Ben su, kalsiyum ve organik moleküllerin toplamı olan bir varlığım. Siz de öylesiniz, yalnız adınız başka. (Carl Sagan)
Hepimiz gökyüzünün ve yeryüzünün çocuklarıyız. Uzay tozlarından oluşmuş atomlardan meydana geldik ve omuzlarımızda evrimsel bir yük taşıyoruz. Bugün yaptıklarımızla geleceği şekillendirmekten sorumluyuz.
Evrenin yaratılış zamanını gözönünde bulundurursak bizler kısacık yaşam süremiz boyunca kendi dünyamız içinde bile çok kısıtlı bir alanda yaşamlarımızı tamamlıyoruz.
Bugüne kadar kozmik okyanus dediğimiz ve uzay zamanın başladığı sınırlar içinde seyahat edebilen insanoğlu sadece uydumuz Ay’a ayak basabilmiştir. Ayın dünyamızdan uzaklığı yaklaşık olarak 384 bin Km dir. Bir sonraki hedefimiz olan Mars ise bize milyonlarca km uzaklıktadır. Halen uzay zaman boşluğundaki yaşam arayışımız devam etmektedir.
Peki insanlar günün birinde tüm bunları aşabilselerdi ve başka galaksilere seyahat ederek bu sonsuz diye adlandırdığımız uzay boşluğunda Solaris isimli bir gezegene, okyanusa ya da bilinmeze ulaşabilselerdi. Ve bir şekilde bu gezegende yer alan okyanusun organik bir yaşama sahip olduğunu keşfetselerdi, insanoğlunun sonraki adımı acaba ne olurdu?
Hiç kendinizi dinlediğiniz ve anlamadığınız zamanlar oldu mu? Ya da en yakınınızdakileri dinleyip de anlamadığınız zamanlar? Bazen bunu bile başaramıyorken organik bir yaşamın olduğuna inandığımız Solaris gezegeninde acaba Solaris’i nasıl anlamayı düşünebilirdik. İşte Stanislaw Lem’in şaheser kitabı Solaris de bizi bu sorularla başbaşa bırakma amacını taşıyor ve bizi bilinmezin sınırlarına taşıyor.
Solaris kesinlikle hayatımda okuduğum en güzel kitaplardan birisi ve tartışmasız okuduğum en iyi bilim kurgu kitabı. Çok derin ve ağır motiflerle süslü bir kitap. Bizi bilinmezlerle ve bunlara vereceğimiz tepkilerle başbaşa bırakıyor. Hem yaşamı yeniden düşünmeyi hem de bilinmeze karşı sorular sorma ve öğrenmeye yönelik açlığımızı körüklüyor.
“”Yalnızca İnsan'ı arıyoruz biz, başka dünyalara gereksinimimiz yok. Ayna gerek bize.””
Kitap bir gezegende mi geçiyor yoksa bir okyanusta mı ya da bilince sahip bir organizmanın içinde mi belli değil. Tüm bilinmezlerle kitap boyunca ilerleyen, insanlığın geçmişten günümüze yarattığı Solaris bilimi denen bir kavram var. Dünyadan Solaris gezegenine bu bilimi araştırmak için giden insanlar ömürlerini bu bilime vererek orayı anlamlandırmaya çalışıyorlar. Solaris ile iletişim kurmak için her yol deneniyor. Her defasında farklı teoriler geliştiriliyor, deneyler yapılıyor ama en sonunda yeniden başa dönülerek daha önceki tüm deneyimler boşa çıkıyor.
Bu biraz da bizim gündelik insan yaşamımızda bir yabancıya ya da farklı canlılara yaklaşımıza benziyor. Bilim kurgu filmlerinde bile gördüğümüz tüm dünya dışı varlıklar bozulmuş bir insan bedenine ya da yüzüne hapsolmuş canlılardı. Peki ya ilerde keşfedeceğimiz canlı formu Stanislaw Lem’in anlatmaya çalıştığı gibi örneğin tek başına ama canlı olan bir gezegense ya da okyanus ise ve biz onunla iletişim kurmanın yolunu bulamazsak, bu evrendeki canlı arayışımız için büyük bir hayal kırıklığı olmaz mıydı? Karşımıza dünyadaki yasaların işe yaramadığı bir durum ortaya çıkabilir, bugüne kadar geliştirdiğimiz tüm bilimler ve felsefe bu iletişim için yeterli olmayabilir. Einstein a kadar evren anlayışımızda kendimize çok güven duyuyorduk ancak Einstein ile insanoğlu şoka uğradı. Görecelik Kuramı ile klasik Newton fiziğinin bazı durumlarda işe yaramadığını gördük ve yepyeni bir evren anlayışına sahip olduk. Bugün de atom altı dünyasındaki yeni gelişmeler ve kurallar bizleri her gün şoka uratıyor.
İnsanoğlu bilinmeze olan bu merakını gerçekten varoluşunun bir gizemi ya da gerçeğe ulaşmak için mi istiyor. Yani Mars gezegenine ayak basmak isteme nedenimiz gerçekten oradaki yaşamımı araştırmak mı yoksa bu gezegenin bize ne yararlar sağlayacağını mı keşfetmek? Yani sömürmek? Kitap boyunca da amaç bir hükmetme, sömürme isteğine dönüşünce insanoğlunun bilimimi yetersiz kalıyor. İnsanın bu açgözlülüğü ve ele geçirme hırsı nedeni ile Solaris gezegenini hiçbir şekilde anlayamıyor.
İnsanoğlunun en başta kendisini tanımaya, daha sonra da bilime, felsefeye ve sanata ihtiyacı vardır. Kendisini tanımayan bir insanoğlunun başka varlıkları tanıma şansı ne yazıkki yoktur.
ZİYARETÇİLER : Solaris gezegenine ulaşan biliminsanları bir süre sonra cisimleşmiş olarak yaşamındaki ölmüş insanları görmeye, onlarla iletişim kurmaya başlıyorlar. Bir anlamda okyanusun insanlarla iletişim kurması olarak algılayabileceğimiz bu olgu, sadece Solaris gezegeninin çekim alanı içerisinde var olabiliyor. Peki aynı şey acaba insanlar için de geçerli olabilir mi, yani biz insanlar da belki Dünyanın sadece belirli bir çekim alanı içerisinde varoluyor olabilir miyiz?
Rhea gibi Okyanus’un gönderdiği ziyaretçiler biraz da gerçeklik algısını sorgulamamıza neden oluyor. Okyanus ayna gibi kişinin içindeki sorunları onlara gösteriyor. Bir nevi Sokrates’in “Daimon” dediği kişinin vicdanı ya da vicdanının sesini yansıtıyor. Bir süre sonra kimin gerçek olduğunu anlamakta zorlanıyoruz. Biraz Platon’un “Mağara Alegorisi” gibi insanoğlunun da bir aydınlanma ışığına ihtiyacı oluyor. Ancak biz insanlar ne yazıkki aydınlanma ışığını genellikle red etmeye meyilliyiz, kendi mağaralarımızda mutlu olduğumuzu düşünerek mağara duvarına yansıyan gölgelerin gerçekliğinde yaşamaya kendimizi mahkum ediyoruz. Oysa asıl ışık tam da mağaranın dışında bizi beklerken…
Son olarak, sinema tarihinin en önemli bilimkurgu filmlerinden birisi kabul edilen Andrei Tarkovsky yönetmenliğindeki 1972 yapımı “Solaris” filmini izlemenizi kesinlikle tavsiye ederim. Yine eserin bir uyarlaması olan Steven Soderbergh yönetmenliğinde 2002 yapımı diğer “Solaris” filmini de izleyebilirsiniz. İkinci filmin biraz daha insanın iç dünyasına odaklandığı ve aşk filmine dönüştürüldüğünü düşünüyorum. Stanislaw Lem, her iki film uyarlamasını da beğenmemiş ve eserinde anlatmak istediği şeyin bu olmadığını belirtmiştir.
İyi okumalar ve iyi seyirler