Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

256 syf.
·
Puan vermedi
·
1 saatte okudu
uzun ve detaylı bir inceleme isteyen varsa.. buyurunuz
Türk edebiyatının ilk psikolojik romanı kabul edilen, Mehmet Rauf’un ''İlk eserim son üstadıma'' ifadesiyle Halit Ziya Uşaklıgil’e ithaf ettiği romanı, Eylül. Eylül, benim Mehmet Rauf’tan okuduğum ikinci eser oldu. Öncesinde Genç Kız Kalbi’ni büyük bir hayranlıkla okumuş ve çok sevmiştim. Yazarın, özellikle bir erkek yazarın, içinde yaşadığı dönemde böylesi bir kitap yazması, toplumsal eleştirilerini sakınmadan dile getirmesi, savunduğu fikirleri bende büyük bir hayret ve sevgi oluşturmuştu. İyi ki de Mehmet Rauf’u okumaya o eserle başlamışım. Çünkü direkt Eylül’ü okusaydım yazara dair düşüncelerim şimdikinden bir hayli farklı olurdu. Zira Genç Kız Kalbi, benim gözümde ve gönlümde Eylül’den öndedir. Eylül edebiyatımız içinde bir baş yapıttır gerçi, orası ayrı. Mehmet Rauf, Eylül’ü yazma hikâyesini şu şekilde anlatmıştır: ''Fikret gazeteye yeni bir tefrika arıyordu. Bir gün konuşurken tefrika için bana teklif etti… O esnada bir gün Halit Ziya’nın yanındaydım. Biz konuşurken kendisinin ziyaretine bir genç geldi. Lakırdı arasında bunun o hafta evleneceğini öğrendim. Düğünden ve düğünden sonraki tasavvurlarından bahsederken, bu adam balayını Büyükada’da geçirmek istediğini, orada tuttuğu köşkü döşettiğini anlatıyordu. Ben Halit Ziya’nın gözlerinde acı bir esef bulutunun karardığını fark ettim. Ve bana öyle geldi ki ruhu artık böyle bir saadetin kendisi için imkânsız olduğunu anlamaktan kaynaklanan bir acıyla burkulmuştu. İşte Eylül’ün esasını teşkil eden fikri, yani gençliğin akar bir su, esen bir rüzgâr gibi, engellenmesi ve geciktirilmesi mümkün olmayan bir surette uçup gittiğini takdir etmek, eylülde baharın geri gelmesi nasıl imkânsızsa şimdi her şeyin faydasız olduğunu anlamak, ziyan olarak geçen günlerin hasretiyle harap olmak fikrini buradan kaptım. Bu fikir bana o kadar cazip, o kadar derin göründü ki günlerce meşgul olarak işledim, süsledim ve renklendirdim. Romanın esasını hazırlayıp iki hafta sonra Eylül’ü yazmaya başladım.'' Kitap, yazarının da anlattığı üzere, tam da bu konu etrafında şekilleniyor. Süreyya ve eşi Suat ile Necip’in başkahramanları olduğu eserde Suat ile Necip’in arasındaki yasak aşk anlatılıyor. Süreyya’nın ailesinin bağ evinde başlayan hikâyenin daha ilk sayfalarında beş yıldır evli olan Süreyya ve Suat çifti arasında görünürde hiç sorun yokken aslında Suat’ın sık sık kendisini kötü hissettiğini, eşini her daim mutlu etmek adına çeşitli endişeler duyduğunu görüyoruz. Necip ise Süreyya’nın yakın akrabası (kuzeni) ve arkadaşı. O da sıkça bu eve gelerek aileyle vakit geçiriyor. Birçok kadınla kısa süreli ilişkiler yaşayan, kadınlara dair çok genelleyici ve sert fikirleri olan (Kahraman Samson efsanesine atıfta bulunarak ''Çünkü kadın, çünkü Delila'' der ve kadınları kötülüklerin, aldatmaların, çirkinliklerin temsili olarak görerek hiç masum, sadık, iyi bir kadın olmadığını, hepsinin aynı olduğunu düşünür; fakat ironik bir çelişkiyle eleştirdiği şeyleri kendisi de yapar) bir bekardır kendisi. Necip’in Suat’a karşı duyacağı aşk, Suat’ın eşini memnun etmek adına babasından para alarak çok istedikleri yalıya gidebileceklerinin sürprizini yapmasıyla başlayacaktır. Davet ve rica üzerine Necip de onlarla yalıya gidecek ve çokça vakit geçirmeye başlayacaklardır. Süreyya’nın denize karşı büyük bir sevgisi var, çok geçmeden bir sandal kiralıyor ve sık sık denize açılıyor. Suat’a ise deniz rahatsızlık verdiği için ne kadar denese de eşiyle gidemiyor, balkonda endişeyle onu seyretmekle yetinmeye çalışıyor. Süreyya’nın bu gidişleriyle birlikte Suat birbirlerinden biraz daha uzaklaştıklarını hissederken Necip’le de bolca vakit geçirmeye başlıyorlar. Süreyya’nın aksine Necip de Suat gibi piyanoyu, müziği çok seviyor. Süreyya Suat’ın piyano çalışlarını neredeyse küçümserken o, dinlemekten keyif alıyor. Böylelikle Suat ve Necip’in arasında, başka kimsenin dahil olmadığı, bir ortak zevk alanı oluşuyor. Mehmet Rauf denizciliğe olan ilgisini Süreyya üzerinden ifade ederken, bir diğer büyük ilgi alanı olan müziği Necip üzerinden dile getiriyor. Kitapta birçok bestecinin, parçanın ismi geçiyor. Bu alanda bilgi sahibi olmadığım için bilemiyorum fakat bu parçaların da kurguya uygun biçimde özenle seçildiklerini öğrendim. Bilgisi olan, alanın içindeki bir kişi için yazar aslında o bölümlerde de çokça şey anlatıyormuş meğer. ''Romanı kaleme alırken her akşam bir sandala atlayıp, o sırada Tarabya’da oturuyordum, Beykoz’a gelir, bir çayırda saatlerce uzanır, okur ve düşünürdüm, yazar ve çizerdim.'' Eserde temel olarak evlilik, aşk, ihanet, mutluluk, namus gibi kavramlar irdelenmiş. İçsel çözümlemelerin oldukça yoğun, iç konuşmaların uzun, ruhsal tahlillerin oldukça derin olduğu eser; psikolojik roman türünün bu anlamda hakkını veriyor gerçekten. Kolay bir okuma olmadığını söylemeliyim. Bunun belki de bir sebebi, yaz döneminde okumam olabilir. Zira Güneş’in ışıl ışıl parıldadığı, içimin kıpır kıpır olduğu bir ortamda böyle bir eseri okumak, karakterlerin dramatizelerini dinlemek pek de kolay değil tabii… Yeri gelmişken söylemeliyim ki maalesef karakterlerle iyi bir empati kuramadım -ki çok nadir olacak bir durumdur bu benim için. Karakterleri okurken gerçekten yoruldum, sanıyorum bunun sebebi duygularını çok uçlarda yaşamalarıydı. Çünkü gelgitleri fazla olan Necip ve Suat’ın ruh hâli sürekli değişiyor, bir an aşklarının ne kadar ''yüce'' olduğundan bahsedip süslü cümlelerle sevgilerini anlatırlarken bir an sonra büyük bir hüznün içinde ümit edilecek hiçbir şey olmadığından ve ne kadar acı çektiklerinden yakınıyorlardı. Galiba bunda o dönemde realizm akımının revaçta olmasına karşın yine de hâlâ tam olarak etkisini yitirmemiş romantizmin payı var. Belki de kitabın arka kapağında da ''Fakat Eylül’de yaşanan aşk masumiyet ve yüceliğine gölge düşürülmeden korunmak istenir.'' ifadesiyle geçen bu gibi düşüncelere katılmadığım, bu ''aşk''ın benim gözümde çirkinliğini koruduğu içindir. Kitap, ismini Suat’ın kendi durumunu içinde oldukları eylül ayına benzetmesinden alıyor. ''Malum ya hüzün ve matem ayıdır'' diye başlayarak eylül ayı betimlenirken, Suat da ''hayatının şu devresi kendi ömrünün, kendi kadınlık hayatının eylülü gibi geldiğini'' düşünüyor. Yakın zamanda okuduğum bir kitapta geçen şu cümleler kitabı okurken zihnime düştü: ''Aşk hakkında çok okudum, çok düşündüm ve nasıl bir sonuca vardığımı duymak ister misin? İnsan sahip olmadığı şeye âşık olur, kişiye değil. Bu bazen bir kadının kaybettiği babası yerine koyduğu bir adam oluyor, bazen yorulduğu yokluktan onu kurtaran bir şövalye, bazen bir adam için dokunulmamış bir ten... Ve bazen de özgürlük. İnsanlar gerçekten kişilere mi âşık oluyor sanıyordun? 'Kaçan kovalanır' zırvalığı da aklını karıştırmadı mı hiç? Elde edemediğine bağlanıyorsun. Uğultulu Tepeler'de evin kızı neden bir beslemeye tutuldu? Çünkü heyecanlıydı, çünkü bunun onaylanmayacağını ve buna sahip olamayacağını biliyordu. Yusuf Atılgan Aylak Adam'da bütün kitap boyunca neden bulamadığı aşkın yetişemeyeceği otobüste olduğunu söyledi? Romeo ve Juliet, düşman ailelerin çocukları olmasa yine de ölür müydü sanıyorsun? Aşk-ı Memnu'da Bihter hırslarının kurbanı mı oldu, Behlül'e olan aşkının mı? Hayır, aşk ve edebiyat dramadır. Sonu mutsuz biten hikâyeleri herkes daha çok sevmedi mi? Mutlu bir sona sahip olmadıklarını bildiklerinden… Titanik batmasaydı; Romeo, Juliet ve Bihter ölmeseydi; Çalıkuşu'nda Feride, Kamran'ı terk etmeseydi; yine de efsane olurlar mıydı? Rose gerçekten Jack'e âşık olsaydı onun ölmesine izin verip kendisine başka bir hayat kurabilir miydi? O fotoğrafları hatırlıyor musun? Ata biniyordu, çocukları ve torunları olmuştu, gülümsüyordu ve mutluydu. Jack olsun ya da olmasın, annesinin dayattığı değil, kendi istediği hayatı yaşamıştı, onun âşık olduğu buydu.'' Açıkçası bana da Necip’in hissettikleri aşk gibi gelmedi. Sanki aşk değil de, bir tür eksikliği doldurma ihtiyacıydı onunki. Mehmet Rauf’un Halit Ziya’nın gözlerinde gördüğünü anlattığı durum vardı onda da. Kadınlar hakkındaki olumsuz düşünceleri onu sevmeye layık, sadık bir kadın olmayacağı fikrine inandırmıştı ve umutsuzdu. Aslına bakarsak bence korkuyordu da, birini sevip ardından onun da ''diğerleri''nden farklı olmadığını görerek hâyâl kırıklığına uğramaktan korkuyordu. Bu nedenle sevmeye, evlenmeye uzaktı. Diğer yandan, Suat bu noktada onun için yerinde bir seçimdi aslında. Sevecekti, sevgiye layık olduğunu düşündüğü kadını sevme hissini tadacaktı, fakat evlenmeyecekti de, evlenemeyecekti. Kendisi her ne kadar tersini, kavuşmak istediğini, söylese ve hatta en sonunda ''Gidelim buradan beraber'' dese dahi, ben böyle olduğunu düşünüyorum nedense. Suat’ta bulunan Necip’in istediği masumiyet, sakinlik, saadet, sadakat; evli oluşunun getirdiği yasakla birlikte Necip’in gözünde bir caziplik oluşturdu bence. Suat ise… O da aslında kendisinin de tam olarak ne olduğunu anlayamadığı bir sebepten ötürü eski saadetini, evliliğindeki mutluluğu kaybetmiş bir durumda. Belki Suat’ın aradığı şey de sevildiğini hissetmekti. Çünkü kendisi eşinin mutluluğu ve rahatı üzerine sürekli düşünerek ''uygun/doğru eş'' profili çizerken Süreyya’da bu durum yoktu; kendi isteklerini, denizi düşünüyordu, Suat’ın ilgi alanı onun ilgisini çekmiyordu. Suat evlilik hayatında sallantıda hissettiği bir dönemde Necip’in kendisine olan sevgisini, ilgisini, dikkatini görünce belki de kadınlık gururuyla, sevilmenin getirdiği tatminle bundan etkilendi. Eylül’de anlatılan bu yasak aşkın diğer film, kitaplardaki yasak aşklardan bir farkı bulunuyor. Burada fiziksel arzuların olmadığı, neredeyse bakışlardan ibaret, gözler ve tebessümlerle konuşulan, üstü kapalı sözlerle ima edilen, karakterlerin temaslarının ancak kitabın sonuna doğru Necip’in Suat’ın elllerini ve gözlerini öpmesinden ibaret olan bir yasak aşk var. Aslında onlar da biliyorlar bunun doğru olmadığını, kendi içlerinde çatışmalar yaşıyorlar, hatta ne kadar yanlış olduğunu düşünüp iğreniyorlar. Lâkin dönüp dolaşıp yine aynı yere geliyorlar, kısır bir döngü içindeler adeta. Mehmet Rauf her ne kadar bireylere yoğunlaşan bir eser yazmış olsa da birçok toplumsal konuya da değiniyor. Evliliklerde eşlerin uyum ve ilişkilerini üç örnek üzerinden anlatırken Necip de yaşadıkları aşkı namus, ihanet, ahlak gibi kavramlar çevresinde inceleyip toplumsal algıyı düşünerek felsefi sorgulamlar yapıyor: ''Tabiatta her şeyin insanları aşk ve kavuşmaya yöneltip davet ettiği, engellerin sadece sonradan konulmuş ve esassız kurallardan, hatta faydasız bağlardan ibaret olduğu fikrinde hâlâ sabit olduğu için kendinin yine mustarip ve güçsüz oluşunu anlamıyor, zayıflığına ve âcizliğine kızıyordu. Nefsini vaat edilmiş olası bir saadet için her bağdan uzak tutmaya, aşktan başka her şeyin boş olduğuna karar verip başka hiçbir şeye önem vermemeye niyetlenmişken engelleyemediği bazı duygularına uyarak bu kadarını da feda ediyor, maneviyata her şeyi feda ederek yetiniyor ve yine bundan bile acı çekip mustarip oluyordu… Düşünerek temelsiz bulduğu şeylere böyle elinde olmadan itaat edip boyun eğdikçe, 'Acaba düşüncemde mi yanılıyorum?' dediği olurdu. Fakat hayır, bu akıl ve mantığın, bilim ve felsefenin son çıkarımlarına ve delillerine dayanan bir düşünceydi. O zaman bir anlam, bir sebep bulamayarak bir şeyin doğru olmakla güzel ve iyi olamayacağını düşünür gibi oluyordu. Duygu akıldan daha fazla etki ediyordu, akıldan çok duyguya bağlı olduğumuz için 'toplumsal kurallar ve bağlar' dediği şeylerin asıl varlık ve gereklilik sebebine temas etmiş olduğunu anlayarak, 'evet, işte namus, mutlak namus bu… Ben yalnız kelimeyi kabul etmiyorum, fakat 'şeyi' yapıyorum, işte mecburen yapıyorum, onun altında eziliyorum. Bak bu kadar itaat ederken bile halen mustaribim; ne kadar inkâr edilirse edilsin bu şeyler kötü, çirkin; esasen çirkin, ve ruhum, kalbim bu çirkinliğe, bu kötülüğe tahammül edemiyor, demek namus bu, demek namus var…' diye boynunu büküyordu. Birçokları esasını ve mahiyetini bilmeden, sadece bu namus kelimesine itaatle hareket ederlerken kendisi olayların sevkiyle bu kelimenin işaret ettiği şeyin varlık sebebini hissedip ona esir oluyor ve bunun için onlardan daha çok âciz ve bahtsız oluyordu.'' Bu alıntıda özellikle bir şeyin doğru olmakla güzel ve iyi de olup olmayacağı, insanın reddettiği bir toplumsal kavrama pratikte uymakta mecburiyet hissetmesi, toplumun birçok kavram ve ideolojiyi aslını bilmeden benimsemesi meseleleri zihnimi meşgul etti. Bir başka yerde Necip aynı konu üzerine şu dikkat çekici cümleleri söylüyor: ''Bu yalnız insanların, özellikle insaniyetin selamet ve rahatı için konulmuş, kesin felaketleri engellemek için düzenlenmiş bir kanun değil miydi? İnsaniyet ile insanlığın bu mücadelesinde yine kim mağlup olmuş, hâlâ kim mağlup oluyordu?’' Kitap genel olarak bana şu soruları düşündürdü: Acaba gizli buluşup görüşülen yasak aşk mı daha acıdır ihanete uğrayan kişi için, yoksa yanıbaşında oturup konuşurken gerçekleşen bakışmalar mı? İhanet neye denir? Sevmek, yasak birisini sevmek bir ihanet sayılmayabilir bence. İnsanın kalbini, kimi seveceğini kontrol edebilme gücü tartışmalıdır neticede. Fakat asıl mesele zaten buradan sonra başlamıyor mu? Sevmek, bir derece kabul edilebilir masum bir insan davranışı sayılabilecekken bu durumun üstüne gitmek ihanete giriyor. Açıkçası bana göre Suat ve Necip’in yaşadığı neticede bir yasak aşk ve ihanet. Ne kadar güzellemelerle, süslü cümlelerle anlatılırsa anlatılsın, uzaktan yaşanırsa yaşansın benim gözümde pek de bir şeyi değiştirmiyor. O nedenle onların ''büyük aşkları, şiirsel bakışmaları'' betimlenir, uzun uzun anlatılırken pek çok kez sıkıldım. Normalde, Suat ve Necip daha önce tanışıp farklı bir durumda olsaydı, belki keyifle, heyecanlanarak okuyacağım sahnelerden keyif almadım. Tersine, sık sık, yazarın da sanıyorum kitabı üzerine inşa ettiği, soru ve sorgulamalara kaydı zihnim sık sık. ''Mademki aşk ile saadet ne kadar mümkün değilse aşk ile namus da o kadar imkânsızdır. O halde namus ile huzur ve rahat elbette tercih edilendir.'' (Suatın’ın kitabın sonlarına doğru vardığı ilginç bir fikir…) Kitabın sonu da ilginçti. Sonrasında öğrendim ki yazar zaten böyle bir sonun mesajlarını daha öncesinde çok kez vermiş, ben fark edememişim. O açıdan düşününce kurguya ve karakterlerin dileklerine uyacak bir son olmuş. Eylül, edebiyat dersimizde sık sık geçiyor ve ben de merak ediyordum. Edebiyatımızın bir ilkini, psikolojik roman türünde önemli bir eseri okuduğum için mutluyum. Tahliller, tasvirler hususunda ne kadar başarılı bulsam da maalesef kitap genelinde çok sevdiğimi, favorilerim arasına girdiğini, bir süre sonra öyle alıp da tekrar okuma heyecanı duyacağım bir kitap olduğunu söyleyemem. Yine de, neticede çok kolay sindirilip anlaşılabilecek bir eser olmadığı için ilerleyen yıllarda tekrar okumayı isterim. Mehmet Rauf ise… Genç Kız Kalbi ile, o eserindeki cümleleri, toplumsal eleştirileri, kalemi ve bana hissettirdikleri ile gönlümdeki yerini korumaya devam edecek…
Eylül
EylülMehmet Rauf · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 202139,6bin okunma
··1 alıntı·
13bin görüntüleme
Yasemin okurunun profil resmi
Mehmet Rauf'un aşk ve toplum kuralları konusundaki düşüncelerinde Schopenhauer'dan etkilendiğini düşünüyorum. Kaleminize sağlık, çok detaylı ve güzel bir inceleme olmuş.
Kübra okurunun profil resmi
Schopenhauer'ı hiç düşünmemiştim, olabilir evet. Çok teşekkürler, okuyup beğenmenize sevindim. :)
Stefan Kafkayevski okurunun profil resmi
İnceleme yerine kitabı okusaydım şimdiye bitmişti kitap 😀 Şaka bir yana, inceleme güzel olmuş, emeğinize sağlık..
Kübra okurunun profil resmi
e ama başta söylemiştim ben 😅 teşekkür ederim 🙏🏻
Asya️️‍️ okurunun profil resmi
Kitabın içerisinde sonla ilgili mesajlar verdiğini nereden anladınız? Ve kitap içerisinde, sonla ilgili verdiği mesajlar neydi ?
Kübra okurunun profil resmi
merhaba. kitabı bitirdikten sonra üzerine düşündüğümde, inceleme ve alıntıları gözden geçirdiğimde fark ettim. *buradan sonrası spoiler içerir.* kitap boyu zaten Necip ve Süreyya'nın ne kadar isteseler de kavuşamayacakları ifade edilmişti, yaşarken kavuşmaları mümkün değildi. Süreyya'nın yakarış ve istek dolu şu cümlesi de özet niteliğinde: ''Hiç olmazsa beraber ölmek de mi yoktu, hiç olmazsa onun için ölmek de mi yoktu?'' (sf 252) ayrıca eserin özellikle son kısımlarında sıkça aşkın yakıcılığından bahsedilmiş, ''ateş, ölüm, ıstırap'' gibi kavramlar üzerinde durulmuş. mesajların verildiğini düşündüğüm birkaç alıntıyı bırakayım: ''Hayatta aşka galip gelecek hiçbir şey bulmuyordu. İnsanlığın hissiyat ve meyillerinin en yücesi, en seçkini oydu ve bütün öbürleri onun karşısında sadece susmak ve eğilmek zorundaydı. Dünyada büyük, söz sahibi, tabii ancak o vardı, onun yanında her şey yapay, keyfi, görece kalıyordu. Bunlar sadece imkânsız değil, vahşi, tabiat dışı, zorlama olarak kalıyordu. Ne kadar dayanılmaz bir ateş olursa olsun ıstırapları lezzet ve saadeti o kadar arttırıyor, bizzat işkencesi bir saadet oluyordu. Öldürerek, dehşete düşürerek yakan, zevki ne kadar ani olursa o kadar tahammülün ötesinde can yakıcı olan bir ateş, 'İşte aşk!' diyordu. İnleyerek 'Ah sadece aşk, sadece birbirini sevenlerin her şeyi unutup aydınlık, yaldızlı gördükleri şiir ve heyecan rüyası var, sadece o, sadece o...' Hatta bütün ceza bile olsa, bütün suç bile olsa, onu bilmeyenler, bu saniyeyi yaşayamayanlar için, 'Yaşamadık!' diye feryat etmek gerekirdi. Ondan başka her şey boş, her şey hiç, her şey beyhudeydi. O olmasa hiç, hiçbir şey olmazdı ve yine ondan başka her şey yoktu, yalan olsun, sahte olsun yine daima o hüküm sürüyor, her şeyde, her durumda o galip geliyordu. 'Ah ne iyi oluyor da yine o galip geliyor, her yerde, daima o galip geliyor; bütün o âcizlikler daima eziliyor, küçümseniyor!' diye yakınarak söylüyordu.'' (sf 251) ''...aşkı kavuracak kadar şiddetli bir ateş olsaydı ve hayatını onun için feda etseydi daha mesut olacağını, işte ancak o zaman mesut olacağını zannediyordu.'' (sf 251) ''...Süreyya birden yeri gelmişken Necip'in ismini bir kere söyleyince bütün vücudu ateş gibi yandı... Ve Suat, tekrar aşkına dair kurduğu bütün yüce hayallerin, o saadet yuvasının ağır bir şekilde çöküşünün acı, gönül yakan matemiyle yandığını hissederek hiç, asla bu yaranın iyileşmeyeceğini, ölünceye kadar bu ateşle yanacağını, en çok da uzaklaşıp anılarda sadece saadetleriyle mahmur ve mest, can yakıcı bir baygınlık gibi kalan, o hiçbiri için yaşanılan, ölmeye büyük bir şükranla hazır bulunulan ve bu kadar sevip sevildikçe dünyalar ele geçiyormuş gibi ruh ve hayatın çoğaldığı hissedilen aşk ve saadet anılarını bir saniye derin bir üzüntüyle tekrar görür gibi oldu.'' (sf 230) ''Artık kesinlikle o aşkı gömmek gerektiğini, asla düşünmeksizin bu hayallerden vazgeçmek zorunda olduğunu anlıyor, saadeti sadece hayalde olan bu bedbaht aşkı şimdi baştan aşağı bir dertten, beladan başka bir şey görmüyordu. Bininci defa olarak bu aşkın dayanılmaz bir afet, sadece dehşetli bir ceza olduğunu tekrar ediyordu. Bizzat ondan eziyet ve ıstıraptan başka bir şey görmemişti, en mesut zamanında bile bin türlü ateşleriyle kendini yakmış, huzurunu altüst etmiş, öldürmüştü.'' (sf 231)
Hilal Yiğit okurunun profil resmi
Ne güzel bir inceleme. Teşekkürler.
Kübra okurunun profil resmi
beğenmenize sevindim 🙏🏻
Selen okurunun profil resmi
Çok güzel bir inceleme olmuş.
Kübra okurunun profil resmi
teşekkür ederim 🙏🏻
cglaorz okurunun profil resmi
Kardeşimin ödevi var da . Acaba bu incelemeyi siz mi yazdınız? Yoksa bir yerden alıntı mı?
Kübra okurunun profil resmi
inceleme bana aittir :)
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.