Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Suat, Mümtaz'a sordu: - Bugünlerde ne okuyorsun Mümtaz? - Hemen hemen her şey... Cevdet Tarihi, Sicill-i Osmanî, Şakayık... Suat çok ciddi bir teessür içinde idi: - Felâket... dedi. Şimdi nasıl konuşacağız? Eskiden Mümtaz'la çok rahat konuşurduk. Evvelâ okuduğu muharriri sorardım; sonra onun ağzıyla veya meseleleriyle konuşurdum. Ve kapalı yüzünden hiç beklenmeyen bir çocuk gülüşüyle güldü. Mümtaz, “İşte bunun için de seviyorum...” diye deminki düşüncesini tamamladı.. Nuri: - Herkes az çok öyle değil midir?... diye itiraz etti. Dört arkadaş Galatasaray'dan beri ayrılmadıkları Mümtaz’ı çok severler, ona toz kondurmak istemezlerdi. Suat eliyle işaret etti: - Maksadım şaka tabiî... Mümtaz'ı eskiden böyle kızdırırdım. Yoksa ne olduğunu biliyorum. Akrabayız. Fakat doğrusunu isterseniz herkes bizim kadar çok mu okuyor?... diye düşünüyorum. Fahri'nin fikri büsbütün başka idi: – Avrupa bizden çok fazla okuyor. Birkaç dilde birden okuyor. Mesele orada değil... – Fakat bir mesele var yine. Okuduklarımızla rahat değiliz. Sonra Suat'a cevap verdi: Mesele, okuduklarımızın bizi bir yere götürmemesinde. Kendimizi alle okuduğumuz zaman hayatın hâşiyesinde dolaştığımızı biliyoruz. Garplı, bizi, ancak dünya vatandaşı olduğumuzu hatırladığımız zaman tatmin ediyor. Hülasa, çoğumuz seyahat eder gibi, benliğimizden kaçar gibi okuyoruz. Mesele burada. Halbuki kendimize mahsus yeni bir hayat şekli yaratmak devrindeyiz. Zannederim ki Suat'ın dediği budur. Evet, bir adımda eski yeni ne varsa hepsini silkip, fırlatmak. Ne Ronsard, ne Fuzulî... – İmkânı mı var? - Neden imkânsız olsun?.. - Şundan imkânsız ki... fakat asıl imkânsız olan şu anda bu işleri konuşmasıydı. “Güya Ada'dayım! Ve o da burada... ne kadar birbirimizden uzağız... aynı evde, ayrı ayrı odalarda olsak yine netice aynı olacak..." - Çünkü, evvelâ siyah tahtayı beyhude yere temizlemiş oluruz. Bu inkârla ne kazanacağız sanıyorsun? Benliğimizi, benliğimizi kaybetmekten başka. Suat çok yumuşak bir bakışla: - Yeniyi... yeni bir âlemin masalını kurarız. Amerika'da, Sovyet Rusya'da olduğu gibi. - Onlar her şeyi, hepsini unuttular mı sanıyorsun? Bence bu yeni masalı yaratacak olan bizim maziyi inkârımız veya bu işteki yaratma irademiz değildir. Olsa olsa yeni bir hayatın hızıdır. – Ne yapalım istiyorsun? - Unutma ki, onların ikisi de Avrupa'yı devam ettiriyorlar... - Peki o hâlde ne yapacağız? İhsan kadehini kaldırdı: Evvelâ içeceğiz... dedi. Sonra bu güzel denizin bize hediye ettiği şu balıkları yiyeceğiz. Ve şu bahar saatinde bu lokantada, bu denizin karşısında olduğumuza şükredeceğiz. Sonra da kendimize mahsus, şartlarımıza uygun yeni bir hayat kurmağa çalışacağız. Hayat bizimdir; ona istediğimiz şekli vereceğiz. Ve o şeklini alırken, kendi şarkısını yapacak. Fakat fikre, sanata hiç karışmayacağız! Onları hür bırakacağız. Çünkü, onlar hürriyet, mutlak hürriyet isterler. Masal bir anda, biz istiyoruz diye teşekkül etmez. O hayatın içinden fışkırır. Hele mazi ile bağlarımızı kesmek, garba kendimizi kapatmak! Asla! Ne zannediyorsunuz bizi! Biz şarkın en klasik zevkli milletiyiz. Her şey bizden bir devam istiyor. - Eskiyi devam ettirdikten sonra, yeni hayat şekli aramak ne için? - Hayatımızın henüz şekli yok da onun için! Zaten hayat tanzim edilmeğe daima muhtaçtır. Hele asrımızda. - O hâlde maziyi tasfiye ediyoruz?.. - Elbette... Fakat icap eden yerlerde. Ölü kökleri atacağız; yeni bir istihsale gireceğiz; onun insanını yetiştireceğiz... - Bunu yapmak için nereden hız alacağız?.. – İhtiyaçlarımızdan, yaşama irademizden; zaten hıza değil, derse ihtiyacımız var. Bunu da realite bize verir, müphem ütopyalar değil!.. Suat eliyle alnını sildi: - Ben ütopyadan bahsetmiyorum... fakat bâkir türküler istiyorum. Dünyayı yeni gözle görmek istiyorum. Bunu sade Türkiye için istemiyorum, dünya için istiyorum. Yeni doğan insanın taganni edilmesini istiyorum. - Adalet istiyorsun, hak istiyorsun. - Hayır, öyle değil! Çünkü kelimeler eski. Yeni insan eskinin hiçbir artığını kabul edemez... Mümtaz bir gözü kapıdan giren müşterilerde: - Suat bize bu yeni insanı tarif etsin... dedi. Edemem!.. Çünkü, daha doğmadı. Fakat doğacak, eminim... Bütün dünya onun sancısını çekiyor. İşte İspanya... İhsan: – Eğer bütün imrendiğin o ise, hiç merak etme; yakında Avrupa, hatta dünya, İspanya’ya benzeyecek. Fakat hakikaten İspanya'da veya Rusya'da yeni insanın doğduğuna inanıyor musun? Bana daha ziyade insanlığın felâketi hazırlanıyor gibi geliyor. - Falcılık mı?.. - Hayır, sadece bir müşahede... Alelâde bir gazete okuyucusunun müşahedesi... Suat bir müddet boş kadehiyle oynadı, sonra kadehi İbrahim'e uzatarak: - Lütfen... dedi. -Dolan kadehe su koydu; ilk yudumu içti.Böyle olsa ne çıkar, zaten olmasını istemeyenlerden değilim. İnsanlık ölü kalıplardan ancak böyle bir yangınla kurtulur... - Daha beterlerine düşmek için; geçen harbin neticesini gördük. Fakat Suat dinlemiyordu: - Kaldı ki, harp bir zaruret oldu artık... bu kadar karışık hesabı ancak o temizleyebilir. Sonra birdenbire başını kaldırdı. İhsan’a bakti: - Hakikaten insanlıktan yeni bir şey ümit etmiyor musunuz? - İnsanlıktan ümit kesilir mi? Yalnız harpten iyi şey ummuyorum. Medeniyetin yıkımı olacaktır. Ne harpten, ne ihtilâllerden, ne de halk diktatörlerinden bir şey çıkacağını umuyorum. Harp Avrupa'nın, belki dünyanın mutlak felâketi olacaktır.” Ve kendi kendisine söyler gibi konuşmasına devam etti: - İnsanlıktan ümit kesmedim, fakat insana güvenmiyorum. Bir kere bağları çözüldü mü; o kadar değişiyor, o kadar kurulmuş makine oluyor ki... bir de bakıyorsun ki, o sağır ve duygusuz tabiat kuvvetlerine benzemiş... Harbin, ihtilâlin korkunç tarafı, asırlarca gayretle, terbiye ile, kültürle yendik sandığımız bu kaba kudreti birdenbire başıboş bırakmasıdır. - İşte ben de bunu istiyorum. İhsan içini çekti. - Halbuki daha iyi şeyler isteyebiliriz. Fakat istemek neye yarar; insanoğlu bu kadar zayıf olduktan sonra?.. Evet, insana güvenilmesi güçtür, halbuki talihini düşününce, onun kadar acınacak mahlûk yoktur. - Ben insanı seviyorum. Onun şartlarıyla dövüşme kudretini seviyorum. Kaderini bile bile hayatı yüklenmesini, o cesareti | seviyorum. Hangimiz yıldızlı bir gecede kâinatı bütün ağırlığıyla sırtımızda taşımayız. Hiçbir şey insanoğlunun cesareti kadar güzel olamaz. Şair olsaydım tek bir manzume yazardım; büyük bir destan. İki ayağı üstüne kalkan ilk ceddimizden bugüne kadar insanlığın macerasını anlatırdım. İlk düşünceler, ilk korkular, ilk sevgi, kâinatı gittikçe ihata eden, kendi başlarına mevcut olan her şeyi birleştiren zekânın ilk kımıldanışı, tabiata izafe ettiğimiz bir yığın zenginlikler... Allah'ı etrafımızda ve kendi içimizde yaratmamız. Evet bir tek bir manzume yazardım. İnsanı taganni etmek istiyorum, derdim; maddeyi uykusundan uyandıran ve kâinata kendi ruhunu geçireni taganni edeceğim, ey bütün büyüklüğü ihata eden lisan! Sen bana yardım et! İhsan yeğenine şüphe ile baktı: - Bu ne coşkunluk Mümtaz? Adeta on dokuzuncu asrın medeniyet müminlerine benzedin. - Hayır benzemedim. Çünkü, meselelerin halledileceğine inanmıyorum. Daima öleceğiz ve öldüreceğiz. Daima bir tehdit altında kalacağız. Ben trajedinin kendisini seviyorum. Asıl büyüklük, ölüm şuuruna rağmen gösterdiğimiz cesarette. - Mümtaz gorilden insana doğru yürüyüşün şiirini yazmak * istiyor. - Evet, gorilden insana doğru yürüyüş. İyi hatırlattın. İstediğin harp, bu cümlenin sonudur. “Şimdi insandan tekrar gorile doğru mu gideceğiz?..” Dostoyevski, içinde bulunduğumuz çıkmazı en iyi gören adamdır. -İhsan kadehini içmeden masaya bıraktı.– İstediğin harp bizi oraya götürür. İki Cihan Harbi daha olsun, ne kültür, ne medeniyet kalır. Hürriyet fikrini ebediyen kaybederiz. - Bunu ben de biliyorum. Fakat içimizdeki ruh darlığı ve dışımızdaki sefalet, insanı bir malzeme gibi kullanmak itiyadımız ve bunun doğurduğu korku. Sonra bütün bunların hayatın zaruri tarafı olduğunu bilmek felâketini düşünün! Hepsi bir devir sonunun yaklaştığını gösteriyor. Ben bir felâket de olsa, onu bekliyorum. - Üstü senin olsun..
Sayfa 96 - Dergâh YayınlarıKitabı okudu
·
98 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.