Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Cumhuriyetçiler hep Cumhuriyetçi kalacaklardır.
Caroline Nozière 16 Nisan 1772'de Versailles'da doğdu, Cabanis'in, karakterine ve zekâsına hayran olan doktor Dussuel'in kızıydı. 1786'da kralın oğlu, hafif seyreden bir kızıl hastalığına yakalanınca onu Dussuel tedavi eder. Kraliçenin arabalarından biri her gün gelir, Jean-Jacques Rousseau'nun bir çömeziymiş gibi, kitaplarıyla bitki koleksiyonu arasında yoksulluk içinde bir ömür sürdüğü Luciennes'deki küçük evinden alır onu. Günün birinde araba saraya boş döndü; doktor gitmeyi reddetmiştir. İzleyen ziyaretinde kraliçe öfkeyle: - Demek bizi unuttunuz, Beyefendi! der. Dussuel: -Hanımefendi, diye yanıt verir, sitemleriniz beni incitiyor. fakat insanın doğal duygularına şeref veriyor. Bir annenin ağzından çıktığı için sözlerinizden dolayı kusura bakmamalıyım. Hiç kuşkunuz olmasın, oğlunuzu en insani duygularla tedavi etmekteyim. Ama o gün doğum yapan bir köylü kadının başucunda bulunmam gerekti. 1789'da Dussuel, saygı duymadan açamadığım ve gülümsemeden okuyamadığım bir broşür yayınladı. Adı Bir Yurttaşın Dilekleri, tanımlığı da Thiseris succurrere disce (Latince: Zavallılara yardım etmesini öğreniyorum) idi. Yazar kitabına başlarken, Fransızlar'ın mutluluğu için kulübesinde dileklerde bulunduğunu söylüyor. Ardından temiz yürekle kamusal mutluluğun kurallarının çerçevesini çiziyor; bunlar Anayasa'yla güvence altına alınan ölçülü bir özgürlüğün kurallarıdır. Kitabını, özgür bir ulusun kralı olan XVI. Louis'ye duyarlı insanların minnet duymalarını işaret ederek ve yeni bir altın çağın dönüşünü haber vererek bitiriyor. Üç yıl sonra, aynı zamanda dostları olan birçok hastasının giyotinle kafaları uçurulur, kendisi de ılımlılık yanlısı olduğu kuşkusuyla, Sevr Komitesi'nin emriyle Versailles'a, tutukevine donüştürülen Récollets Manastır'ına götürülür. Oraya vardığında üstü başı toz toprak içindedir ve filozof bir doktordan çok, ihtiyar bir dilenciye benzemektedir. Raynal'ın, Rousseau'nun yapıtlarıyla dolu ufak bir torbayı yere koyup sandalyeye çöker gibi otururken, içini çeker: -Elli yıllık erdemli bir ömrün ödülü bu mu? Onun içeri girerken görmediği çok güzel genç bir kadın, elinde bir leğen ve sünger parçasıyla yanına yaklaşarak: - Bizim kafalarımız da giyotinle kesileceğe benziyor beyefendi, der. Bari o zamana kadar şu elinizi yüzünüzü yıkamamı ister misiniz? Vahşilere dönmüşsünüz. Dussel: -Ey duygulu kadın, diye haykırır, ben size böyle hapishane köşelerinde mi rastlamalıydım! Yaşınız, yüzünüz, davranışlarınız, her şeyiniz masum olduğunuzu anlatıyor. Güzel tutuklu: -Ben sadece kralların en iyisi öldü diye ağlamış olmaktan suçluyum, yanıtını verir. Dedem: - XVI. Louis'nin erdemleri vardı, diye devam eder. Eğer yüce Anayasa'ya sonuna kadar bağlı kalsaydı şanı nerelere ulaşırdı!.. Genç kadın kirli süngeri sallayarak - Nasıl, nasıl beyefendi, diye haykırır; demek siz jakobenin birisiniz, şu haydutlar partisindensiniz ha!.. Yarı temizlenmiş Dussuel göğüs geçirir: - Bayan, demek siz de Fransa'nın düşmanlarının safındasınız, ha? Aristokratta merhamet olur mu? Genç kadının adı De Laville'di, kralın ölümünde yas tutmuştu. Birlikte hapis yattıkları altı ay süresince genç kadın her gün arkadaşıyla çekişmekten, bir yandan da ona hizmet etmekten geri durmaz. Çok beklerler ama, kafalarını kesen olmaz. Milletvekili Battelier 'in raporu üzerine tahliye edilirler. Bayan De Laville sonradan babaannemin en iyi dostu olur. O zamanlar yirmi bir yaşında olan babaannem, Yukarı Rhin gönüllü taburunda yüzbaşı olan Danger adında bir yurttaşla üç yıllık evlidir. Babaannem: -Çok yakışıklı bir adamdı, derdi, ama şimdi sokakta rastlasam herhalde tanıyamam. Kocasını beş kere, toplam altı saatten fazla görmediğini söylerdi. Onunla çocukça bir düşünce uğruna, sırf ulusun giydiği başlık (1789 Devrimi sırasında devrimcilerin taktığı başlık) cinsinden bir başlık taşıyabilmek amacıyla evlenmişti. Yoksa aslında koca falan istediği yokmuş. Kocasıysa bütün kadınlar kendisinin olsun istermiş. Bir gün çıkıp gider, babaannem ses çıkarmaz, ona karşı en küçük bir kırgınlıkda duymaz. Danger, şan şeref kazanmak için çıkıp giderken, karısına mal mülk adına bir çekmece gözünde Conde ordusu subaylarından kardeşi Danger de Saint-Elme'den alınmış para makbuzlarıyla, göçmenler ( 1789 Devrimi'nden sonra ülkeden kaçan krallık taraftarı aristokratlar) tarafından yazılmış bir paket de mektup bırakır. Bu paket, babaannemle birlikte elli kişiyi giyotin altına sürüklemeye yetecek niteliktedir. Babaannem de bundan bir parça kuşkulandığı için, mahallede yapılan her aramada kendi kendine "Şu kocam olacak keratanın kağıtlarını yakayım bari" deyip durur, ama başında kavak yelleri esmektedir. Sonunda bir gün buna karar verir. Meğer ne de zamanıymış! Ocağın önüne oturmuş, çekmecedeki evrakı karmakarışık bir halde kanepenin üzerine yaymış. Sakin sakin birini alıp birini bırakıyor, korunabilecekleri bir kenara koyup, yok edilmesi gerekenleri bir yana atarak ufak yığınlar yapıyormuş. Bir satır birinden bir satır ötekinden, bir sayfa bundan bir sayfa şundan okumaktadır. Anıdan anıya koşan kafası, yoluna çıkan geçmiş kırıntılarıyla beslenirken, birdenbire sokak kapısının çalındığını duymaz mı? Ani bir içgüdüsel sezişle, evini aramaya geldiklerini kestirir. Kağıtları kucakladığı gibi örtüsü yere kadar uzanan kanepenin altına atar. Örtünün kenarından taşanları ayağının ucuyla alta doğru iter. Tüfek, kılıç ve mızrakla tepeden tırnağa silahlı altı adamıyla birlikte Genel Güvenlik Komitesi temsilcisi odaya girdiği zaman, mektuplardan birinin köşesi beyaz bir kedi yavrusu kulağı gibi, kanepenin kenarından görünmektedir. Babaannem kanepe önünde ayakta durmakta, kurtulma umudunun bütünüyle ortadan kalkmadığını, binde bir de olsa küçük bir şansın hålä var olduğunu düşünmekte, olup bitenle son derece ilgilenmektedir. Kolbaşı: -Yurttaş, der, Cumhuriyet'in düşmanlarıyla mektuplaştığın ihbar edildi. Evrakına el koymaya geldik. Genel Güvenlik Komitesi temsilcisi, el koyma tutanağı düzenlemek üzere kanepeye oturur. Bunun üzerine adamlar mobilyaları araştırırlar, maymuncukla kilitleri açarlar, gözleri boşaltırlar, hiçbir yerde bir şey bulamayınca gömme dolapları kırarlar, konsolları tepetaklak ederler, tabloların altını üstüne getirirler, süngüyle koltukları, yatakları delerler, ama boşuna. Dipçikle duvarları denerler, ocak içlerini ararlar, bir iki döşeme tahtası sökerler. Zahmetleri yanlarına kalır. Üç saat süren boş araştırmalardan, anlamsız kırıp dökmelerden sonra yorgun, umutsuz, utangaç, yeniden geleceklerini de söyledikten sonra çekilip giderler. Kanepenin altına bakmak akıllarına gelmemiştir. Bundan birkaç gün sonra, tiyatrodan dönüşünde, evinin kapısı önünde bitkin, beti benzi kül gibi, kirli, kırçıl sakalından yüzü tanınmayacak hale gelmiş bir adam bulur. Adam ayaklarına kapanarak: - Yurttaş Danger, der, ben Alcide'im, canımı kurtarın! Büyükannem adamı ancak o zaman tanır: - Aman Tanrım! Siz nasıl olur da, dans öğretmenim Bay Alcide olursunuz? Bu kılığınız ne böyle, Bay Alcide? - Beni arıyorlar, vatandaş; canımı kurtarın! - Bir deneyelim. İşin kötüsü ben de zan altındayım. Hizmetçim de jakoben. Peşimden gelin. Aman dikkat edin, kapıcım sizi görmesin. O da belediye memurudur. Merdiveni çıkarlar. Bu iyi yürekli küçük bayan, durumu içler acısı Alcide'le birlikte evine kapanır. Alcide sıtmalı gibi tir tir titremektedir, dişleri birbirine çarpa çarpa: -Canımı kurtarın, canımı kurtarın! diye yineler. Onun acınası yüzünü gördükçe babaannemin gülesi gelir. Ama durum tehlikelidir. Babaannem, "Zavallıyı nereye tıksam acaba" diye kendi kendine sorar, bir yandan da gözlerini dolaplar, konsollar üzerinde dolaştırır. Uygun bir yer bulamayınca onu kendi yatağına sokmak gelir aklına. Döşeklerden ikisini biraz ön tarafa çekip, böylece duvarla yatak arasında açılan boşluğa Alcide'i tıkar. Bu haliyle yatak alt üst olmuş gibi durmaktadır. Hemen soyunur, yatağa girer. Sonra zile basarak aşçı kadını çağırır: - Zoé, biraz rahatsızım; bana bir parça piliç etiyle salata, bir bardak da Bordeaux şarabı getir. Zoé, ne var ne yok dışarda bugün? - Şu serseri aristokratların yine bir komploları varmış. Kökleri kazınıncaya kadar kafalarının giyotinle uçurulmasını istiyorllar anlaşılan. Bizim donsuzların (devrimciler) gözleri onların üstünde ha! Bu iş yürüyecek! Bu iş yürüyecek! Kapıcı, Alcide adında bir alçağın şube tarafından arandığını söyledi. Bu gece bu evde arama yapılmasını bekleyebilirmişsiniz. Bu tatlı sözleri, iki döşeğin arasında tabii Alcide de işitmektedir. Zoé gittikten sonra adamcağız sinirden, koca yatağı sars cak şekilde zangır zangır titrer. O kadar zor nefes almaktadır ki, ıslığı andıran keskin bir ses bütün odayı doldurur. Bayan Danger: -Böyle giderse iş tamam, der. Pilicin kanadını yer, üzgün Alcide'e iki parmak Bordeaux şarabı uzatır. Alcide: -Ah! Bayan!.. Ah! Tanrım!.. diye haykırır. Aklını kullanıp da susacağı yerde, daha çok inler. Bayan Danger kendi kendine: - Oh, ne iyi! der; belediye memurlarına gelmekten başka yapacak şey kalmadı. Aklından tam bunları geçirirken, yere ağır bir şekilde vurulan dipçiklerin tok sesi sahanlığı sarsar. Az sonra Zoé, dört belediye memuruyla birlikte Ulusal Muhafız Birliği'nden otuz askeri odaya buyur eder. Alcide artık kımıldamamakta, nefes alışı bile işitilmemektedir. Muhafızlardan biri: -Kalkar mısınız yurttaş, der. Bir başkası, yurttaşın bu kadar erkek önünde giyinemeyeceğini ileri sürer. Yurttaşlardan birisi bir şişe şarap görünce hemen el atar, tadına bakar; ötekiler de dudaklarına değdirmeden şişeyi ağızlarına boşaltırlar. Biri şen şakrak, yatağa oturur. Bir yandan Bayan Danger'in çenesini okşar, bir yandan da: -Yazık, der, bu hoş insanın aristokrat oluşuna! Bu güzel boynun kesilmesine doğrusu insan acır. Bayan Danger: - Hadi bakalım! der. Görüyorum ki hepiniz iyi çocuklarsınız. Elinizi çabuk tutun, bakılacak her yere bakın, ben uykusuzluktan ölüyorum. İnsana ecel teri döktüren iki saat boyunca odada kalırlar; belki yirmi kere birbiri ardı sıra yatağın önünden geçerler, altında biri var mı yok mu diye de bakarlar. Saygısızca bir sürü laf soyledikten sonra çekilip giderler. Sonuncusu daha yeni çıkmıştır ki, Bayan Danger, başı sokağa çevrili: -Bay Alcide! Bay Alcide! diye seslenir. İnleyen bir ses yalvarır: - Aman Tanrım, sesiniz duyulabilir! Aman Bayan, acıyın bana! - Aşkolsun Bay Alcide, beni ne kadar korkuttunuz! Sesinizi soluğunuzu artık duyamayınca öldüğünüzü sandım. Bir ölüyle yattığımı düşündükçe kaç kere bayılacak gibi oldum. Bay Alcide, bana karşı bu davranışınız hiç doğru değil. İnsan ölmemişse bunu karşısındakine söyler, a canım! Beni bu kadar korkuttuğunuz için sizi dünyada affetmem doğrusu. Babaannemin zavallı Bay Alcide'ine karşı davranışı ne kadar güzel, değil mi? Ertesi gün onu Meudon'a götürüp saklar ve böylece onun yaşamını kurtarır. Hiç kimsenin aklına filozof Dussuel'in kızının kolay kolay mucizelere inandığı, doğaüstü bir dünyanın sınırlarında dolaştığı düşüncesi gelemezdi. Dinle zerre kadar ilgisi yoktu. Biraz zayıf olan sağduyusu her türlü giz karşısında isyan ederdi. Bununla birlikte, bu kadar aklı başında olan bu kadın, tanık olduğu bir olayı önüne gelene anlatırdı. Versailles'daki Recollets Manastırı'na babasını ziyarete gittiği sıralarda, aynı yerde hapis Bayan De Leville ile tanışmıştır. Bu bayan özgürlüğüne kavuşunca, Lancry Sokağı'nda babaannemin oturduğu apartmana taşınır. İkisinin dairesi aynı kattadır. Bayan De Laville, kız kardeşi Amélie'yle birlikte oturmaktadır. Amélie iri yapılı, güzel bir kızdır. Siyah saçlarının çevrelediği solgun yüzünde benzersiz bir ifade vardır. Bazen süzgün, bazen de baygın bakışları, çevresinde bilinmedik bir şey arar gibidir. Söylentiye göre Amélie, laik Argentière Meclisi'nde başkanken evlenip bir yuva kurmaya hazırlandığı sıralarda, genç kızlığa adım atarken, gizlemek zorunda kaldığı karşılıksız bir aşkın acısını çekmiş. Can sıkıntısından patlayacak gibi bir hali vardı. Görünüşte hiçbir neden yokken hüngür hüngür ağladığı olurmuş. Bazen günlerce sersemlik içinde hareketsiz kalır, bazen de din kitaplarını yutarcasına okurmuş. Sürekli yüreğini kemiren kuruntuları yüzünden tarifsiz acılar içinde kıvranmaktadır. Kız kardeşinin tutuklanması, suikastçı diye başları kesilen dostlarından birçoğunun çektiği işkence ve durmak bilmeyen baskınlar, zaten sarsılmış bünyesini büsbütün harap etmiştir. İnsanı korkutacak kadar zayıflar. Her gün birlikleri silah başına çağıran trampet sesleri ve "Bu iş yürüyecek!" şarkısını söyleye söyleye evinin önünden geçen mızraklı, kırmızı başlıklı yurttaş kafileleri ona büyük korku verir, bundan sonra da uyuşukluk ve coşkunluk halleri birbirini izlermiş. Sinir bozuklukları son haddini bulur ve tuhaf sonuçlar doğurur. Amélie, çevresindeki insanları şaşırtacak derecede belirgin düşler görmeye başlar. Kâh uykuda kâh uyanık, geceleyin dolaşırken kulağına uzaklardan sesler gelir, kurbanların ahlarını işittirmektedir. Bazen ayakta kolunu uzatır, karanlıkta kimsenin görmediği bir şeyi işaret ederken, dudaklarından Robespierre adı dökülürmüş. Ablası: - İçine doğan şeyler hep çıkıyor, der. Felaketleri önceden haber veriyor. Thermidor ayının (Fransız Devrimi döneminde Cumhuriyet takviminin 20 Temmuzdan 18 Ağustosa kadar olan 11.ayı) dokuzunu onuna bağlayan gecedir. Babaannemle babası, iki kız kardeşin odasındadırlar. Dördü de çok heyecanlıdır. Günün önemli olaylarını kısaca anlatıp, bunların ne gibi sonuçlar doğurabileceğini tahmin etmeye çalışmaktadırlar: Hakkında tutuklama kararı verilen zorba (Robespiyer) önce Luxembourg Hapishanesi'ne, oraca kabul edilmemesi üzerine Orfèvres rıhtımındaki polis merkezine, sonra da Commune tarafından teslim aldınılarak belediyeye götürülmüştür. Hâlâ orada mıdır, tavrı nasıldır acaba; başı önünde midir, yoksa tehdit edici midir? Dördüde endişe içinde kıvranır, Henriot'nun postacılarının dörtnala geçip giden atlarının kaldırımlarda yankılanan nal seslerinden başka bir şey duymaz. Beklerler, zaman zaman bir anıdan, bir kuşkudan, bir dilekten söz açarlar. Amélie'den ses seda çıkmaz. Birden bir çığlık koparır. Saat gecenin bir buçuğudur. Bir ayna üzerine eğilmiş, korkunç bir sahne seyreder gibidir. - Onu görüyorum, der, onu görüyorum! İşte orada! Ne kadar sararmış! Ağzından oluk gibi kan akıyor; dişleri ve çene kemiği kırılmış. Şükürler olsun, Tanrı'ya şükürler olsun! Bunca kan içen canavar, artık kendisininkinden başkasının kanını içemeyecek!.. Bu sözleri garip bir şarkı uyumuyla söyledikten sonra korku içinde çığlık atarak sırtüstü düşer. Kendini kaybetmiştir. Tam o sırada belediye meclisinin toplandığı salonda sıkılan bir kurşun Robespierre'in çene kemiğini kırar ve dehşet dönemine son verir. Dinsiz bir kadın olmasına karşın, babaannem bu biliciliğe (kehanet) tam olarak inanırdı. - Bunu nasıl açıklarsınız? - Ben bunu, dinsiz bir kadın olmakla birlikte babaannemin şeytana ve cinlere inandığını ileri sürerek açıklayabiliyorum. Gençken hep büyücülükle oyalanır, kendisi de bu çeşit biliciliklerden çokça uydururmuş. Sonraları şeytandan korkmaya başladı; ama iş işten geçmiş, şeytanın pençesine düşmüştü. Artık ona inanmamak elinde değildi. Lancry Sokağı'ndaki küçük grup için yaşam, 9 Thermidor'dan sonra (Robespiyer dönemi) çekilir hale gelir. Babaannem bu değişikliğin tadına varır. Ama devrimcilere hiçbir zaman kin bağlamadı. Onlara karşı ne hayranlık duydu -zaten benden başka kimseye hayran olmadı-ne de nefret. Çektiği korkunun hesabını sormak aklının ucundan geçmedi. Bu belki onların, kendisini hiç korkutamadıkları içindir. Bu özellikle de babaannemin cumhuriyetçi, ruh bakımından cumhuriyetçi oluşundan ileri geliyordu. Herkesin dediği gibi, cumhuriyetçiler hep cumhuriyetçi kalacaklardır.
·
832 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.