Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Yaralı bir hayvan gibi saklanmak için kendime kuytular arayıp dururken acı gerçeği kabullenmek zorunda kaldım: Kayboldum. Kaybolmak ansızın başımıza gelen felaketlerden değil; bir zaman dilimine yayılarak, yavaş yavaş insana sezdirmeden gerçekleşiyor. Ancak son evrede kendini belli eden sinsi hastalıklar gibi iş işten geçtiği vakit anlıyorsun ruhuna musallat olan amansız musibeti. O insanları tanımıyorsun, o mekanlar sana yabancı, o yolda daha evvel yürümemiştin, gölgen peşinden gelmiyor. Gözlerinde acı beliriyor, sükunetini yitirdin. Kayboldun. Güvenlik duvarların yıkıldı, ışıklar söndü, ortalık karardı, atlıkarınca durdu, müzik kesildi, rengarenk atların boyası döküldü, gürültülü makinelerden saçılan yağ, pas ve is kokusu arasında kalakaldın, nerede olduğunu bile bilmiyorsun. “Yaşamak, karanlık bir denizin kıyısında yürür gibi kaybolmanın kıyısında yürümekmiş; insanın kendisiyle mesafesi, dünyanın geri kalanıyla arasındaki mesafeden daha büyükmüş. Yalnızlık, hayatın içindeki küçük bir parça değil, hayatın kendisiymiş Hayal ettiğim hayat kesinlikle bu değildi, değildi, söylerken boğazım düğümleniyor. Değildi. Kaybolmanın en korkutucu yanlarından birini de bu sırada keşfettim: İç sesim farklılaştı, artık kendi sesim değildi de bir yabancıya aitti sanki. Hayatım boyunca peşimi bırakmayan kafamın içinde derinlerde bir yerlerde, olur olmaz her meselede bir an bile durmaksızın bazen fısıltıyla bazen gürültüyle konuşup duran o ses birdenbire tanıdık olmaktan uzaklaştı. Hayatın en çetrefilli meselesi çözülmesi en zor sırrı gerçekte kim olduğumuzdur. Ölmekle hayatta kalmak arasındaki mesafe sevdiklerinle arandaki mesafeyle ters orantılı, ölümün veya hayatın sana yakınlığını sadece bunun belirlediğini gördüm. Bir zamanlar birkaç kişi de olsa benim de etrafımda vardı öyleleri; her şey yolunda mı diye göz kulak olan, uzun zaman haber alamayınca merak eden arkadaşlar. Şimdi yoklar, zamanla ayrıldılar yanımdan. Daha doğrusu onları yakınımda bir yerde hayatımın bir köşesinde tutmayı beceremedim, kalpleri kalbime neredeyse bitişik duruyordu, şimdiyse gözle görülemeyecek kadar uzak mesafedeler, yüzleşmekten korktuklarımdan kaçarken kendime özene bezene bir yalnızlık kafesi yaptım, bir süredir o kafesin içinde tek başıma yaşıyorum, ortada bir suçlu varsa o da benim. Kendi hayatımı değil, başkalarının hayatını yaşıyorum. Fason hayat. Sabahları metroda sekiz vagonlu araca denk geldiğimde veya kalabalık durakta beklerken tam da benim önüme yanaşan boş metrobüsü gördüğümde yaşadığım mutluluk hayatımı sürdürmeye yeter mi? Bir kurban olma durumundan söz etmek gerekirse eğer kendi kendimin kurbanı oldum. Ellerimle ruhumda açtığım yaraları düşündükçe nefes alamaz hale geliyorum. Bunca zaman kendime yaptığım kötülükleri göremeyecek kadar şuurumu yitirmişim meğerse. Durduk yere yapmıyorum bunları, üzerini örtmek istediğim bir geçmiş var. Beni sevsinler istiyordum, ne kadar zavallıca göründüğünü biliyorum, beni sevmeleri için de böyle bir adam olmam gerekiyordu, oldum. Onların sevgisini dilenmenin bir yolu olarak ağızlarının içine baktım. Gururumu ayaklar altına alarak kendimi küçük düşürme pahasına bunu yaptım. Beni sevmeleri karşılığında onaylanmaya ihtiyaç duydukları ne var sa düşünmeden onayladım, aramızda kirli anlaşmayı bozabilme ihtimali taşıyan her şeyi kurban ettim. Belki de bu yüzden gerçekte kim olduğumun pek önemi kalmadı. Uzun zamandan beri ortamların onaylayan adamıyım ben; tartışmaların etkisiz elemanı karar anlarının çekimser oyu, sen bilirsinlerin benim için fark etmezlerin insanı. Kimselere görünmeden yaşamayı öğrendiysem de bunu ne kadar sürdürebileceğimi bilmiyorum. Umutsuz anlarımda kışkırtıcı bir düşüncenin peşine düşüyorum: içimden geldiği gibi yaşayayım arada bir rezil olayım, ne olacağını asla umursamayayım yaptıklarımı elime yüzüme bulaştırayım insanlar ‘’Kendini rezil rüsva etti’’ desinler yanımda durmaktan utansınlar böylece tereddüt etmeden üstleneceğim bir suçum olsun. Nefsine yenik düşmüş günahkar dervişlere reva görülen cezayı hak ettiğimden kulağımdaki sadakat küpesini kulağımı yırtarak çekip alsınlar kesik ve kanlar içindeki kulağımla başım öne eğik, tek başıma yürüyüp gideyim insanların arasından. Bunu gerçekten istiyorum çünkü suçun ve günahın bazı anlarda başkalarınca yok sayılmaya karşı içinde utanç saklayan bir başkaldırı biçimi olduğunu kınanmanın ayıplanmanın bir ceza olmaktan çıkıp varoluşun ispatına dönüştüğünü keşfettiğimden bu yana gizli bir rahatlama içindeyim. Uzun itirafnameler bir sırır saklar genellikle. Unutunca yaralar kapanır mı baba? Sen unutuyorsun diye bütün acılar geçiyor mu? Hiç yaşanmamış gibi davranabilir miyiz? Hiç olmamış gibi. Sen unutuyorsun diye ben de mi unutacağım? Unutmuyorum. İstemediğim için değil, başaramadığım için. Unutamıyorum ben. Gece uyumaya çalışırken beynimi istila ediyorlar. Güç geldiği anda yine üzerime abanıyorlar. Senin unutkanlığına hastalık diyorlar. Benimki daha büyük bir lanet. Hastalıktan öte, lanet. Sen masum olacaksın, ben nefretimle anılacağım. Adaletsizlik değil mi bu? Ne kadar korkunç olduğunun farkında bile değilsin. Geçmişte de değildin, bugün de değilsin. Bunu anlayabiliyor musun baba? Anlayabiliyor musun ne hissettiğimi? Kendi içinde kaybolmuşsan hayatının eskisi gibi olma ihtimali giderek azalıyor ve o saatten sonra nereye gideceğini ne yapacağının nasıl yapacağının bir anlamı kalmıyor. Zaman geçince bazı yaşanmışlıkların unutulduğunu sanıyoruz öyle olmuyor; vücudumuzda saklanan belalı, sinsi bir virüs gibi zayıf anlarımızı kolluyorlar fırsatını bulunca her şeyin acısını çıkarmak istercesine merhametsizce saldırıyorlar. Hiçbir şeyin geçtiği yok; geçen sadece son ödeme günleri, ilaçların son kullanım tarihleri yiyecek içeceklerin marketlerdeki raf ömürleri ve öyle şeyler. Aslında sadece ömrümüz. hallac olarak hallac-ı mansur olmak benliğin özünde yanan harlı ateşe çıplak ellerle dokunmak demektir. O ateşle dolmak ve sonunda ateşin kendisi olmaktır. Orası mesafelerin sona erdiği yerdir. Böylece onları aciz bırakıyorum, kelimelerimle gökyüzünü dolduruyorum ve nereye bakarlarsa benden bir izle karşılaşıyorlar, kaçamayacaklarını anlayınca nefretleri de öfkeleri de büyüyor. Hiçliğe eriştiğim anda, anlaşılmak ve anlaşılmamak umurumda değil, bilakis beni ayıplasınlar kınasınlar ki hakikatim güçlensin. Hiçliğin içinde yeniden diriliyorum. Çok güçlendiren bir duygu bu. Hiçliğin gücü senden korkmuyorum, beni yargılamandan benim için hazırladığın cehennemden korkmuyorum, korkulardan arınınca cennet de cehennem de aynılaşıyor. Ateşle su arasında hiçbir fark yok. Bunu anlayabiliyor musun? Bildiğin üç kelimeyle küstahça ahkam kesmeni dinleyecek değilim, ben ve sen ayrı dünyalardayız, ayrı kelimelerin insanlarıyız ayrı hayallerin.. Ortada bir sorun olduğunda ben adım atmazsam o sorunun sonsuza dek süreceğini düşünüyorum, neden acaba? Yüzüm yok. Yeni yüz yapacağım kendime. Rüyalarımdan, hatıralarımdan, gözyaşlarımdan, uykusuzluklarımdan ve intiharlarımdan ve vazgeçişlerimden yeni bir yüz yapacağım. Tahta atlar yapacağım kendime, kurşun askerler, tel arabalar, rüzgar gülleri, kağıttan uçaklar, krepon kağıtlarından ağaçlar, renk renk çiçekler yapacağım kendime. Yeni bir yüz, yeni bir çocukluk, yeni bir hikâye. Boğulmak herkesin üstesinden gelebileceği bir şey değildir. Herkesin sadece bir kez boğulma hakkı vardır. Geçmişin güzellikleri tükenince hatıralar kullanılmaktan tarumar olunca eli mahkum herkes hayallere sığınıyordu. Onların aklı toprağın altına bıraktıkları annelerinde kalmıştı. Hakiki ve saf acının mesken tuttuğu yüzü hiçbir maskeyle gizlemek mümkün olmuyordu. Hakikat dünyasına kayıtsız kalarak hayatını sürdürebileceği hayaller dünyası kurmak.. Henüz dünyada olmayan bir hayatın hayalini kurarken sahip olduğun hayat eriyip tükeniyor. Musa yalnızlığındayım. hayat suyundan mahrum. yol ayrımında. sakıncalı sorular aklıma taarruz ediyor. boynuma okunaksız, kirli bir yafta asıp şehrin meydanına sürüklediler beni. sanrılı, sancılı, suçlu ve sahipsizim ahalinin gözünde. suda boğulan benim, ölüm bulaştı döllerime, her yıkık duvarın altından benim cesedim çıkıyor. adımı ezbere biliyor puta tapıcı yargıçlar; faili bulunmamış ne kadar günah varsa, altına beni yazdılar. kimseler itiraz etmeyecek biliyorlar. kimseler sormayacak, neden. bana Hızır’ı göster Tanrım! Doğdum, doğar doğmaz sütten kestiler beni. Annemin memelerinden sürgünlük aktı. Uzak, görünmez kentlere savruldum, yetim ve öksüz. Aç kaldım, susuz kaldım. Bir parça kuru ekmek, bir zeytin tanesi, bir yudum oğlak sütü indir gökyüzünden. Açlığımı gider ve susuzluğumu. Geçmişte olan ne varsa unutmak veya üzerini örtmek yerine hatırlamayı zihninde tartışmayı kim ve ne olursa olsun affetmeyi seçmişti zira zor olduğu kadar iyileştirici olan buydu. İnsanın kabahatleriyle arasında görünmez bağlar vardır, içini kavuran ateşe başka bahaneler bulur, oysa sorunun kaynağı derinlerde bir yerde kaybolduğunu sandığımız karartılarda gizlidir. Kötü hatıralar insanı köleleştirir,içinde olduğu anı,dilediğince yaşamasına müsade etmez.Kapısı,penceresi olmayan bir odadır kötü hatıralar,zaman ve mekân gittikçe anlamını yitirir,hakikat parçalanır,insanın önce zihni sonra bedeni çürümeye başlar.Kendi uydurduğu yalanlara inanarak kurtumayı ümit etmek çürümenin safhalarından biridir.Unutmak hatırlamanın bir parçasıdır,kötü hatıraları dalgınlıkla hafızadan uzaklaştırarak değil,acı çekmeyi göze alarak unutmak.Özgürleşme tam burada başlar:Unutmayla hatırlamanın aynı şey olduğunu keşfettiğin anda.Aynı acıya maruz kalan insanlar,iradelerinin ötesinde tek bir vücut haline gelirler,ıstırabı onlardan birinin üstlenmesi acıyı ortadan kaldırmaya yetmez;her ikisinin de bilinçli olarak paylaşması gerekir,aradan ne kadar zaman geçerse geçsin,paylaşma zarureti ortadan kalkmaz İstanbul’da yabancı yoktur, bu şehir herkesin kendince yakınlıklar kurduğu bir şehir ve herkesin evi sayılır. Yaşamayı ertelemek gibi zehirli bir alışkanlık edindi bu ilişkilerin sonunda. Doğru insanı bulmak düşüncesi gitgide inandırıcılığını yitiriyordu, öyle biri olduğuna dair beklentilerini bir yana atmıştı, bir gün bir adamla karşı karşıya geldiğinde gökten rengarenk yıldızlar dökülmeyecekti üzerlerine, güneşin ışıkları güzel kokulu çiçeklere dönüşmeyecekti, öyle düşsel masalsı bir karşılaşma olmayacaktı hayatı boyunca. Masallara inanmayı çoktan bırakmıştı, yalnızlıktan. Herkes hayatında en az bir kere deliriyor, düşüyor, kayboluyor ve hiç kimsenin delirmesi, düşüşü yağır kayboluşu bir başkasınınkine benzemiyor... Bazı acılar var ki onlardan kurtulabilmek için insanın çaba sarf etmesi yetmez; unutmaya çalışmak, zamana bırakmak yahut kabullenmek, yüzleşmek, üstüne gitmek beyhude, ne yapsan geçmez. Kurtulmanın tek yolu o acının seni terk etmesini beklemek; bazen insanlar kadar acılar da yorulur ve giderler... Sürekli sızlanan biri olmaktan nefret ediyorum, tek bir adım kaldı, tek bir adım daha. “Marifetlerinle aptallıkların arasındaki mesafeyi adamakıllı ölçebilmek, zaaflarını ve gücünü dürüstçe keşfedebilmek, geçmişle gelecek arasındaki hayati dengeyi kurabilmek, benliğinin karanlıkta kalan taraflarını bulup yüzleşebilmek buna bağlı..” Birisi hafızasını yitirdiğinde senin için de tanıdık biri olmaktan çıkıyor muydu? Annemi hayattayken son gördüğüm anı unutamıyorum, daha doğrusu bilinci yerindeyken gördüğüm son anı demeliyim, çünkü uzunca bir süre hastanede koma halinde yattı ve sonra öldü.. Herkes hayata katlanabilme yolu olarak bir yalan seçiyordu kendine.. Konuşmanın bizi ne kadar yalnızlaştırdığının farkında mısın? Kötü bir insan değilim ama kötü şeyler yaptım, vicdanımı rahatlatmaya uğraşmıyorum, ne kadar üzgün olduğumu anlatmak mümkün değil. Bu bir adam asmaca oyunu;harfleri gizlenmiş bir kelime var,ben aklıma gelen harfleri sayıyorum, sesliler, sessizler,tahmin yürütüyorum,her yanlışım için yandaki boşluğa bir çizgi çekiliyor, dar ağacının yatay ve dikey direkleri, yukarıdan salınan ip, bir yuvarlak kafa,ince bir vücut çizgisi iki kol ve nihayet iki bacak. Her şey doğru kelimeyi bulmana bağlı hayatını sürdürebilmenin yegane yolu bu. Hepimizin yaptığı,ölümün yaklaştığını haber veren çizgiler çoğalmadan evvel hayat veren kelimeyi bulmaya çalışmak. Kaybolmanın tek iyi yanı yeniden paylaşabilmeyi mümkün kılmasıdır. Şu sıra kendime sık sık tekrar ettiğim hakikatler bunlar. Allah’ın merhameti, umutsuzluk ve kederin tam ortasındayken tecelli etttiğinde insanın yalnızlık endişesi hafifliyor. Sesinin duyulduğunu bilmek kadar kıymetli ne olabilir? Her yeni düşüncem bir öncekiyle uyumsuz ve hatta çelişkili, bu kıskacın içinde bir yere varamayacağım aşikar çünkü yüreğimdeki çatışmalar gözlerimi kör ediyor. Yağmurun şiddetini artırdığı küçük zaman dilimlerinde,daha fazla ıslanmaktan sakınmak için omuzlarımızın gayrihtiyari yapıştığı o tılsımlı anın içinde sonsuza dek kalabileydik keşke.Bedenlerimizi yakınlaştıran aşk yağmuru,ruhlarımızı da iç içe soksaydı, varlığımızın sınırları birbirine karışsaydı,bir ve aynı olsaydık,hangimizin varlığı nerede başlıyor, nerede bitiyor anlaşılmaz hale gelseydi.Yüz yüze baktığımızda kimin kim olduğunu ayırt edemez olurduk böylece;iki ayrı kişilik,sadece bir göz yanılsamasından ibaret kalırdı.Kader çizgimiz bir yerden sonra aynılaşırdı.Tasalar ve sevinçler aynı, hüzünler ve kederler aynıydı. Çorba yoksunluğu çağrıştırsa da sıcaklığıyla bunu örten bir yemek; içinizi ısıttığı kadar birlikte olduğunuz kişiyle de aranızdaki içtenliği artırıyor. Gösterişsiz ama vaatkar. Birbirini sevenler ve iyi arkadaşlar birlikte çorba içmeye giderler başkalarıyla arasındaki mesafe nispetinde yemeğe giderler, çorba konfordan ziyade merhamete karşılık gelir; yoksullar yolda kalmışlar çaresizler çorba parası isterler. Diline mukayyet olursun kafanın içinde dönmesine mani olamazsın. Ben, ‘’Ben’’ olmayınca baba da olamadım. Zaten bir evlada baba olacak kadar güçlü değilsen, ötesini hesap etmek de yersiz. Yarım kalan her şey insanın huzursuzluğunu ve çaresizliğini büyütüyordu. Artık onun için başka bir hayat başlıyordu. Ölüm insanı bütün hırslarından arındırır, terbiye eder, ölüm hayata anlam katar, hepimizi toprakta eşitler kibirlenenler açgözlüler benlik kavgası edenler, hırsla biriktirenler yetimleri ve fakirleri gözetmeyenler bilsinler ki ölüm var! Beni yeniden karanlıkta bırakmayacaksın değil mi? Bazı insanlar boşluğa bakarken, kendilerini önlerinde duran derinliğe bırakmak için arzu duyarlar. Ben, o insanlardan biriyim. Boşluğa atlama dürtüsü diyorlar buna. Yüksek bir yerin kenarında durmuşsun ve dilediğin an kendini bırakabilirsin. Ölüme yakın olmanın insanda yarattığı tuhaf özgürleşme hissi; dilediği an her şeyi sonlandırmanın kıyısında beklemek. Böyle zamanlarda karanlık dürtülere kapılmak yerine doğru soruyu sorman gerekiyor: Çıkış yolu nerede? Doğru soruyu sormadığı için lüzumsuzluklarla oyalanmayı seçen insanlardanım ben. Kaçamak sözlerle, yapmacık, marazi özgürlük hayalleriyle kendimi avutuyorum. Bugün yağmur yağacaktı o da vazgeçmiş olmalı..
··
1.517 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.