Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Gülbahar bir korku, bir üzüntü içinde çenesini dizlerinin üstüne koymuş büzüldükçe büzülüyordu. Bir topak kalmıştı. Dışarda bir fırtına başladı, geldi geçti. Bir ayaz çıktı, sonra da hava hemen yumuşadı. Gece yarıyı geçti, öyle karşı karşıya oturmuşlar, gözlerini yanan ateşe dikmişler, öyle duruyorlardı. Ne o konuşmaya başlayabiliyor, ne de o. Gülbaharın içindeki öfke gittikçe kabarıyordu. Sevdası ne kadar köklü, derindeyse öfkesi de öylesine taşıyordu. Birden patladı: "Söyle Ahmet," dedi. "Senin içinde bir şey var, onu söyle." Ahmet iri gözlerini şaşkınlıkla açtı ve Gülbaharın farkına vardı. Sanki yıllardır Gülbaharı yeni görüyordu. Sanki çok eski bir tanıdığıydı da ansımaya çalışıyordu. Yüzünde öyle bir hava belirdi. Ahmet konuşamıyor, ne diyeceğini bilemiyordu. Gülbahanın sesi bir yangın gibiydi. Karşılığı verilmeliydi. Ahmet gözlerini Gülbaharın yüzüne dikti öylecene kaldı. Sonra ağır, ölüm gibi zor: "Beni nasıl kurtardın Gülbahar? Ne verdin Memoya da benim canımı satın aldın? Memo neyin karşılığı kendi canını verdi de benim canımı kurtardı? Memo beni bıraktığı zaman, kendisinin öleceğini bilmez miydi? Bunu bana söyle. Bilir miydi, bilmez miydi?" Durdu, gözlerini Gülbaharın gözlerine dikti, bekledi. Gülbahar: "Bilirdi," dedi. "Zindanın kapısını açan zindancı dünyanın hiçbir yerinde yaşayamaz. Hiçbir ülkeye sığınamaz, onu Memo bilirdi. Onun için de savaşa savaşa gitti, kalenin burcundan kendini aşağı attı." "Altın mı verdin de canını verdi?" "Yok." "Saraylar mı bağışladın da canını verdi?" "Yok." "Ne verdin, Gülbahar, ona ki, karşılığında canını aldın? Canını benim canımla değişti?" "Hiçbir şey vermedim Ahmet," dedi. "Hiçbir şey istemedi." "Beni kurtarmak için?" Gülbahar onun sözünü kesti: "Söyledim ona," dedi. "Ne isterse verir, senin canını alırdım. Hiçbir şey istemedi." "Sen ne isterse vereceğini söyledin ona, öyle mi?" "Ne isterse vereceğimi söyledim. O hiçbir şey istemedi." Ve sustular. Ateş yavaş yavaş sönüyordu. Gülbahar için artık her şey bitmişti. Ahmedin ne demek istediğini iyice anlamıştı. Ahmet kalktı, atın üstündeki yamçıyı aldı, yere ot döşedi. Keskin kokulu Ağrıdağı püreninden yastık yaptı, kılıcını kınından sıyırıp ortaya yatırdı. Kılıç ipileyen ateşin ölü ışığında donuk donuk parladı. Uzandı, yamçıyı üstüne çekti. Gülbahar dışarı çıktı, bir kucak kuru ot, çalı çırpı daha taşıdı. Ateş harlandı. Ahmedin yüzüne hayran, hasretli, doymamış baktı. Baktıkça bakası geliyor, doyamıyor, baktıkça sevdası artıyordu. Çaresizlik içinde kıvranıyordu. Her şey, her şey bitmişti... Her şey. Bu korkunç acıyı ta yüreğinde duydu. Dayanamazdı. Şimdi ne yapacaktı? Nereye gidecek, kime sığınacaktı? İliklerine kadar sevdayla dolmuştu. Gerçekten Ahmedi sevmemiş miydi? Sevseydi ölümüne razı olur da... Memoyu... Dışarı çıktı, sendeliyordu. Yıldızlar kaynaştılar. Bir inip bir çıktılar Ağrıya. Ağrı indi, kalktı, yıldızlarla karman çorman oldu. Gürledi, sarsıldı, uğuldadı, yıkıldı. Gülbahar sallanarak bir kucak çalıyla içeriye döndü. Ateş parladı. Ahmedin yüzü gittikçe güzelleşiyor, sevdalanıyordu. Ahmet uykuda mıydı, sevdada mıydı, ölü gibi yorgun muydu? Gülbahar boğulur gibi oldu... Baktıkça Ahmedin yüzü güzelleşiyordu. Ateş harlıyor, aydınlanıyor, büyüyordu, Gülbahar kıvrandı. Dünya dönüyor, mağaranın kayaları korkunç çığlıklarla çatırdıyor, dışarda yıldızlar uçuşuyor, kaynaşıyor, ortalık kuduruyordu. Kıyamet kopuyordu. Gülbahar birdenbire karanlığa battı. Karanlıkta yalnız Ahmedin yüzü... Gülbaharın eli hançerine gitti. Durmadan hançer üşürdü bir yerlere, kolu yorulup düşünceye kadar. Gözünü açtığında gün yavaş yavaş ışıyordu. Ilık bir hava, keskin kokuları dört bir yana dağıtıyordu. Gülbahar bir top ışık içinde, ilerdeki kayanın üstünde, yarı karanlığa batmış Ahmedi gördü. Ahmede doğru atıldı: "Ahmet, Ahmet, Ahmet, gel gitme... Ahmet, Ahmet, Ahmet!" Bütün Ağrıdağı sesinden yankılandı. Koyaklara çığlar indi sesinden, dağ derinden sarsıldı. Gülbahar üstüne gittikçe Ahmet ondan uzaklaşıyordu. Gülbahar durdukça duruyor, yürüdükçe uzaklaşıyordu. Böyle böyle Küp gölüne geldiler. Gülbahar Ahmedi Küp gölünde yitirdi. Yüzünü elleri arasına aldı. Küp gölünün bakır toprağına oturdu. Gözlerini som mavi suya dikti. O gün bugündür, Küp gölünün oralardan geçenler, gölün kıyısına oturmuş, kara, ışık gibi akan uzun saçlarını sırtına sermiş, başı iki elleri arasında gözlerini som mavi suya dikmiş Gülbaharı görürler. Arada sırada Ahmet gölün sularında Gülbaharın gözüne gözükür ve Gülbahar kollarını açıp Ahmede yürür, "Ahmet, Ahmet!" diye bağırır. Sesi bütün dağda yankılanır. "Ahmet, Ahmet! Sen de benim yerimde olsan benim yaptığımı yapardın. Yeter artık, gel Ahmet, Ahmet, Ahmet!" Göl kaynar, Ahmet silinir. Gülbahar silinir ve küçücük ak bir kuş gelip kanadını suyun som mavisine batırır. Ve sonra da bir atın kapkara gölgesi gölün üstünden gelir geçer. Her yıl, bahar çiçeğe durduğunda, dünya nennilendiğinde, Ağrıdağının çobanları dört yandan gelirler, kepeneklerini gölün bakır toprağına atıp üstüne otururlar. Bin yıllık sevda toprağının üstüne otururlar. Tanyerleri ışırken kavallarını bellerinden çekip Ağrıdağının öfkesini, sevdasını çalarlar. Ve gün kavuşurken bir ak kuş gelir...
Sayfa 115 - YAPI KREDİ YAYINLARIKitabı okudu
·
127 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.