp verirken, kalbinde ya da beyninde küflenmeye başlayan o çürümemeyi biliyordum ben. Hayat tarafından ensemden tutulup sokulup çıkarıldığım derslerde, ancak o konuya kadar gelebilmiştik. Daha fazlasını bilmiyordum. Üstelik işlediğimiz son ders, ölü gömmekti. Ben de oraya kadar biliyordum. Gömmeyi ve hayata devam etmeyi. Sonrası yoktu. Sonrası koca bir sırdı. Ama herkes için öyle değil miydi? Kimin umrundaydı, annesinin, babasının, sevgilisinin, kardeşinin, gömüldükten sonra başına neler geldiği? Kimin umrundaydı, yaşarken aşık olunmuş hatta tapılmış bütün o bedenlerin, toprağın altında nelere dönüştüğü? Ben ve dünyanın bütün sıradan insanları, biz sadece gömmeye kadar olan bölümü biliyorduk. Belki biraz da, ''Sonra da böcekler gelip yiyor.'' diyorduk. Herkes yakılmalıydı aslında! Olması gereken buydu! En azından o zaman bilirdik, öldükten sonra ne olduğunu. ''Kül olup savruluyor insan'' derdik ve kimse aksini iddia etmezdi. Ama toprağın altı, en az üstü kadar karmaşıktı. En az üstü kadar dev bir sırdı. Nefret ediyordum doğadan! Her şeyin her şeyi yemesinden! Bütün döngünün, her şeyin her şeyi yiyerek sürüp gitmesinden nefret ediyordum. Başka türlü olmaz mıydı? Başka bir seçenek yok muydu? Bu muydu, o muhteşem ve mükemmel doğa, dedikleri? Bu doğayı yaratan her neyse ya da kimse, nasıl bir sadistti ki ''Öyle bir düzen kuracağım ki sırf yaşamak için herkes birbirini gebertecek!'' diyebilmişti... Madem bütün o dinler yazıya dökülüp kitap olmuştu, demek ki kullanılması gereken iletişim tekniği buydu. Ben de bir şikayet mektubu yazıp atacaktım havaya, ya da Allah ya da Tanrı ya da şu ya da bu, her neredeyse, oraya! Madem Kuran, ''Oku!'' diye başlıyordu, ben de onun başına ''Sen de bunu oku!'' diye yazacaktım. Bir insanın aklı bile ona ihanet etmenin peşindeyse bu dünyada güvenilecek ne kalmıştı? "İtaat, iradesinden vazgeçen için ,dünyanın bütün hatalarını yapabilme özgürlüğüydü!İtaat, kişinin , kendi başına işlemeye asla cesaret edemeyeciği suçları gerçekleştirebilmesinin müthiş bir yoluydu!İtaat, her gün farklı biri olarak uyanılan bir rüyaydı! Öyle bir rüyaydı ki insan kendini sürekli bir şeyler yaparken görüyor ama gerçekte onları kendisinin yapmadığını biliyordu.İtaat bir mucizeydi! Sıradan bir insanı alıp ona atom bombası attırabilir, sonra da bütün dünyayı o insanın nasum olduğuna inandırabilirdi. İTAAT, SUÇLULUK DUYGUSU VE VİCDAN AZABININ PANZEHİRİYDİ! HERKES İTAAT ETMELİYDİ.." Birine sarılırken gözlerini yummak insanı daha içten biri gibi gösteriyor olmalıydı, ama bu defa da o sımsıkı kapalı gözlerimle kendimden geçmiş gibi göründüğümü düşündüm. Durumu fazla dramatikleştirmek gibi. Zenginlik birçok şeyin yanında nesilleri güzelleştirmeye de yarıyordu. Bunların dışında, önemli bir ayrıntı daha vardı: Konuşmuyordum. Ancak bu daha çok bir tercihti. İstesem konuşabilir hatta hiç susmayabilirdim, ama kendimi anlatmak artık ilginç gelmiyordu. Ağladım, hem de istediğim kadar, insanın gerçek özgürlüğü buydu. İstediği kadar ağlayabilmek. Belki bir de istediği şeye ağlayabilmek. Neden bilmiyorum ama o an ölmek çok mantıklı geldi. Belki de biraz önce gökyüzüne baktığımda güzel olan bir şey göremediğim için.. İlkokulda kurşunkalemimin ucunu açmak için yerimden kalkıp sınıfın köşesindeki çöp tenekesinin başında durduğum anlar gibiydi. Hemen yanımda koca bir sınıf ders işlerken ben kendimi görünmez hissederdim. Ama ne yazık ki bir kalemi sonsuza dek açmak mümkün değildi. Dolayısıyla o sohbetler kalıcı olmuyordu. Belki de bir kendimi öldürebilirdim, ama ona da zamanım kalmıyordu, çünkü tam kendimi asacakken uyuyakalıyordum. Çevrem insan eti doluyken ne denli aptalsam, kendimle baş başa kaldığımda o kadar zekiydim.. İyileşmek mi istiyorsun? Gerçekten iyileşmek istiyor musun? Neydi senin hastalığın? İnsan içine çıkamamak değil mi? Hani sosyalleşmek diyorlar ya. İşte onu becerememek! Demin O yaptığın aptalca şeylerle geçecek bir hastalık olmadığını anlamıyor musun halâ? Ben sana söyleyeyim: aşırı derecede sosyalleşmek! Ancak bununla kurtarabilirsin kendini.aşırı derecede sosyalleşme den normal derecede sosyalleşmenin imkanı yok anlıyor musun? Madem seni yerin dibine sokup solucan gibi kıvrandıran bir hastalığın var, O zaman sen de uçmayı öğreneceksin! İkisinin arasını ancak böyle bulabilirsin! Dengelleyeceksin hastalığını! Senin tek tedavin, linç! Bellum omnium contra omnes. Herkesin herkesle savaş hali! Bu bir olasılıktı ve olabileceklerin en kötüsüydü! Dolayısıyla gerçek korku kaynağımız buydu! Öyle ki, canımız silahlarla, ırzımızı kumaslarla ve malımızı duvarlarla korumanın yollarını arıyorduk... Hatta mümkünse kimseye görünüp yakalanmadan doğup, yaşayıp ölmek istiyorduk. Çünkü herkesin herkesle savaş halinde olması, kimsenin güvende kalamayacağı bir kıyametti ve bunu biliyorduk. Ahenk için kan dökmek bir toplumu toplum yapan bir şeydi, hatta bir toplumun ne denli ileri ve huzur içinde olduğunu kanıtı.. Anlayabiliyordum, herkesin bir sınırı vardı ve hayat hikayeleri o sınırın içinde geçiyordu.
·
671 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.