Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

296 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
7 günde okudu
İstibdadın Pençesinde Bir Yaşam
Gazeteci Zekeriya Sertel, 1890 yılında, Rumeli bölgesinin küçük bir kasabası olan Usturumca’da doğdu. Küçük yaşta, üç kardeşiyle beraber annesiz kaldı. Bu çocukların bakıma ihtiyacı vardı. Bunun üzerine babası ikinci evliliğini yaptı. Eve yeni gelen üvey anne oldukça sorumsuzdu. Bu sorumsuzluğu Sertel şöyle anlatıyordu: “Günlerden bir gün ikindi zamanı eve geldiğimde, üç kardeşimi de hasta bulmuştum. İkisi evin önündeki taşlıkta yere serilmiş olan hasırın üstünde yatıyorlardı. Biri de merdivenlerde uzanıp kalmıştı. Üçü de takatsiz ve sessiz kıvranıp kalmışlardı. Üvey anne evde yoktu. Çocuklarını hasta hasta böyle perişan bir halde bırakarak çıkıp gitmişti. Birden tepem attı. (…) Öfkemi alamadım. Kardeşlerimi yatırdıktan sonra aşağı indim. Elime bir odun aldım. Evin sokak kapısının iç tarafında üvey annemin dönüşünü bekledim. (…) Beklemem uzun sürmedi. Üvey annem evin tam karşı yanındaki komşu kapısında göründü. Ben elimde odun ona doğru öfkeyle koşmaya başlayınca üvey anne çığlığı bastı ve komşu kapısının arkasında kayboldu. (…) babam işi idare etti, beni alıp üvey anne gelmeden bizlere bakan Gelin Hanım'ın evine götürdü. Ben haftalarca orda kaldım. Eve dönersem bir olay çıkarırım diye korkuyorlardı. İşte o vakit babam işi yatıştırmak için beni okumak vesilesiyle Usturumca'dan uzaklaştırmaya karar vermişti.” Bu olaydan sonra Sertel evinden ayrılır. Hatıralarının bu kısmında, bir süre okumak için Paris’e gittiğini, daha sonra mütareke dönemi İstanbul’unda, ardından da Amerika’da bulunduğunu görürüz. Ama asıl ilgi çekici kısım bundan sonra başlar: Atatürk’le ilk çatıştığı bölüm. #132995832 1927 yılında Nâzım Hikmet’le tanışır. Tanışma anını şöyle anlatır: “Vâlâ, Nâzım'ı Resimli Ay'a getirdi. Nâzım'ı ilk kez görüyordum. Uzun boylu, sarı kıvırcık saçlı, mavi gözlü, sarı kaşlı, çok sevimli ve güzel bir gençti. İlk bakışta insanı kavrayan bir hali vardı. Mütevazı, utangaç ve çekingen bir genç izlenimini veriyordu. Selamlaştıktan sonra iki elini göbeğinin üstünde bağlayarak karşımdaki koltuğa oturdu. Görücü çıkmış gelin gibi sıkılıyordu. Vâlâ, Nazım'ın nasıl büyük bir şair olduğunu anlattıkça Nâzım utancından başını yere eğiyor, yüzüme bakmaya cesaret edemiyordu. Yalnız arada bir göz altından beni süzmekten de kendini alamıyordu. O gün Nâzım'ın Resimli Ay'da çalışmaya başlamasını kararlaştırdık.” Nâzım, komünizmi yaymaya ve etrafındakileri komünizme kazandırmaya çok meraklıydı. Tartışmaları en önemli ve devamlı konusu komünizmdi. Peyami Safa bu sıralarda, Fatih-Harbiye’yi yazmış, edebiyat aleminde büyük dikkat çekmişti. Nâzım da onu davaya kazandırmak için çok uğraşıyordu. Peyami’nin bütün itirazlarına itinayla sabreder, onu inandırmak için çok uğraşırdı. Fakat Peyami kötü ruhlu birisiydi. Çok içki içer, esrar kullandığı bilinirdi. Nâzım’ı da oldukça kıskanır, onun ak dediğine mutlaka kara derdi. Nâzım’ın bu çabalarına, Peyami de Nâzım’ı komünizmden vazgeçirmeye çalışarak karşılık verirdi. Bu konuda arkasına destek alamayınca çıldırıyordu. Aylarca karşılıklı tartışmanın ardından Peyami faşizmi seçti ve ömrünün sonuna dek faşizme hizmet etti. Komünizme ve komünistlere hücumları kesilmedi, özellikle Nâzım’a karşı iftiralarının haddi hesabı yoktu. Nâzım, bu sıralarda, Peyami’yi kazanayım derken en yakın dostu Vâlâ’yı davadan kaybetti. Vâlâ’nın komünistlikten vazgeçmesine çok üzülmüştü, bunun üstüne yazdığı en ünlü şiirlerden biri olan Kerem Gibi şiirini yazdı. 1950’de yeni bir hükümetin kurulmasıyla, Nâzım çıkan aftan yararlanarak salındı. Bu uzun hapislikten sonra, sakin bir yaşam sürdürmeye çalıştı. Ama polisler, Nâzım’ı sürekli takip ediyor, bir hatasını arıyorlardı. Nâzım, bir gece sinemadan çıkıp karanlık sokaklarda evine giderken neredeyse bir otomobil kazasına kurban oluyordu. Bu suikasttan kurtulunca balıkçı kıyafetli birini evine yollayıp yurt dışına kaçırmayı teklif etmişler, ama Nâzım bu oyuna düşmemişti. En sonunda, Nâzım’ı, askerliğini yapmadığını bahane ederek, memleketin tenha bir köşesine sürmek istediler. Tehlikenin farkında olan Nâzım, üzülerek artık ülkesinde yaşayamayacağını fark etmiş ve yurt dışına kaçmak zorunda kalmıştı. En dinç görüldüğü günlerin birinde ani bir kalp kriziyle, o çok sevdiği memleketinden uzak topraklarda yaşama veda etti. 1930’lu yıllarda, tek parti sistemi halkı bıktırmıştı. Seçimlerde yalnızca Halk Partisi’nin adaylarına oy veriliyordu. Halk artık bu göstermelik seçimlerden bıkmıştı. Seçimlere katılanların sayısı yüzde 25’i bulmuyordu. Herhangi bir örgütlenme yasaktı. Ne işçiler, ne gençler, ne köylüler; hiçbiri örgütlenemiyordu. Gazeteler, başyazarlarına telefonla verilen emirlerin dışına çıkamazdı. Bu hoşnutsuzluğu Atatürk de sezmiş, baskıyı artırmanın, yarar değil zarar vereceğini anlamıştı. İşte bunun üzerine Serbest Fırka’yı kurmaya karar vermişti. Bu partinin yönetici kadrosu Atatürk’ün yakın arkadaşları olan Fethi Okyar ve Nuri Conker gibi isimlerden oluşuyordu. Fakat bu haberin normalden erken basına sızması dolayısıyla bu parti de kısa sürede kapandı ve parlamenter sisteme geçme hevesi suya düştü. Atatürk’ün Sovyet dostluğuna büyük önem verdiği de görülüyordu. Basına sık sık Türk-Sovyet dostluğu konusunda yazılar yazması için talimat verirdi. Ölümünden önce son sözlerinden biri şu olmuştu: “Sovyetler Birliği'ne karşı asla bir saldırı politikası gütmeyeceksiniz. Doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak Sovyetler'e yöneltilmiş herhangi bir anlaşmaya girmeyecek ve böyle bir anlaşmaya imza koymayacaksınız.” Mareşal Fevzi Çakmak da şöyle söylüyordu: “O derece ki, Sovyetler bütün Milli Kurtuluş Savaşı boyunca bize yardım ellerini uzattılar, maddi ve manevi hiçbir yardımı esirgemediler. O vakit ordunun maaşlarını bile Sovyetler'den aldığımız altınlarla ödemiştik.” Zekeriya Sertel ve o dönemki sol aydınlar, Atatürk dönemindeki baskıya karşı olmalarına, demokrasi savaşı vermelerine karşın, Atatürk’ün ölümünden sonra Zekeriya Sertel’in şu sözleri dönemi daha anlaşılır kılıyor: #133323264 1945 yılında, Görüşler adlı derginin ilk sayısı çıktı. Bu dergide “Zincirli Hürriyet” başlığı altında tek parti dönemi ve baskısı eleştiriliyordu. Bu, İnönü ve Saraçoğlu’nun hoşuna gitmemişti. O gün bir tanıdık, ertesi gün bazı üniversiteli gençlerin matbaa önünde gösteri yapacaklarını ve taşkınlıklara karşı dikkatli olması için Sertel’i uyardı. Sertel, valiye durumu açıkladığında ise vali gerekli önlemin alındığını söyledi. Zekeriya Sertel, ertesi gün, Tanin gazetesinde yazan Hüseyin Cahit Yalçın’ın “Kalkın Ey Ehli Vatan” başlığıyla halkı Sertellerin Tan gazetesine karşı kışkırtan bir yazısını okudu. Tan gazetesini komünistlikle suçluyor ve halkı matbaalarını yıkmaya çağırıyordu. Demek ki gösteriler hükümet tarafından hazırlanmış ve Yalçın’a bunu yazması için emir verilmişti. O gün göstericiler, matbaa kapısını kırıp, makineleri balyozla kırdılar. Ellerine geçen, ne varsa yakıp yıktılar. Ellerinde kırmızı bir boyayla Sertelleri aradılar. Amaçları onları bulduklarında çırılçıplak soyup, kırmızı boyaları döküp, sokakta, “İşte kızıllar” diye yürütmekti. Fakat o gün komşularına sığınan Zekeriya ve Sabiha Sertel o günü böyle atlatmışlardı. Bu olaylardan birkaç yıl sonra Menderes hükümeti geldi. Bu dönemde de hiçbir şey değişmedi: Solcular ya hapislere tıkılır ya öldürülürlerdi. Bu yüzden 1951’de Sertel, yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. Sertel, tam 25 yıl memleket hasretiyle tutuştu. Bunu kitabın sonunda uzunca yazıyor, fakat şu küçük kısmı en etkileyici yeriydi: “Vatana dönememek dayanılır bir acı değil. Özlemi dayanılmaz hale getiren korkunç bir şey. Bunun ne demek olduğunu bir ben, bir de Nâzım Hikmet bilir. Onun özlem şiirleri benim de özlem günlerimin ifadesidir. Sık sık onları okuyup için için ağladığım olur.” 1951’den Nâzım’ın ölümüne dek Sovyetler’de yaşamıştır. 1968’de memlekete dönmek istediğinde Süleyman Demirel’den Sovyetler aleyhinde yazı yazması koşulunda dönebileceği cevabını alır. Kabul etmez. Bundan sonra Paris’te yaşamaya başlar. Orada yaşadığı dönemde şu sözleri söyler: “Yirmi yedi yıldır yurtdışındayım. Vatan hasretini bilmeyenler, çekmeyenler anlayamazlar. Anlatılır bir şey de değildir. Çok derin, insanı ezen, öldüren bir duygu. Bunu ancak gurbettekiler bilir. Nazım bunu kendi şiirinde benden çok daha iyi dile getirmiştir: Memleketim Memleketim Memleketim Bu özlem dolu sözcüklerle başlayan şiirde olduğu gibi. Zaman zaman gelir bu hasret. Zaman zaman dalga halinde bastırır insanı. Bastırdığı zaman ağlamaklı olursunuz.” Zekeriya Sertel, 1980 yılında, 90 yaşındayken, Paris'te hayata veda etti.
Hatırladıklarım
HatırladıklarımZekeriya Sertel · Can Yayınları · 201557 okunma
··
1.654 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.