Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Aslan Asker Şvayk
Kupa Meyhanesi’nde tek bir müşteri vardı: Devlet güvenlik örgütünde görevli sivil polis Bretschneider. Meyhaneci Palivets bardakları yıkıyor, Bretschneider de onu kapana kıstırmaya çalışıyordu, ama boşuna. Palivets, ağzı bozuğun tekiydi. “Göt”ten, “bok”tan, “sıçmak”tan başka laf bilmezdi. Ama aslında mürekkep yalamış adamdı; önüne gelene, Waterloo Çarpışması’nda Napoléon’un Muhafız Birliği Komutanı’nın, İngilizlerin suratına şamar gibi indirdiği yanıtı Victor Hugo’dan okumalarını salık verirdi. (İngilizlerin komutanı, Mareşal Cambronne’u çağırıp teslim olmasını istediğinde Mareşal’in şöyle dediği söylenir: “Merde! Asker adam ölür de teslim olmaz.”) Bretschneider, ciddi bir sohbete kapı açtı: “Ne kadar muhteşem bir yaz!” Palivets, bardakları dolaba yerleştirirken, yanıtı yapıştırdı: “İçine sıçayım böyle yazın!” Bretschneider, umutsuzca da olsa, “Herifçioğulları Saraybosna’da iyi iş becermişler doğrusu,” dedi. Palivets, “Ne Saraybosna’sı?” diye sordu. “Nusle’deki şarap dükkânını mı söylüyorsun? Bilmez misin, her Allah’ın günü hır çıkar orada.” “Ben Bosna’daki Saraybosna’dan söz ediyorum Bay Palivets. Ekselansları Arşidük Ferdinand’ı vurmuşlar. Buna ne dersiniz?” Palivets, piposunu yakarken, “Ben böyle işlere burnumu sokmam,” diye karşılık verdi alttan alarak. “Sikimde değil. Alarga duracaksın. Bugünlerde böyle işlere burnunu sokarsan kafanı kopartırlar. Esnaf adamım ben, bira isteyene birasını veririm, o kadar. Saraybosna’ymış, siyasetmiş, toprağı bol olsun, Ferdinand’mış, bize göre değil bunlar. Dosdoğru Pankratz’ı (Prag hapishanesi) boylar adam.” Sesi soluğu kesilen Bretschneider, umarsızca boş meyhaneye baktı. Ama çok geçmeden yeniden lafa girdi: “Şu aynanın olduğu yerde İmparator Hazretlerinin resmi asılı değil miydi?” “Evet, hakkın var,” diye yanıtladı Palivets. “Tam da orada asılıydı, ama sinekler pisleyip duruyordu üstüne, baktım olacak gibi değil, ben de tavan arasına kaldırdım. Neme lazım, müşterinin biri kalkar bir laf eder, tatsızlık çıkmasın. Durup dururken başımı neden belaya sokayım?” “Saraybosna’da durum çok kötüymüş, ne dersiniz Bay Palivets?” Bu kurnazca soruya, Palivets’ten çok temkinli bir yanıt geldi: “Bu mevsimde Bosna-Hersek cehennem gibidir. Askerliğimi orada yapmıştım. Bizim teğmeni serinletmek için başına buz torbası koyardık.” “Hangi alaydaydınız, Bay Palivets?” “Önemsiz şeyleri hiç aklımda tutamam,” dedi Palivets. “Hangi alayda olduğumdan bana ne! Merak bile etmedim. Böyle mevzulara merak sardırmak insana iyilik getirmez.” Bretschneider, artık umudunu tümden yitirmiş ve suspus olmuştu ki, Şvayk girdi içeri. Şvayk kendisine bir siyah bira söyleyip de, “Bugün Viyana da yasa bürünecekmiş,” der demez, Bretschneider’in asık suratında güller açıverdi. Gözleri umutla ışıldadı ve “Konopiştiye’de de on siyah bayrak asmışlar,” deyiverdi. Birasından bir yudum alan Şvayk, “Aslında on iki bayrak asmaları gerekirdi,” diye karşılık verdi. Bretschneider soracak oldu: “Neden on iki bayrak asacaklarmış?” Şvayk, “Yuvarlak hesap olsun diye,” dedi. “Düzinenin hesabı daha kolay olur. Hem düzineyle alırsan, daha ucuza gelir.” Bir sessizlik oldu. Sessizliği göğüs geçirerek Şvayk bozdu gene: “Artık Tanrı’ya kavuştu, meleklerin yanında. Huzur içinde yatsın! Ömrü imparator olmaya yetmedi. Askerliğimi yaparken, generalin teki attan düşmüş, sessiz sedasız cavlağı çekmişti. Hemen koştular, kaldırıp atına bindirmeye çalıştılar, ama bir de baktılar, koca general çoktan öbür dünyayı boylamış. Hem de tam mareşal olacakken. Geçit töreninde cumbadak düşüp yeri öpüvermiş. Bu geçit törenlerinde hep bir uğursuzluk vardır. Zaten Saraybosna’da da geçit töreni sırasında olmuş olanlar. Hiç unutmam, bir geçit töreninde üniformamda yirmi düğme eksik diye on beş gün hücre hapsi vermişlerdi; hem de tam iki gün Lazar gibi ellerim bağlı yatmıştım. Ama ordu dediğin disiplinli olmalı efendim; yoksa kimse kimseyi takmaz. Teğmen Makovets her zaman şöyle derdi: ‘Her işin başı disiplindir, Allah’ın salakları! Yoksa maymunlar gibi ağaçlara tırmanır durursunuz! Ama merak etmeyin, ordu insan sınıfına sokacak sizi, hayvan herifler!’ Ne kadar haklıymış bizim teğmen! Şöyle bir park düşünsenize: Diyelim, Karel Meydanı’nın oradaki park; her ağacın tepesinde başıbozuk bir asker! Al başına belayı!” Bretschneider, yeniden söze girdi: “Saraybosna’da olup bitenler Sırpların marifeti.” Şvayk, “Şimdi yanıldınız işte,” diye yanıt verdi. “Bana sorarsanız, mutlaka Türklerin başının altından çıkmıştır bu iş; Bosna-Hersek yüzünden.” Sonra da, Avusturya’nın Balkan politikasına ilişkin görüşlerini anlatmaya koyuldu: 1912’de Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan’a karşı giriştikleri savaşta yenilgiye uğrayan Türkler, Avusturya’nın kendilerinden yana çıkmasını istemişler, Avusturya böyle bir şeye yanaşmayınca da Ferdinand’ı vurmuşlardı. Şvayk, Palivets’e dönerek, “Türkleri sever misiniz?” diye sordu. “O kuduz kâfirleri sever misiniz? Mümkün mü sevmeniz?” “Müşteri müşteridir,” dedi Palivets, “ister Türk olsun, ister başka milletten. Esnaf takımı işe siyaset karıştırmaz. Birasını içip parasını veren müşterinin başımın üstünde yeri var; başköşeye kurulsun, dilediği gibi ahkâm kessin. Benim raconum böyle. Bizim Ferdinand’ı vuran Sırp’mış Türk’müş, Katolik’miş Müslüman’mış, anarşistmiş,Genç Çek’miş (Dr. Kramar önderliğindeki Çek Ulusal Liberal Partisi’nin üyelerine Genç Çekler deniyordu. Dr. Kramar , sonradan, Çekoslovakya Cumhuriyeti’nin ilk başbakanı oldu.), vız gelir tırıs gider.” Artık ikisinden de umudu kesmekte olan Bretschneider, “Çok haklısınız, Bay Palivets,” diye lafa karıştı yeniden. “Ama ne derseniz deyin, Avusturya için büyük bir kayıp olduğunu kabul etmelisiniz.” Yanıt, meyhaneci yerine Şvayk’tan geldi: “Gerçekten de çok büyük bir kayıp. Daha büyük bir kayıp olamaz. En beyinsiz ahmak bile yerini tutamaz Ferdinand’ın. Keşke biraz daha şişman olsaydı.” Bretschneider kaçırmadı: “Ne demek istediniz?” Şvayk keyiflenmişti: “Ne demek mi istedim? Demek istediğim şu: Ferdinand biraz daha şişman olsaydı, Konopiştiye’deki topraklarında odun ve mantar toplayan kocakarıları kovalarken çoktan kalpten gitmiş olur, böyle utanç verici bir biçimde ölmek zorunda kalmazdı. İmparator Hazretlerinin amcasının vurularak öleceği kimin aklına gelirdi? Rezaletin daniskası! Bütün gazeteler onu yazıyor. Yıllar önce bizim Budyeyovitse’de Brjetislav Ludvik adında bir celep vardı, pazaryerinin ortasında çıkan bir marazada bıçaklayıvermişlerdi. Adamın Bohuslav adında bir oğlu vardı; kimse onun domuzlarını almaya yanaşmazdı. Derlerdi ki: ‘O bıçaklanan herifin oğlu bu. Bu da babası gibi rezilin tekidir herhalde!’ Çocukcağız sonunda dayanamadı, Krumlov’daki köprüden Vltava Irmağı’na attı kendini. Atlayıp sudan aldılar; ölmesin diye, baş aşağı çevirip yuttuğu suları bile çıkardılar; ama kendisine iğne yapan doktorun kucağında can verdi.” Bretschneider işkillenmişti: “Doğrusu, çok tuhaf benzetmeleriniz var,” dedi. “Ferdinand’la celebin ne alakası var şimdi?” “Nasıl yani?” diye savunmaya geçti Şvayk. “Tanrı yazdıysa bozsun, benim kimseyi kimseye benzettiğim yok. Bay Palivets beni iyi tanır. Kimseyi kimseye benzetmemişimdir hayatımda. Ama Arşidük’ün dul hanımının yerinde olmak istemezdim doğrusu. (Şvayk’ın, suikastta Arşidük Franz Ferdinand’ın karısının da öldüğünden habersiz olduğu anlaşılıyor. ) Şimdi ne yapacak acaba? Çocuklar yetim kaldı, Konopiştiye malikânesi de efendisiz. Ne dersiniz, acaba yeni bir arşidükle mi evlenir? Ama niye evlensin ki? Yeni kocasıyla yeniden Saraybosna’ya gitsin, bir kere daha dul kalsın diye mi? Biliyor musunuz, yıllar önce Hluboka (Prens Schwarzenberg’in Güney Bohemya’daki ünlü malikânesi.) yakınlarında Zliv’de bir orman bekçisi tanımıştım. Horoz derlerdi herife. Ne kadar boktan bir ad, değil mi? Kaçak avlananlar tarafından vuruldu; ardında bir dul, iki de bebek bıraktı. Bir yıl geçti geçmedi, kadın, bir başka orman bekçisine, Midlovarili Pepik Şavel'e vardı. Onu da vurmasınlar mı! Karı tuttu, gene bir orman bekçisiyle evlendi. Diyordu ki: ‘Allah’ın hakkı üçtür. Üçüncüyü de vururlarsa, artık ne yaparım bilemem!’ Tabii onu da yaşatmadılar. Kadın da, üç orman bekçisinden altı çocukla ortada kaldı. Bu kez, Prens Hazretlerinin Hluboka’daki malikânesine kadar gitti, evlendiği orman bekçilerinin hepsinin öldürüldüğünü anlattı yana yakıla. Bunun üzerine, kadını, Rajitse’deki gözetleme kulesinde çalışan Yareş adında bir göl bekçisiyle evlendirdiler. Bu sefer ne oldu dersiniz? Gölde kaçak avlananlar, adamı suya atıp boğdular. Kadın ondan iki çocuk peydahlamıştı. Gene rahat durmadı, gitti, Vodnyani’den bir domuz kasabına vardı. Herifçioğlu bir gece baltayı kafasına indirdiği gibi karıyı eşek cennetine gönderdi, sonra da kendiliğinden gidip teslim oldu. Pisek’teki bölge mahkemesinde yargılandıktan sonra asılırken rahibin burnunu ısırdı ve en küçük bir pişmanlık duymadığını söyledi. İmparator Hazretleri hakkında da çok çirkin laflar etti.” Artık iyiden iyiye umutlanan Bretschneider, “Ne gibi çirkin laflar?” diye sormadan edemedi. “Söyleyemem, çünkü bugüne kadar kimse söylemeye cesaret edemedi. Ama duyduğuma göre, o kadar korkunç, o kadar iğrenç laflar etmiş ki, idamı seyreden savcılardan biri keçileri kaçırmış. Laf yayılmasın diye, adamcağızı hâlâ hücrede tutuyorlarmış. Hani, milletin kafayı bulduktan sonra İmparator Hazretlerine savurduğu beylik küfürlerden değilmiş.” Bu kez, “Peki, millet kafayı bulunca İmparator Hazretlerine ne gibi küfürler savuruyormuş?” diye sordu Bretschneider. “Beyler, lütfen, konuyu değiştirseniz iyi olacak,” diye araya girdi Palivets. “Bu zevzekliklerden hiç hoşlanmıyorum. Sonunda biri olmadık bir laf kaçıracak ağzından, başımız belaya girecek.” Şvayk oralı olmadı: “Yani, adam kafası kıyak olunca İmparator Hazretlerine ne gibi küfürler sallar, onu mu öğrenmek istiyorsunuz? Ohoo, neler neler! Hele bir kafayı bulun, bir de Avusturya Millî Marşı’nı çalsınlar, bakın nasıl bozuyorsunuz ağzınızı! Öyle şeyler gelir ki aklınıza, yarısı doğru olsa, İmparator Hazretleri ömür boyu temizleyemez bu rezilliği. Ama doğruya doğru, eğriye eğri, ihtiyar bu lafları hiç hak etmiyor. Düşünsenize! Oğlu Rudolf, gencecik yaşında, erkekliğinin baharında göçüp gitti bu dünyadan. (. İmparator Franz Joseph’in oğlu, tahtın vârisi Rudolf, Mayerling’deki av şatosunda, on yedi yaşındaki metresi Maria Vetsera’yla birlikte intihar etmiş olarak bulunmuştu.) Karısı Elisabeth, bıçaklanarak öldürüldü. Daha sonra, Johann Orth’u da yitirdi. (Arşidük Johann, Habsburg unvanını bırakarak kendine Johann Orth adını vermişti.) Ardından, Meksika imparatoru olan erkek kardeşi, bir kale duvarının dibinde kurşuna dizildi. ( İmparator Franz Joseph’in erkek kardeşi Ferdinand Maximilian, Meksika imparatoru olmuş; daha sonra Benito Juárez’in birlikleri tarafından tutsak alınmış, 1867’de idam edilmiştir.) Şimdi de, şu ihtiyarlık günlerinde, amcasını vurdular. Bunca acıya dayanmak için, insanın sinirleri çelikten olmalı. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, Allah’ın ayyaşları sövüp sayıyorlar adamcağıza. Bugün savaş patlak versin, gönüllü yazılıp İmparator Hazretleri uğruna kanımın son damlasına kadar savaşmazsam ne olayım!” Şvayk, birayı kafasına diktikten sonra devam etti: “Siz İmparator Hazretlerinin bütün bunlara eyvallah diyeceğini mi sanıyorsunuz! Öyleyse, onu zerre kadar tanımıyorsunuz demektir. Mutlaka savaş açacağız Türklere. İmparatorumuz onlara diyecek ki: ‘Siz benim amcamı öldürdünüz. Ben bunun hesabını sormaz mıyım!’ Savaştan kaçış yok. Sırbistan’la Rusya da bize arka çıkar. Ortalık kan gölüne döner.” Şvayk, bu kehanetleri savururken güzelleşivermişti. Yüzündeki alıklık yerini coşkulu bir ışıltıya bırakmıştı; ay parçası gibi sırıtıyordu. Onun gözünde her şey çok açıktı. Avusturya’nın geleceğini okumasına kimse engel olamazdı: “Türklerle savaşa girersek Almanlar bize saldırabilir. Almanlarla Türkler birbirlerine arka çıkarlar. Dünya yüzünde onlardan fırlaması yoktur. Ama biz de, 1871’den beri Almanya’ya diş bileyen Fransa’yla saf tutarız. İşte o zaman savaş çıkar, hem de ne biçim! Daha ne diyeyim!” Bretschneider yerinden kalktı ve karanlık bir sesle, “Başka bir şey demenize gerek kalmadı,” dedi. “Benimle koridora kadar gelirseniz anlarsınız.” Sivil polisin ardından koridora çıkan Şvayk, hiç ummadığı bir durumla karşılaştı. Az önce birlikte bira içtiği Bretschneider, kartallı kimliğini (Çift başlı kartal, Avusturya Devlet Güvenlik Örgütü’nün simgesiydi.) çıkarıp kendisini tutukladığını, dosdoğru emniyet müdürlüğüne götüreceğini söyledi. Şvayk, bir yanlışlığa kurban gittiğini, hiçbir suç işlemediğini, kimseyi kızdıracak bir söz etmediğini açıklamaya çalıştıysa da para etmedi. Bretschneider Nuh diyor, peygamber demiyordu: Aslında, bir değil birçok suç işlemişti; üstelik işlediği suçlar arasında vatana ihanet de bulunuyordu. Birlikte meyhaneye döndüklerinde Şvayk, Palivets’e, “Beş bira içtim, iki frankfurter, bir de küçük ekmek yedim,” dedi. “Şimdi bana bir erik rakısı ver de gideyim. Tutuklanmış bulunuyorum.” Bretschneider, kartallı kimliğini Palivets’e de gösterdikten sonra bir süre yüzüne bakıp sordu: “Evli misiniz?” “Evet.” “Siz yokken hanımınız burayı çekip çevirebilir mi?” “Elbette.” “O zaman mesele yok Bay Palivets,” dedi Bretschneider sırıtarak. “Hanımınızı çağırın gelsin, işi ona devredin. Akşam gelip sizi de alacağız.” Şvayk, “Aldırma dostum,” diye meyhaneciyi yatıştırmaya çalıştı. “Beni sadece vatana ihanetten götürüyor.” “Peki ama, ben neden götürülüyorum?” diye sızlandı meyhaneci. “O kadar da dikkat etmiştim lafıma.” Bretschneider, kendinden emin, gülümsedi: “İmparator Hazretlerinin üstüne sineklerin pislediğini söylediniz ya! Ama merak etmeyin, emniyette aklınızı başınıza getirirler!” Ve böylece Şvayk, Kupa Meyhanesi’nden sivil polisle birlikte ayrıldı. Sokağa çıktıklarında, yüzü o alık gülümseyişle aydınlandı: “Kaldırımdan aşağı ineyim mi?” “O da ne demek?” “Tutuklandığıma göre, kaldırımda yürümeye hakkım yoktur diye düşündüm de.” Müdüriyetten içeri girerlerken de şöyle demekten alamadı kendini: “Doğrusu, orada sizinle çok iyi vakit geçirdik. Kupa Meyhanesi’ne sık sık gider misiniz?” Şvayk’ı kayıt odasına götürürlerken, Palivets de meyhaneyi karısına teslim ediyor, hüngür hüngür ağlayan kadıncağızı elinden geldiğince yatıştırmaya çalışıyordu: “Bırak şu ağlayıp sızlanmayı artık. İmparator Hazretlerinin resminde sinek boku var diye bana ne yapabilirler ki?” İşte, Aslan Asker Şvayk, bütün o hoşluğu ve tatlılığıyla Dünya Savaşı’na böyle karıştı. Onun öngörüleri tarihçileri mutlaka ilgilendirecektir. Kupa Meyhanesi’nde kehanette bulunurken söyledikleri doğru çıkmamış olabilir; ama unutmamak gerekir ki Şvayk, kimseden siyaset dersi almış değildi.
Sayfa 19 - 1.Aslan Asker Şvayk Dünya Savaşı’na burnunu sokuyor - Birinci Bölüm CEPHE GERİSİNDEKitabı okudu
·
147 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.