Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

342 syf.
6/10 puan verdi
·
10 günde okudu
Eğitim Sistemi Üzerine
Bu ve bunun gibi birçok incelemeyi instagram: @sinifcibirokur hesabımda bulabilirsiniz. instagram.com/sinifcibirokur Yazar Mitat Enç, 1909 yılında Gaziantep şehrinde doğup 1991 yılında Yalova’da hayata gözlerini yummuştur. Bu geçen 82 yıl içerisinde birçok başarılara imza atmıştır. Toplamda 14 farklı eseri bulunan yazar, eğitim ve bilim dalında Türkçe-İngilizce çeşitli makaleler yazmıştır. Eserlerini incelediğimde genellikle eğitim-psikoloji üzerine yoğunlaştığını gördüm. Bunların dışında “Selamlık Sohbetleri, Uzun Çarşının Uluları” adlı eserlerinde sohbet havasında, yaşadığı anılarını ve bulunduğu şehirlerdeki insanların davranışlarını içeren samimi, içten bir anlatımıyla bizlere sunuyor. Bitmeyen Gece kitabı ise yazarın kendi hayatında neler yaşadığını, gözlerinin rahatsızlığı nedeniyle yaşadığı zorlukları ve bunlarla nasıl başa çıktığını anlatan otobiyografik bir romandır. Mitat Enç, 1929 yılında İstanbul Darülfünun Hukuk Fakültesi’ne yazılır. Burada geçirdiği ilk yılın sonunda gözlerinin rahatsızlığı nedeniyle okulunu bırakmak zorunda kalır ve hastalığının çaresi için Türkiye ve yurtdışındaki hastaneleri ziyaret etmeye başlar. Burada benim dikkatimi çeken bir nokta var. Türkiye’de ve yurtdışındaki ziyaretlerinde toplumun onu nasıl karşıladığı, oradaki hastaneler ve okullarda nasıl kabul göründüğünü kitabın içerisindeki bazı kesitlerde detaylıca görmüş oldum. Öncelikle yazar, gözü hakkında ilk şüphe duyduğu zaman Türkiye’de bir doktora göründüğünde, doktor pek fazla umursamadan adeta bir şeyi yokmuş gibi muayene ederek onu gönderiyor. Burada aslında erken teşhisin önemini görüyoruz. Doktor, muayenesini hakkıyla ve işini severek yapsaydı belki de hastalığı erken tanılayarak daha da ileri gitmesini önlemiş olacaktı. Zaten daha sonra Viyana’da gittiği doktorda sol göz için iş işten geçtiğini ve sağ gözün ameliyatla idare edilebilecek görme gücünü sağlayabileceğini söylüyor. İlk olarak aklıma eğitim sistemimizde öğrencilerin meslek seçimi geldi. Aile baskısı nedeniyle çocuklar kendi istedikleri meslekleri seçemiyorlar ve tüm hayatları boyunca sevmediği bir işte çalışmak zorunda kalıyorlar. Bu da bireyin, yaptığı işe yeterince odaklanamaması ve baştan savma yapması gerçeğini önümüze seriyor. Örneğin bu konuya kendimi katacak olursam, öğretmenlik mesleği asla sevmeden, isteksiz bir şekilde yapılacak bir meslek değil. Sevgi, saygı, hoşgörü olmadan öğrencilerin hayatına olumlu bir etki oluşturabilir miyiz? Ne demiş Doğan Cüceloğlu; “Öğretmen Olmak Bir Can’a Dokunmak”. Gerçekten de o Can’a dokunabilmek sevmeden, ilgi duymadan yapılabilecek bir mesele değil. Aksi takdirde okul hem öğretmene hem öğrenciye bir mapushane olmaktan ileriye gidemez. O dönemlere baktığımızda sınav ve okul derdinin öğrencileri sıktığını gördüm. Yazar; “on iki yıldır sınav ve okul derdi yüzünden şu baharın tadını doyasıya alamamıştık bir türlü.” cümlesiyle bizlere eğitimin sosyal yaşamı sınırlandırdığını ve öğrencilere bu sınav sürecinin işkence gibi geldiğini yansıtıyor. Mesela bu tarz kesitler, kitabı günlük hayatımızla ilişkilendirilebilir hale getiriyor. O zamandan bu zamana artan yoğun etkiyle beraber eğitim sistemimiz başarılıyı seçmek için öğrencilerde çok büyük streslere salık veriyor. Çevremizde o kadar çok örneği var ki sınav stresinden hastalanan, psikolojik olarak çöken, maddi olarak sıkıntıya giren ve daha niceleri. Geçmiş zamanda maddi olarak belki çok fazla harcaması yoktur ama şimdiki dönemde dershanesi, özel kursu, özel hocası derken öğrenciyi yetiştirmek için büyük bir servet harcanıyor. Tabi ki de yetişmek yanlış bir şey değil ama bu kadar fahiş fiyatlara öğrenci olmak sosyoekonomik durumu yetersiz aileler için çok zorlayıcı. Ama ne hikmetse bu kadar paralar harcanan çocuklar pek başarılı olamıyor, onların yerine maddi olarak harcama yapmamış ve sadece emek vererek bir şeyleri başarmaya çalışanlar en önlerde oluyor. Tabi ki burada stres yönetimi de çok önemli. Bir ürüne ne kadar çok para harcanırsa üzerindeki beklenti o kadar fazla oluyor. Öğrenciler bir ürünse tabii ki. Kitapta Türkiye ve yurtdışındaki eğitimi karşılaştırmak için o kadar müsait örnekler var ki biraz da onları inceleyerek mesleki ve entelektüel anlamda bana neler kattığını, dersimiz kapsamında nasıl yararlandığımı ve hangi noktalara katılmadığımdan bahsetmek istiyorum. Yazarın Amerika bursu alabilmek için denemeye gönderildiği İzmir’deki engelli okulunda karşılaştığı müdürün açıklamaları kitabı okurken benim çok zoruma gitti. "Öğretimin yeri sınıftır. Hem onları bugün omzunuza çıkarırsınız yarın da tepenize çıkmaya kalkarlar." Ne kadar geleneksel, baskıcı, otoriter, ilgisiz bir tutum. Ne yazık ki öğretim denilen kavram sadece dört tarafı duvarla kaplı, bir kapısı ve pencereleri olan, kara tahtanın olduğu yerden ibaret değildir. Öğretim aslında her yerdir, her yerdedir. Yolda yürürken birinden gördüğümüz davranış, bir kitap okurken edindiğimiz bilgiler, sosyal medyada karşılaştığımız durumlar vb. mekan ve ürünlerin hepsi bir öğretimdir aslında. Okulda da öğretim sadece sınıfla sınırlı kalmamalıdır, aksine öğrenciler doğa ile iç içe olmalı ve doğadan aldığı ilhamla yaparak-yaşayarak öğrenmelidir. Örneğin okulda öğrencilerle birlikte bir hobi bahçesi yapmak onlara sınıfın dışında çok büyük davranışlar kazandıracaktır. En basitinden eve gittiğinde yediği yemeğin önemini, onun hangi evrelerden geçip ne emeklerle üretildiğinin değerini anlayacaktır. Kıymet bilmeyi ve korumayı öğrenecektir. Ama üniversite hayatıma kadar yaşadığım 12 yıllık eğitim-öğretim sürecimde öğretmenlerim kitapta müdürün bahsettiği düşüncenin dışına çıkamadılar. Öğretimin hep sınıf içerisinde olması gerektiğini düşündüler. Ben bu tarz düşüncelerle karşılaşınca kendimde oluşan olumlu etkileriyle çok umutlanıyorum. Öğretmenlik hayatımda yapmayacağım en büyük yanlışlardan biri bu eğitim felsefesine sahip olmamak, aksine yapılandırmacı bir yaklaşımla öğrenci merkezli öğretim sergilemek olacağına inanıyorum. Bu örneğin bir diğer kısmı olarak da yazarın Boston’da karşılaştığı körler okulunun vizyonunu ele almak istiyorum. “Herkes birey ve insan olarak ötekilerle eşdeğerde olduğuna inanıyordu. Mevkii ve kimlikleri ne olursa olsun herkesin biri birinin dengiymiş gibi davranılmasıydı.” Ne kadar değerli bir görüş. İnsanı insan olarak görmek ve hiçbirini diğerinden ayırmadan önemsemek. Toplumumuzda ne yazık ki bu görüş hakim değil. Engelli birini gördüğümüzde ona acıyarak ve sanki bizden çok farklıymış gibi bakıyoruz. Aslında onlar da bizim gibi, hiçbir farkları yok. Onlara tek engel biziz. Bu düşünceyi aştığımız zaman daha yaşanılabilir bir toplum olabileceğimize inanıyorum. Bazı yerleri okurken ister istemez empati kurmaya çalıştım. Örneğin, iki gözü de işlevsiz hale geldiği zamanlarda bir sürü araç değiştirip kalabalığın arasında okula gitmeye çalışıyordu. Kendi doğup büyüdüğü ve gezdiği yerlerden geçerken biraz daha kolay oluyordu fakat hiç görmediği bir yerde yolunu bulmak gerçekten çok zor olsa gerek. Gözümü bağlayıp evde mutfağı bulmaya çalıştığımda birkaç yere çarparak eninde sonunda ulaşıyorum ama henüz hiç görmediğim bir evde yol bulmak sıkıntılı bir durum. Bu kitapla, hiçbir zaman yılmadan ve vazgeçmeden inandığımız yolda çok büyük adımlar atabileceğimize inandım. Öğretmen olduğumuzda belki müdürlerimiz belki öğretmen arkadaşlarımız, bazı hareketlerimizi takdir etmeyecek ve kısıtlamak isteyecekler. Sosyal medyada denk geldiğim zamanlarda harikalar oluşturan öğretmenlerin canlı yayınlarını görüyorum ve izliyorum. Orada sürekli birilerinin yapılandırmacı anlayışla yapmaya çalıştığı işlerini engellediklerini söylüyorlar. Ama başarılarının arkasında yatan gücün ise bu yıldırıcı sözlere kulak asmadıklarından ve kendi doğrularının üzerinden motive olarak gittiklerinden bahsediyorlar. Bu kitapta da tam olarak mücadeleyi gördüm. Mitat Enç, özgüvenini yüksek tutarak güzel işler başarmaya çalışıyordu. Ama karşılaştığı insanlar onu küçük görerek başaramayacağını düşündüler. Hatta yanlış hatırlamıyorsam bir yetkili müdürden okuldaki programı ve çalışmalarını yakından izlemek istediğini belirtmişti. Müdür ise şu cevabı verdi: “Bir süre izleyerek insan bakkal dükkanı bile açamaz. Burada çalışanların hepsi üniversitede ihtisas yapmış ve sonra da özel sınavlardan geçmiş kişiler." İnsana verdiğimiz değer bu kadar işte. Sürekli bir şevk kırma, önünü baltalama ve aman bu beni geçmesin çabaları. O hep ilerlemek istedi, asla geriye dönüp kendini rencide edici düşüncelere kapılmadı. Fakat toplumda onun gibiler sürekli arka plana atılarak önemsenmedi. "Hele şu normal olanları bir okutalım da, sıra sakatlara gelsin!" Bu cümle o kadar yüreğime oturdu ki. Hem düşünce çok yanlış hem kullanılan kelimeler. Böyle düşünen insana ne kadar doğruyu göstermeye çalışsan hiçbirine kulak asmıyor. Aksine senin deli veya düşüncesiz olduğunu düşünüyor. Engelli olmak bir tercih değil. Ne olursa olsun o da bir can sonuçta. Neden toplum içerisinde kabul görülmüyorlar anlamıyorum açıkçası. Bizim burada (Adapazarı/Sakarya) “Engelsiz Kafe” diye bir işletme var ve burada sadece özel gereksinimli bireyler çalışıyor. O kadar hoş bir düşünce ki, onların da bizden farklı olmadığını gösterebilmek, onların da bizler kadar başarılı olabileceğini hissettirebilmek. Ama biz ne yapıyoruz? Bana dokunmaya yılan bin yaşasın. Veya birkaç damla göz yaşı dökerek durumu geçiştiriyoruz. Aslında her şeyin anahtarı sevgiden geliyor. İnsanları sevip onlara karşı güvenimizi sağlamalıyız. Gerisi bence o kadar da önemli değil. Bu ders kapsamında yorumlamak istediğim bir başka konu da yetkililerin eğitimle ilgili sorunlara bakış açısı. Çoğu yerde yazarın uğraşıp nedenleriyle sorgulamak istediği konuları yetkililer görmezden gelerek adeta “hasır altı” ederek unutmaya yüz tutuyorlar. Yani bence bir sorun varsa gerekli önlemleri almak çok zor olmamalı. Sürekli araştıran ve okuyan bir toplum olmanın baş düşmanı sorunları önemsememek. İlla ki o sorun ileride başımıza büyük dertler açabilir. O yüzden sağlam adımlarla işin başında gerekli müdahaleler yapılırsa tıpkı ilk başta dediğimiz gibi erken teşhisle çok daha emin yollar kat edebiliriz. Kitapta bahsettiği bir yerde politikacının kızı başarı gösteremediği için kaydı silinmiş. Daha sonra kızın kaydının yenilenmesini istemişler. Yürütme kuruluna gelen inandırıcı olmayan sebeplerden bir rapor dekanlık kuruluna havale edilmiş. Dekanlık kurulu da yönetmeliğe uygun kararı reddetmiş. İlerleyen günlerde dekanların görevlerine son verilmiş, eğitim fakültesi de kapatılarak temel bilimler fakültesine bağlanmış. İşte bizim sistemimizde sorunları çözmek bir şeyi yakıp yıkmak ve onu etkisiz hale getirmekten öteye geçemiyor. Halbuki hatayı görüp, hatanın bizde olduğunu kabul etmeli, çözüm yollarını araştırmalıyız. Kitap genel olarak bana çok şey kattı. Her zaman mücadele etmemiz gereken bu yolda dostu düşmanı ayırt edebilmeyi öğrendim. 10 tane arkadaşın olacağına 1 tane sağlam, kapı gibi dostun olsun diye boşuna demiyorlar. İnsanın arkasında birkaç sağlam destekçisinin olması çok önemli. Örneğin yazarın eşi Sabahat Enç. Kitabın başında da “kırk yıldır her adımımın desteği değerli eşim” diye bahsederek kitabı ona ithaf ediyor. Yazarın 60’lı yaşlarında akademik kariyere adım atması da bu destekçilerin verdiği kuvvetten doğmuş olsa gerek. Bizim kültürümüzde su küçüğün, söz büyüğün derler. Aslında burada söz anlamında sofra büyüğün kasdediliyor fakat çoğu kişi bunun yanlış anlamını biliyor. Şimdi durum böyle olunca bireyler aile içerisinde önemli kararlarda çocuğu unutuyor ve onun görüşlerini önemsemiyor. Kitapta geçen bir noktada yabancılarda yaşı ne olursa olsun çocuğa yetişkin muamelesi yapıldığını ve görüş, tercihlerinin önemsendiğinden bahsediyor. Bu da son derece önemli. Yine Doğan Cüceloğlu’nun Geliştiren Anne-Baba kitabında sıkça bahsettiği bu tutumlar gelecekte güzel bir aile inşa etmemizin perdelerini aralıyor. Hepimiz birer engelli adayıyız, bunu unutmadan yaşamalıyız. Yarın veya öbür gün ne olacağını bilemediğimiz için bir gün bu durumları yaşayacak hale gelebiliriz. Bizim bu insanlardan ne farkımız var ki onlara bu kadar acımasızca davranalım. Herkesin kendi çapında “sorun” olarak nitelediği dertleri vardır illaki. Kimisi bu dertlerden kaçmaya çalışır kimisi ise üstüne giderek onu çözmeye ve düzeltmeye uğraşır. Mitat Enç’i düşünelim. İki gözü de işlevsiz hale geldiğinde memleketi Gaziantep’e dönüp oradaki yakınlarının ona acımayla bakışlarını, feryatlarını dinlemeyi mi tercih etti yoksa kendinde cesaret bulup topluma faydalı olmak için mi çalıştı? Asla kendine olan güvenini kaybetmeden dik durabilmeyi başardı. Türkiye’ye Özel Eğitim dalında çalışmaların başlamasına imza attı. İlla ki bazı noktalarda içine büyük sıkıntılar oturmuş olabilir. Vazgeçmek istemiş olabilir. Ama önemli olan bu noktada ayakta kalıp inandığımız şeyleri başarabilmek.
Bitmeyen Gece
Bitmeyen GeceMitat Enç · Ötüken Neşriyat · 2020921 okunma
··
1.095 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.