Konusunu okuduğumda merakımı cezbeden bir roman olmuştu Gökdelen. Öncelikle 2073 yılında geçen distopik bir Türk romanı fikri son derece ilgi çekici gelmişti, üstelik yargı sisteminin geleceğine ilişkin varsayımları ve sistem eleştirisi vaadi de dikkat çekiciydi. Büyük beklentilerle başladım, ama maalesef edebi anlamda istediğimi bulamadım.
2073 İstanbul’u. İnşaat sektörü ülkeyi ele geçirmiş, vatanı yüzlerce katlık gökdelenler sarmış. Ulaşım kara yollarına ilave olarak gökyüzünde mekiklerle yapılıyor. Teknoloji geliştikçe iş imkanları da azaldığından özellikle şehirlerin nüfusu ciddi oranda düşmüş, sistemin dışına itilen insanlar gözlerden uzak, orman içlerinde ve şehir sınırları dışında yabani bir yaşam sürmeye başlamış. Ülkedeki kuruluşların neredeyse tamamı özelleşmiş, basın tamamıyla siyasetin emrine girmiş, siyaset-sermaye arasındaki çıkar ilişkisi ayyuka çıkmış. Yargı sadece sermaye sahiplerini çıkarlarını koruyan ve siyasi muhalifleri hapislerde süründüren bir tehdit aracına dönüşmüş.
Eski solcu avukat Can Tezcan’ın müşterisi zengin müteahhit Temel’in çıkarını korumak ve kısmen de hapisteki eski tüfek arkadaşını kurtarmak için ortaya attığı “yargının özelleştirilmesi” fikri üzerine kurgulanmış roman. “Her şey özelleşmişken yargı neden özelleşmesin?” varsayımına dayanıyor. Bunu kişisel çıkarları için kullanma hevesi ile gözleri parlayan sermaye ve siyasetin nasıl kolkola girip yozlaştığını, basının kullanışlı bir araç olarak manşetlerini nasıl satılığa çıkardığını, halkı umursamayan kalantorlar grubunu resmediyor Tahsin Yücel.
Ama bunu maalesef çok yüzeysel bir anlatı, karikatürleştirilmiş karakterler, sıkıcı ve derinliksiz diyaloglarla son derece başarısız şekilde yapıyor.
Öncelikle yazar “yıl 2073" demese ve arada zenginler mekiklerine binip gitmeseler gelecekte olduğumuzu anlamazdık. O yüzden bu roman bir distopya değil ve bence Tahsin Yücel’in de öyle bir hedefi yok; amacının günün siyasal, sosyal, ideolojik eleştirisini yapmak olduğu açık. Bunu yaparken karakterlerini gerçek hayattan o kadar birebir kopyalamış ki, gökdelenler diken aptal ama zengin laz müteahhit, Kayseri şivesi ile lafı uzatarak ve üstten bakarak konuşan havacılık sektöründeki zengin patron, zincir mağazacılık yapan ve geçmişte de siyasete atılmış olan uyanık işadamı, köşe yazıları ile gündemi belirleyen, “eski solcu” ayakları yapan rüşvetçi köşe yazarı ve Karadeniz’li başbakan tiplemeleri ile kimleri kastettiğini daha ilk cümlelerde anlıyoruz. Kimseleri beğenmez, yukarıdan bakan üslubu ile yazarın bu tiplerin hepsinin karşısında durduğunu ve hatta Başbakan’ı Dostoyevski’nin aptal ama kurnaz karakteri Smerdyakov’a benzettiğini de hemen öğreniyoruz.
Kalan 300 sayfa yazarın, bu komik karakterlerinin aptallığı ve hırsızlığını, sıkıcı diyaloglar eşliğinde sürekli kafamıza kazıması ile geçiyor. Başka bir deyişle yazar, arka planda saklamaya çalıştığı didaktik üslubu ile, biz cahil halkı aydınlatmaya çalışıyor.
Derinlikten ve temelden yoksun “hukukun özelleştirilmesi” fikri de romanda çok ortada kalıyor. Zaten mevcut durumda dilediği siyasi muhalifini hapislerde süründürebilen, her projeden aldığı yüzde ile finansal gücünü arttıran ve dilediği ayak oyununu kolaylıkla yaparak çevresindeki riskleri bertaraf edebilen bir başbakan karakterinin “yargının özelleştirilmesi” fikrini neden kabul ettiği hiç mi hiç anlaşılmıyor.
Yazarın"yılki insanları" gibi adıyla bile insanı heyecanlandıran bir kavram oluşturmuşken bu kavramı derinleştirmeden, romanın yüzeyselliğinde kaybetmesi tüm romanda en çok üzüldüğüm nokta oldu. Sadece bu fikrin üzerine gidilse çok daha ilgi çekici ve dolu dolu bir distopya okuyabilirmişiz izlenimine kapıldım zira.