Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

224 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
18 saatte okudu
Hepimiz Gogol'ün "Palto"sundan çıktık. -Dostoyevski Nikolay Vasilyeviç, erken yaşta kurduğu hayalini sonunda gerçekleştirmişti. Gogol'ün 19 yaşında Petersburg'a yolculuğu ona şehrin güzelliklerini görme fırsatı vermişse de devlet memurluğu yapıyor olması bürokrasinin ne kadar laubali, yolsuz, klimalı kahvehane gibi bir sistem olduğunu göstermiştir. Devleti temsil etmenin böbürlenme aracı olması, birkaç rakamın (kademenin) insanın torununa kadar işlemesi Gogol'ün gazabını uyandırmış, terör estirmesine fırsat tanımıştır. Tüm bu gazap ve modern Jakobenlik ne kadar kudretli duruyor, öyle değil mi? Bir insanın sisteme başkaldırışına imrenerek bakarız, onu kurtarıcı ilan ederiz. Ancak gereğinden fazlasını bilen insan, otokratik bir rejim için hep tehlike arz etmiştir. Sevimli, "İşte Gogol dediğin budur!" dediğimiz "Mirgorod Öyküleri", yazarın birinci halkasını oluşturmuştur. Ancak artık o at koşturmalı, cadılı perili öykülere elveda. Petersburg'un o monotonluğu, anlamsızlığı, varlık içinde yokluğu, Gogol'ün fantastik ve coşkulu tarafının silikleşmesine yol açmıştır, Gogol tıpkı Peçorin gibi "ruhunun yarısını kesip atmak" halinde kalmıştır. Güldürmekten ve eğlendirmekten ziyade görmek istemediğimiz gerçekleri sunan, yokmuş gibi davrandığımız insanları gösteren, sindirmesi zor eleştiriler fırlatan bir adam haline gelmiştir. Bu hoşnutsuzluk yaratan "Petersburg Öyküleri", yazarın öykülerinin ikinci halkasını oluşturmaktadır. -- Neva Bulvarı: Hikayemizin adı "Nevsky Prospekt". Bulvar kelimesi Rusçada aynı şekilde kullanılıyor ama "Prospekt" kullanılmış. Şakasına söylüyor da olsam kelime prospektüse benziyor, sanki bunları okuyun ve böyle olmayın dermişçesine. Hikayenin başında Neva Bulvarı'nın ne kadar şatafatlı, birleştirici, insana kendini kaybettiren bir yer olduğu anlatılır. Rus edebiyatı için adamı şaşkına çeviren bir betimlemedir çünkü çoğu Rus yazarı Petersburg düşmanıdır. İlk kez bir düz yazıda tam olmasa da bir Neva övgüsü vardır. Askerlerin güç gösterisi, zenginlerin vitrin, fakirlerinse kilise peşinde koşturması iyi bir çözümleme olmuş. Gecelerini rahat geçirebilmek için sabahını mahveden işçiler ve memurlar için çok da önemli olmayan Neva, Hollanda pijamasıyla yatanlar için anlamlıdır. Bir dilenciye boş votka şişesi atabilirsiniz ancak güzel bir kadına dirseğiniz kazara çarpmasın diye saygı ile geri çekilirsiniz. Güzelliğin yalnızca memuriyete ve soyluluğa ait oluşu trajikomik, hatta favori rengi bile sınıfsal. Sakalının rengi ne anlam ifade ediyorsa artık. İnsanın bıyığını, sakalını, şapkasını, ceketini, her şeyini sergileyip pazarlama çabası var, başkasının beğenisi ile varolmaya çalışan özgüvensiz bir sosyete yığınından başka bir şey göremedim. Amirlerden ziyade düşük memurların zenginlik şovu, tıpkı şirkette CEO'nun meşgul oluşu ve beyaz yakalıların parti çabası gibi. Zenginlik, güç, bir esaret prangasıdır belki de. Bulvarda yalnızca yaşantı sınıfsal değildir, hoşlantı da sınıfsaldır. Teğmen Pirogov ve ressam Piskarev, iki kıza tutulurlar ancak teğmenin özgüveni, ressamınsa temkinliliği tutar. Ressam kendisini "sadece pelerini 80 Ruble edebilecek" kadına layık görmez. Bu hal günümüzdeki "bu kız bana bakmaz abi ya" muhabbetinden farklı: Burada bir insan parasal anlamda güçsüz olduğunu düşündüğü birinden korkuyor, insan kendini paradan ibaret görüyor, hani karakterin, ruhun ne anlamı kaldı? Aynı zamanda insanın kendini öteki hissetmesi de var, zanaatkarlar, tüccarlar ve memurlar arasında bir ressam olmak garip karşılanıyor. Petersburg gibi monoton bir şehirde capcanlı bir ruhun acı çekmesi şaşırtıcı olmadı (zaten sonrasında kızla ilgili kurduğu hayalleri görünce iyice kamburlaşıp mecburlaştığını göreceğiz). Dostoyevski'nin "Onlar hep birlikti, ben ise yalnızdım." sözüne yaraşır bir durum. "Yufka yürekli, sakin, sıkılgan, biraz da tasasız" tanımı da tam bir gereksiz adam tanımı. Ressam için işler iyiye gider gibi. Başta kadın onu fark edip kızmışsa da sonra razı olmuş ve evine davet etmiştir. Fakat Piskarev şu ana kadar okuduğum karakterlerden çok farklı, Gogol'ün memuriyet yapıyor oluşu, onu kahramanlardan ziyade göze çarpmayan, silik, kahraman olamayan kahramanlara yöneltmiş. Artık bir kadını hizmetçi muamelesi ile ezen değil, onu bir prenses, yüce bir varlık olarak gören tedirgin, korkak ve özgüvensiz insanları görüyoruz. (bkz. "Beyaz Geceler"deki hayalperest) Eve girmesine girerler ancak Piskarev büyük bir toplumsal yanılgı içine düşmüştür: Bir kadını sırf güzel olduğu için daha tanımadan masum sanmıştır. Geneleve benzer bir eve düşmesi ve kadının "İffet gidince akıl da gidiyor herhalde." dedirten sözleri çok efsanevi bir an olmuştur herhalde ressam için. Ressam sinirle eve giderken vaziyetine inanamamışsa da sonrasında sözde bir davet alır ve o hanımefendinin evine götürülür, şatafatın sıfat bulmuş hali yerimiz bir balo ortamıdır ancak bu sefer de giysiden dolayı kendini kıza layık görmez. Bu hikaye biraz Kafkaesk geldi. Belki bürokratik bir olay silsilesi değil ancak Piskarev'in kadını elde etme çabasını sürdürürken sürekli bir yol yürümesi (gerek dikizleme, gerek ev arası yollara düşmek, gerekse balo), hep bir tedirginlik ve sonuçsuzluk olması bana böyle hissettirdi. Bunların hepsinin bir rüya oluşu da aslında gerçeğe ayak uyduramama, olanı kabul edememe gibi inatçı ve hayalperest bir duygu abidesi. Gogol'ün Petersburg'dan kaçıp Ukrayna'ya sığınması gibi karakterimiz de gerçeklerden kaçıp hayallere sığınıyor. Evet günümüzde bu bir hastalık olarak kabul ediliyor ancak o dönemde böyle bir kavram yoktu. Maalesef itiraf etmeliyim ki bu ressamda kendimi gördüm. Peki ya bizim birini kurtarmamız  gerekmiyorsa ve aslında kurtarılması gereken bizsek? Kimsenin bilmediği ve kimseyi bilmeyen insanların mutsuzluğunu gerçeğe yansıtamayışına ve bundan ötürü işkence çeken insanlara ne yapmalı? Nasıl yaklaşmalı? Aslında bu korkaklık değil, insanoğlu başladığı bir işi bitirmeye çalışır, ama ya bir şeye başlayamayanlar? Talih ressama ikinci kez somurtur (güler diyeceğimi sandınız değil mi hahaha, böyle kader güldürücü olabilir mi?). Genelevimsi kızımız sarhoş olup eve getirildiğinden bahseder ve ressamın tüm o tanrıçasal idealizmi elinde patlar. Artık bunu kaldıramayan ressam intihar eder, üzücü olansa cenazesine kimse gelmez. Teğmen bile çok meşguldür (aslında tabiricaizse çalışmak eylemi insanı bir amaç uğruna yoldaşımdan bile soğutur). Teğmen Pirogov'u tanırız. Kendisi "Dikanka" kitabındaki "Sevgili okurlarım, inanın, şu memur takımı kadar kötüsü yoktur. Adamın amcası bir zamanlar bölge komiserliği yapmış, burnu yukarılarda dolaşır. Sanki bölge komiserliği öyle bir rütbedir ki, dünyada ondan yüksek yoktur." alıntısı gibidir. Beyefendi öyle kıytırık bir subay değildir, koskoca teğmendir (Ohoo, teğmenliğe bu kadar böbürleniyorsa tümgeneral olunca haşa Allahlığını ilan eder!) kadın röntgenlemede başarılıdır ve ilk önce "tenekeci odasına", sonra da "-yazar değil zanaatkarlar- kafilesine" girer. O sarışın kadının kocası vardır, böylece Pirogov da aynı sonuçsuz yola girer. O sarhoş burun şakasına da çok güldüm, dolandırıcılık resmen ya, tütün için yılda 20 ruble harcamak ne haddineymiş, kes gitsin! Nal ve kın işine bakacak olursak Pirogov'un para saçabiliyor oluşu Schiller'i esir almış oluyor. İnsanın maddi bağımsızlığının olmaması, paraya muhtaçlığı ahlak kavramını alıp götürüyor, öyle ki karısına yapılan tacizlere bile mukavemet gösteremiyor. Ha bir de gurur mevzusu var, adam Alman çünkü. -- Burun: Hikayemiz bir berberin ekmek yemeye hazırlanırken eşantiyon olarak bir burun elde etmesi ile başlar. Şaşkına dönen berberin aklına ilk gelen şey yakalanma korkusudur, neden aklına bu burnun neden orada olabileceğini düşünmek gelmedi? Bir insanın despot rejim ve polis devletinde yaşaması yaratıcılığı alıp götürmüş ve sadece korku kalmış. Bu organ bir göz de olabilirdi, bir kulak da olabilirdi ama bence burun olmasının sebebi, "Her işe burnunu sokmak" gibi bir deyim, konum ve haysiyet ifade eden "Burnun havada olması" kavramı ve burnun hayati bir şey olması. Sıkı denetimler Rusya'da burundan kurtulma çabası tabii ki fark edilecekti. Berber bir şeyler gevelediyse de berber kurtulamaz. Bizse Kovalev'in burnunu kaybetmesine döneriz. Gogol bunu bizzat yapmasa da düşük rütbelilerin kendini ne kadar yüce sandığı ve burnu havada dolaştığı anlatılıyor aslında. Gogol de tıpkı Kovalev'in memur değil binbaşı olduğunu söylediği gibi memur değil yazar olduğunu söylüyor. Kovalev için bir diğer şey ise aslında değerini bilmediği bir şeyi kaybedince sahip olduklarının hiçbir değerinin kalmaması. Burnu olmayan bir insanın binbaşı olması kimin umurunda ki? Sonuçta binbaşılığı göremezsiniz ama burnu görebilirsiniz. Kovalev'in hayallerinin, torpilsizliğinden dolayı övünemediği kademesinin vücut bulmuş hali olan burun (aslında organ bulmuş hali mi deseydim, daha komik olurdu hahhaha) ise yüksek rütbeli bir memur olarak karşımıza çıkıyor. Kovalev ise onu katedralde karşısına alır ve dua ederken sohbet başlatır, onu Kovalev'in burnu olduğuna ikna etmeye çalışsa da başarısız olur, çünkü o memuriyeti hak eden Kovalev'dir, ne idüğü belirsiz bir burun değildir, yani o burun Kovalev'den bağımsız olamaz. Kovalev, katedrale yeni gelenlere selam verecekken burnu olmadığını hatırlayıp ağlamaya başlar. Dediğim buydu işte. Burnu gittiği için havada kalan bir şey kalmıyor, egosu yok olan Kovalev hiçbir alışkanlığını sürdüremiyor, alt tabaka haline geldiğini hissediyor, kendini hiçbir şey hak ettiğini inandıramıyor. Kovalev'in olduğu insanla olmak istediği insan arasındaki fark görüyoruz, yani Kovalev aslında burnunu geri almaya çalışırken istediği şeyin gözünün önünde olması ama onda olmamasını çekemediği için yapıyor bunu. Bir nevi burada materyalistlik de var, insanların yalnızca rütbesine saygı gösterdikleri için bu hayati bir önem taşıyor ve nasıl bir insan olduğunuz, ne kadar çok kazandığınız kimsenin umrunda olmadığı için düşük rütbelilerin kazandıkları paranın hırsızlık olduğu bile düşünülebiliyor, bu yüzden Kovalev'in bu kadar bozulmasını çok da yanlış anlamak lazım. Kovalev'in zihinsel çöküntüsünden sonra berberi sorguya çeken bekçi, burnun bulunduğunu bildirir. Burnu yerine takmaya çalışırlar ve hatta doktor bile çağırırlar ancak beceremezler. Burnu satmayı bile teklif etseler de Kovalev bunu reddeder (Bu Kovalev'in bir malı değil de kendisinden bir parçayı satması gibi olacaktı, hayallerini, yükseliş isteğinin hepsini satmış gibi olacaktı, para karşılığı bütün haklarından feragat etmiş gibi olacaktı ve o da bunu istemiyordu asla.) Ancak bir gün Kovalev, olağan hayatına geri döner. Hatırlamaz mısınız, burnu yokken korka korka katedral gazeteci dolanıyordu, ne ara idari amirlik ister oldu yine? -- Portre: Resim dükkanının tasviri ile başlıyoruz. İnsanların bir şeye hak ettiği değeri vermek yerine karın doyurmayan tebriklerden başka bir şey yapmadığını görüyoruz. Resimler güzel evet ama alıcı yerine seyircisi bol. Ressamımız Çartkov ise bunları vasat görür, alttan alta emeği beş para etmeyen şeyin pazarlanması yüzünden çok kitle edilmiş olduğunu düşünür. Burada kapitalizm eleştirisi de mevcut, aynı zavallı renkler, aynı zavallı biçem, aynı baştan savmacı, şişirmeci yaklaşım vardır; bu resimleri insan değil de sanki bir düzenek çiziyormuş gibi. Yani önemli olan emek ya da kalite değil, sadece satılsın da ne olursa olsun. Zaten o dönemlerde sanayileşme de olduğundan çok da yabancı bir eleştiri olmamış aslında. "O kadar bakındık, bir şey alalım bari." zihniyeti bana böyle "Süpermarketten bir şey almayınca hırsız sanılmak" gibi tebessüm ettirdi. Gerçi sonrasında neden aldım ki demesi de insanların savurganlığa itildiğini, ihtiyacı olmayan şeylere ihtiyacı varmış gibi hissettirildiğini düşündürttü. Ne insanın ne emeğin değeri var, almak ve sonra pişman olmak var. Küçük esnafın "Siftah bile yapamadım, 75 kapiklik şeyi 20 kapiğe satayım, bari para olsun." demesine çok üzüldüm. Günümüzde de virüsten dolayı günlerce bir şey satamayanların içler acısı hali gibiydi. Ressamımız Çartkov, profesörünün deyimi ile yetenekli, gelecek vadeden, popülist ve anlamsız şeylerden ziyade anlamlı, kaliteli işler çıkarmayı hak eden biridir. Ancak günümüz dünyasında eski kafalı olmak, emeğe saygı göstermek çok da mantıklı bir hareket gibi gelmiyor artık. Örneğin, Dostoyevski yerine Beyza Alkoç'un okunduğu, Ceza ve Sagopa yerine anlamsız şarkıları yapan ergenlerin dinlendiği, soytarılık yapan insanların kaliteli insanlara yeğlendiği bu dünyada emek ve saygı kavramları artık yok gibi. Çartkov da eski ustaların izinden gittiğinden zengin olmayı becerememiş. Ben şahsen onurlu bir yenilgiyi onursuz bir galibiyete yeğlerim. Fakirlikten dolayı para rüyaları gören ressam, onu izlediğini düşündüğü portredeki adamın kalkıp yatağına oturduğunu, para sayıp gittiğini, bu sırada ressamımızın da bir kese aldığını görür. Hareket edemeyen, sesi çıkmayan ressam, parayı görünce çıldırıp alıyor. Para, hayati şeylerden bile önemli olmuş artık. Geç kalkan Çartkov çok keyifsizdir, zira ev sahibi ve polis gelir ve kira mevzusundan dolayı sıkıntı çıkarırlar, ancak polisin ressamın aldığı tablonun bir yerini kaza ile kırması, ortaya hem kira ödeyecek hem de 3 yıl istediği gibi yaşamasını sağlayacak bir mebla ortaya çıkarmıştır. Ressamın hedefi normalde yaşamını sağlamak ve 3 yıl resmine gömülmek iken daha sonrasında hedonizme gömülür ve mantıktan ziyade soylu bir yaşama dalmaya çalışır, zengin gibi yaşamaya çalışmaya başlar. "Neva Bulvarı" hikâyesinde bulvarın yalan olduğunu okumuştuk. Şimdi ressamımız da bir yalancı olmaya hazırlanıyor. Ressamımızın burnu yerinde olduğundan (bkz. Burun hikayesi) havalarda hissediyor ve altın şıngırtısı ile torpili kullanarak sanki Da Vinci ya da Picasso'ymuşçasına övüldüğü bir gazete ilanı yayımlatıyor. Ne kadar da sahte değil mi? Sorun yaratılıyor (çizilememek), çözüm bulunuyor (Çartkov), televizyon reklamı gibi. Bir insanın resmini çizseler ne çizmeseler ne? Resimden sahiden anlayan bir kadın, kızının portresini yaptırmaya gelmiştir ancak daha tam alışacakken "bugünlük bu kadar yeterli"dir. Resam şaşkındır, mesai ve aralı iş yapar gibi resim çizmeye hiç alışkın değildir. Züppe takılırken bile fakir alışkanlıklarını atamaz üstünden, ancak sonra paranın büyüsüyle kendisine ihanet eder, eski çalışmaları aklına gelmez, örnek aldığı insanlara laf söylemeye başlar ve iyice antipatik olmaya başlar. Aslında 1. Portrede (yani Lise'nin) realizm-romantizm çatışması ve Puşkin'in "dahini sanatını çiziktiren barbar ressam" alegorisini görebiliriz. Çartkov her şeyi olduğu gibi yaratıyor, kadınsa kusurları saklamak istiyordu. Gogol her şeyi olduğunda yazıyor ama sansüre uğruyordu. Çartkov bu kusurları Psykhe üstünde deneyince kıza acayip benzediğini görür ve bu portre çok şey kazandırır. Tabii, annenin de böyle olmak istemesi ressamı şaşırtır, olduğumuz gibi kalmak ne kadar da zordur! Ressam artık kendi istediği şekilde değil başkalarının istediğin şekilde hareket etmeye başlar: Kadınları daha kadınsı, erkekleri daha erkeksi, kusurları kusursuz, yalancı, rüşvetçi, şeref yoksunu insanları sanki peygambermişcesine göstermeye çalışır. Aslında hepimiz olduğumuz insanı ya kabul edemiyoruz ya bunu değiştirmeye çalışırken aşırılığa kaçıyoruz ya da ne kadar doğru da olsa başkaları yüzünden bunlardan vazgeçmeye yöneliyoruz. Sosyal medyalarda fotoğraf atarken onlarca filtre, efekt kullanıyoruz ancak bir süre sonra isteğimiz üzerine yaptığımız bir şeyin sırf başkalarını hitap etmek için olduğunu gördüğümüzde de kendimizi yetersiz görüyor ve çoğu insan bundan dolayı hastalanmaya başlıyor. Ben de zamanında bunu yaptım, kendimi gösterilmeye değer görmüyordum ama daha sonrasında bir şekilde kendimi barışmayı da becerdim. Ressam bu yalakalıklarla iyice ünlenmiş, kendisini hepten kaybetmiş, şöhret için ne gerekiyorsa o olmuştur. Napolyon'un "Kartalların bir kez daha muzaffer ancak yıldızım sönüyor." sözüne benzer olarak ressam parasını bitirmeye başlıyordu. Bir gün İtalya'ya gönderilen bir Rus ressamın tablosunu incelemeye gider, resmi ne kadar eleştirmeye çalışırsa çalışsın resim ona gençliğine hatırlatır. Eskiden evine gömülüp resim için çabalarsa çok iyi bir yazar olabileceği inancını hatırlar, şimdi ise soytarının teki olduğunu fark eder. İşte bu hayallerin hepsini gerçekleştirmiş birini görmek de onu yıkmış oluyordu. Başkalarının yaptığı güzel tabloları alıp yok etmeye başladı ki herkes onun arkasında kalsın, ama uzun bir çizgiyi kısaltmanın yolu ondan daha uzununu çizmektir. Ressam artık resim çizme yeteneğini kaybetmiştir, bunun sonucunda da kendi varlığının, yeteneğinin uçup gittiğine inanır ve kriz geçirerek ölür. Bir sanat koruyucusunun (bizim ressamın) tabloları mezata çıkar, alıcısı gezentisi bol olan bir mezattır. Mezata çıkan tablo, ressamın hayatını karartan tablodur ve mezatın ortasına dalan karakter, neden o tablo onun olmalıdır bunu anlatmaktadır. Kolomna'da fakirliğin diz boyu olduğu yerde kim borç alırsa alsın ölen bir tefeci anlatılır. Sanatsever bir adamın borçtan sonra iyice sapıttığı bir hayat yaşayıp evlendiği (ne gerek vardı bu kadar savurganlığa, mutluluktur önemli olan) eşi ayrılmak istiyor diye onu bıçaklayacakken yanlışlıkla kendini öldürmesinden bahseder. Kahramanın babası da ressamdır ve tarzını hiç bozmadan devam eder. Eskiden alay ederse de sonra  saygı kazanır ve kiliselerden hep iş teklifi gelir. Babası aynı zamanda Asyalı tefecinin resmini çizen kişidir de. Çizmesine çizmiştir ama kendisi de huysuz ve kıskanç olmaya başlamıştır ve öğrencisini kıskanmaya başlar. Bir yarışmada elendikten ve öğrencisinin kazandığını duyduktan sonra deliye dönen adam, tabloyu yok etmeye çalışırken bir ressam onu durdurur ve resmi o alır ve baba aynı huzura geri döner, ancak bu sefer de tabloyu alan ressama musallat olur. Hikaye daha çok Dikankavari bir öyküydü. Karakterimizin İtalya'ya giden Rus ressamı olduğunu, Çartkov'un salonu terk etmesine neden olan kişi olduğunu anlıyoruz. En sonunda da iyiliğin kaybettiği bir son oluyor çünkü portreyi çalıyorlar. -- Palto: Hikayeye başlamadan önce Gogol'ün parantezle başladığı yerde büyük bir hiciv ve özgüvensizlik var. Öncelikle, insanların kendine yöneltilmiş yaftalar içerleme sebebi oluyor, ikincisi, suçlu oldukları halde bunu bir yerde okumak ve duymak nedense kızdırıyor, üçüncüsü, Gogol birini yaftalayıp ceza çekmekten korkuyor. Nesillerce çizme giyseler de kunduracı lakabı alan ailenin Akakiy adında bir oğlu olur. Akaki uslu, kazasız belasız, zararsız demektir. Akakiy Akakiyeviç, uslu oğlu uslu demektir, yani bizdeki Mehmet oğlu Ahmet gibi bir şey. Yani aslında nesilden nesile bir usluluk, iyi insanlık imajı var: Haksızlıklara baş kaldıramayan bir nesil yani. Saçma sapan isimler almaktansa babasının adına mahkum edilen bir Akakiy var, yani bir nevi aynı kaderi babadan oğula görüyoruz. Düşük rütbeli olduğundan kimse ona saygı göstermez ve o da buna mukavemet edemez, zira o Dubrovski gibi "Unvanından dolayı özür bekleyemeyeceği hakaretlere" silah çekebilecek bir insan değildir. Günümüzde mobbing olarak bilinen kavram yüzyıllar öncesinde ona uygulanmıştır, işine muhtaç olduğundan da bir şey diyemez. Bu alıntıyı ikinci kez kullanıyorum ancak sanki bütün işyerindekiler birlikmiş de Akakiy yalnızmış gibi. Bir işe yaramayan, başkalarına özenip camı kırık bir eve taş atmak misali ona yaklaşan insanlara direnemeyen bir insandır. Gereksiz adamın ta kendisidir. Tıpkı o da Yevgeni Onegin gibi sakin bir insandır, Peçorin gibi agresif değildir. Günümüzde asgari ücretlilerin hayattan hiçbir şeyden keyif alamamaları, çalışmak zorunda olmaları, öylesine bir yorgunluk ki yaşadığının bile farkına varmamaları hali, Akakiy tam da böyle bir insandı işte. Ailelerimizin bizi böyle olmaya yönlendirdiği, itaat eden, nefes alıp veren, Peçorin gibi "ruhunun yarısını kesip atan" insan modeline kim istekle bakabilir ki? Türkiye'de öğrencisi öğretmeni kasiyeri doktoru herkes bunamışken saray ve soylu ahali daha önce işe yarayan aile üyelerinin servetini yiyor. Kalabalıkta yalnız hissetmiş, insanlarla iletişim kurmaya ne vakti ne mecali kalmış, evinde oturan asosyal bir insanın hissettiklerini hissedenler Akakiy gibi yaşadıkları için bu adamı tam olarak anlayacaklardır. Beni de şahsen çok derinden etkileyen bir karakter oldu bu. Hayatta kalmayı umursayan ve hayattan zevk almaya vakti kalmayan Akakiy, sorunun kaynağı olan paltosunu terziye götürmeye karar verir. Utanç verici değil mi Neva Bulvarı'nda altın sırmalı kürk giyenler bile varken bir memurun kendine palto bile alamaması? Hayatta kalmaya çalışan bir adamın hayatta bile kalamıyor oluşu? Bir ceket için mumdan çaydan ayakkabıdan dondan kısmak, hayatı için hayatından harcaması? Hayatı için hayatını harcamak onu çocuk gibi sevindiriyor elbette. Bir paltosunun oluşu onun için büyük bir değişiklik. Herkesin tavrı değişiyor elbette,  önceden sabahlık diyenler şimdi güle güle giymesini söylüyor. Davet gelir ve oraya gitmek ister ancak parayla orantılı olarak ışıkların paltoların kızakların capcanlı olduğu bir dünyada yaşamın nesi sevindiricidir ki? Partilere alışkın olmayan bu insancık kutlamadan sonra evine giderken iki tane serseri tarafından gasp edilir ancak onu arkadaşlarıyla buluşuyor zannettiğinden bekçi yardımcı olmaz, tipinden midir memurluk rütbesinden midir ne memurlar ne de önemli kişi denen otorite manyağı egoist bir herif olan general yardımcı olmuştur. Paltosuzluk onu ağır hasta etmiştir, heba ettiği hayatın da hiç bir anlamı kalmaz. Mirasçısı ve mirasa değer malı bile olmayan Akakiy, hayata gözlerini yumar ve Petersburg, sanki böyle biri yaşamamışçasına onun yokluğunu çekecektir. Ama çam tabuta gömülmüştür, meşe olanlar böyle biri için pahalıdır. Hikaye tekrar fantastikliğe dönüyor, sözde Akakiy paltosu çalındığından palto çalmaya başlıyor. Burun hikayesinde burnu olanların egoist hareket etmesi ve burnu gidince normale dönmesi gibi generalin de paltosu varken egoist oluşu ve Akakiy onun paltosunu çaldığında tekrardan normal bir adam oluşunu anlatıyor. -- Bir Delinin Anı Defteri: Deli bir memurun aklını daha ilk günden kaybetmiş olduğunu ama normal saydığını görüyoruz. Okuduğu şiirin Puşkin'le gram alakası yok bu arada (o kadar puşkin'in 3 tane şiir kitabını okudum biraz fikrim olsun :D) Gogol'ün biraz tekrara düştüğünü düşünüyorum başlarda, yani önceki 4 hikaye de "Soyluluk haksızlık, memurlar aşağılanıyor, torpille gelenler kendini bir şey sanıyor." propagandasıydı ama Petersburg konsepti gereği kabul edilebilir bir şey. 8 Kasım'daki tiyatro eleştirisi "Boris Godunov"daki meczup Nikola'nın eleştirilerini hatırlattı, iki karakter de deli ve devleti eleştiriyordu. Kahkaha atmasam da çoğu zaman açık açık güldüm, burada da kişinin soyluluk ve zenginlik altında ezildiğini görüyoruz- ay! sus! bir şey yok! sakin ol! Gogol'ün mektup yazma hevesi hala daha bitmemiş, Ukrayna'ya dair onda kalan tek şey de bu olsa gerek: köpeklerin yazdığı mektuplar. Günlük bir süre sonra politik, Rusya'yı ve İngiltere'ye alttan alttan hicivleyen bir hale bürünüyor. İspanya kralı kısmından sonra gecenin bir vaktinde kahkaha atarak okumaya devam ettim. Bu kadar mantıksız ve yanlışlıklarla dolu (Burunların ayda yaşaması, Wellington'un kimyager değil komutan olması) bir metinde mantık aradım ya, helal bana. Delinin ölmesiyle Petersburg hikayeleri son bulmuş oluyor, çünkü fayton bu hikayelerin bir parçası değil. -- Fayton: Bir Petersburg hikayesi olmadığı çoktan belli oluyor çünkü burada ne gereksiz adam profili ne acı çeken insanlar var, yalnızca soyluların şovları var. Bir arabayı ne kadar pahalı aldığıyla gaza gelen insanlar topluluğu. Çok da ilgimi çekmeyen bir hikaye oldu, yani Gogol'ün 5 enfes hikâyesinden sonra yalnızca komik sonu bir hikaye denebilir buna. Bu kitapta olmaması hoş olurdu, kitabı yalnızca Petersburg öyküleri olarak basmak çok daha akıllıca olabilirdi zira bu kadar hikaye okuduktan sonra son hikayenin de adam akıllı bir şey olmasını bekliyorsunuz.
Ömer Giray Özdemir
Ömer Giray Özdemir
La Perduta Gente
La Perduta Gente
Bir Delinin Anı Defteri - Palto - Burun - Petersburg Öyküleri ve Fayton
Bir Delinin Anı Defteri - Palto - Burun - Petersburg Öyküleri ve FaytonNikolay Gogol · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 201955,3bin okunma
·
2.301 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.