Gönderi

198 syf.
·
Puan vermedi
“Hakkari’de Bir Mevsim”, ilk olarak 1977 yılında Ada Yayınları tarafından basılmıştır. Kitabın elimizde bulunan nüshası ise 21. baskı olarak, Nisan 2013 tarihinde Sel Yayınları tarafından yayınlanmıştır. Onat Kutlar’ın senaryosuyla Erden Kıral tarafından filme de çekilmiş, 33. Berlin Film Festivali (1983) ve 2. Akdeniz Kültürleri Film Festival’lerinde ödüller almıştır (1984). Kitap, roman türünde kaleme alınmakla beraber, gerek anlatım dili ve gerekse form olarak yer yer şiirsel özellikler taşıyan, özgün bir nesir örneğidir. Romanın konusu, oraya nasıl geldiği muğlak olan bir öğretmenin, Hakkâri iline bağlı 2100 rakımlı Pirkanis köyünde geçirdiği bir yıllık sürede yaşadıkları ve/veya düşledikleridir. “Hakkâri’de Bir Mevsim”, bir kaza eseri dünyadan koparılmışların dünyasına gelip, dilini, kültürünü ve coğrafyasını bilmediği bu insanlarla iletişime geçmenin ve yeni yaşam yolları denemenin romanıdır. Anlatıcı, yabancıların arasında bir yabancı, dünyadan fırlatılmışların arasında bir fırlatılan ve ötekinin ötekisidir. Romanda konuyu ve olayları bize aktaran, kazazede öğretmenin bizatihi kendisidir. Genel itibariyle olayları birinci tekil şahıs olarak aktarmasıyla anlatıcıyı “ben-anlatıcı” olarak isimlendirebiliriz. Yer yer “o-anlatıcıya” geçmesi, anlatıcının kim olduğu gerçeğini değiştirmez. Roman boyunca okuyucu, “ben-anlatıcı”nın dilinden, örtüşen bir zaman eşliğinde olaylara ve düşüncelere şahitlik eder. Anlatıcımız kazazede öğretmen, odasında yalnız kaldığı anların dışında, aktardığı olaylarla arasındaki mesafeyi korumakla kendisini “nesnel anlatıcı” olarak konumlandırmıştır. Aktardığı olayların ne üzerinde (olimpik konum) ne de tam olarak içerisindedir (kişisel konum). Nesnel konumundan şahitlik ettiği hadiseleri aktarmakla yetinir. “Nesnel” kazazede öğretmen anlatıcımız, olaylara dıştan içe bakmaktadır. Tüm roman boyunca, yabancısı bulunduğu bu yabancı hayata şahitlik eden anlatıcı, şahitlik ettiği olayları tarafsız ve mesafeli bir şekilde, dışardan gözlemleyerek okuyucusuna aktarır. Olayların sunuş biçimleri romanın bütünlüğü içerisinde ve ona uyumlu bir şekilde farklılık göstermektedir. Gürsel Aytaç’ın belirlediği sunuş biçimlerinden sadece yorumlama biçimi kullanılmamıştır. Bu, anlatıcının nesnel konumundan haklı olarak bekleyeceğimiz bir durumdur. Zira nesnel anlatıcı olayları bize, yorumlamadan ve yargılamadan, şahit olduğu şekliyle aktarmalıdır ve aktarmaktadır. Anlatıcının halet-i ruhiyesini, bilhassa odasında yalnız olduğu anlardaki iç monologlarından ve bilinç akımından anlarız. Uzun uzun betimlemelerle ne kendisi uğraşan ne de okuyucusunu yoran anlatıcı, kahramanın yalnızlığını, yabancılığını ve kazazedeliğini bize çok daha kısa bir yoldan aktarır. Bilinç akımı ile sunulan bölümlerde, kahramanın sürgünden önceki yaşantısına dair izler bulurken iç monologlarında hali hazırda yaşamakta olduğu duygu durumunu hissederiz. Hakkâri’ye ve Pirkanis köyüne dair genel ve kısa betimlemeler ve bu tasvirlerdeki ustalıklı sözcük seçimleri, bize sürgün bir öğretmenin mekânını son derece isabetli bir şekilde sunar. Betimlemelerde sözcükler, detaylı bir bilgi aktarımından ziyade, bize mekânın ve betimlenen nesnelerin ruhunu aktarmaya hizmet eder. III/Sınıf bölümünde ilk defa olarak öğrencileriyle tanışan öğretmenin, onları betimlerken kullandığı sözcükler okura, öğrencilerin detaylı bir resmini çizmekten ziyade, Pirkanis köyünün ve bu köy nazarında bölge köylerinin yoksulluğunu anlatmaktan öte hissettirir. Romanın figürlerinin eylemleri kısaca rapor edilerek sunulur. Örneğin, “Hoca, benim kardeş hasta, diyor. Nesi var? Diyorum. Ateşi var çok, diyor. Ölecek. İlaç vereyim mi? Diyorum. Hayır, portakal ver, diyor. Portakal yememiştir hiç.” S.137 Alaaddin ile öğretmen arasında geçenler bu bölümde rapor edilmiştir. Fakat anlatıcının, bu rapordaki olaya dönük yorum ve betimlemesini çıkarsamak işi okura bırakılmıştır. Pirkanis’te yüksek ateşe yakalanan çocuklarla ilgili öngörülen kati sonun ölüm olduğu, bu sonun devletin veya sorumlu otoritenin aymazlığından ötürü katileştiği vb. yorumlar ile böyle bir coğrafyanın, ölmekte olan bir çocuğun son arzusunun ancak “portakal” olduğu/olabileceği ölçekteki yoksulluğu vb. betimlemeleri anlatının yüzeyinden değil, ilk bölümünden itibaren inşa edilen derinliğinden çıkarmak sorumluluğu okuyucunun omuzlarına yüklenmiştir. Anlatım tutumlarındaki tercihler de, bir bütün olarak uyum içerisinde ilerleyen anlatıda da tutarlılık göstermektedir. En üst bakışla anlatıcı, tastamam bir sivildir. Hem de sürgün edilmiş, fırlatılmış, kazaya uğramış bir sivil. Böylesi bir kahramanın İl Milli Eğitim teşkilatı ve ardından Valiyle yani kendisini fırlatan otoritenin temsilcileriyle temas ettiği anlardaki eleştiren tutumu son derece beklenen bir şeydir. Fakat kayda değer olan yazarın bunu aktarma şeklidir. Önce İl Milli Eğitim teşkilatı ile temasa geçen anlatıcı bize, uyuklayan bir felsefe-sosyoloji-mantık öğretmeni ile aynı odayı paylaşan ilköğretim müdürü ve bu çok donanımlı öğretmenle aralarında geçenleri rapor eder. Bu raporda düşük IQ’lu ve aymaz bir devlet satır aralarından alık alık ve umursamazca bize bakmaktadır. Anlatıcının devlet otoritesinin buradaki temsilcilerine getirdiği eleştiriyi raporun satır aralarından çıkarmak işi yine okura bırakılmıştır. Anlatıcının roman boyunca sunduğu son derece nesnel raporların altında, bir sürgünün öznelliği sezilmektedir. Anlatının zamanı şimdiki zamandır. Olaylara yaşandığı sırayla şahitlik ederiz. İç monologlar ve bilinç akımı ile sunulan bölümlerde zaman görelilik kazanır. Bu göreli zaman içerisinde aktarılanlar anlatıcının öncesine ve iç dünyasına dairdir. Mekân bir sürgüne en layık olan mekânlardan biridir. Uzak ve unutulmuş bir coğrafyanın uzak ve unutulmuş bir köşesi anlatının mekânıdır. Mekândaki mevsimden renklere kadar her şey hele de denizlerden sürülmüş bir sürgün için kusursuz bir şekilde kullanılmıştır. 0 rakımdan 2100 rakıma fırlatılan anlatıcının fırlatılmış olduğu, bu basit aritmetikten bile keskin bir şekilde hissedilmektedir. Roman, sürgün bir öğretmenin, sürgün yerine varışından ayrılışına kadar geçen olayların sıralı bir şekilde aktarılması şeklinde kurgulanmıştır. Romanda kullanılan figürler yabancılar içerisindeki yabancı sürgün için romanın sonuna kadar yabancılıklarını muhafaza etmişlerdir. Bütün figürler ayrı birer kişi olmaktan ziyade temsil ettikleri roller nazarında kurgulanmıştır. Aymaz ve alık bir devleti betimlemek için aymaz ve alık memurlar ile makamını hazmedememiş faşist bir vali ayrı birer kişi olmaktan ziyade temsil ettikleri devletin kusursuz birer örneğidirler. Yine aynı şekilde, ihmal edilmiş bir dağ köyünün muhtarı, kaçakçısı, kadını ve çocukları da ihmal edilmiş bir dağ köyünde olması gerektiği gibi ve o ölçüdedir. Çehov’un “vaktim olsaydı daha kısa yazardım” demesindeki hikmet bu romanda kendisini açıkça hissettirmektedir. Sözcükler olabildiğine ekonomik kullanılmakla beraber katma değerleri son derede yüksektir. Bu sayıda ve yalınlıkta sözcükle bu yoğunlukta ve derinlikte bir hikâyeye şahitlik edebilmemizin esbab-ı mucibesi kuşkusuz yazarın ustalığı ve eserinin edebiyat katında bir ürün olmasıdır. 118. sayfada öğrencileriyle kardan adam yapışını anlatan öğretmen, o kısacık bölümde bize pek çok şey söylemektedir. “…Hep birlikte bir kardan adam yapalım. Burnuna koyacağımız havuç yok, ama bir tezek parçası koyarız. Göz olarak koyacağımız kara zeytinlerimiz yok, ne yapalım biz de gözlerini oyarız. Eline vereceğimiz süpürge yok, ama bir çifte veririz.” Anlatıcı bu kadarcık sözcüğün içerisinden bize Pirkanis köyünün 2100 metrelik rakımının ne anlama geldiğini santim santim hissettirir. O mevsimde o yüksekliğe havuç çıkamamasının bir sebebi coğrafi zorluk ise bir sebebi de ihmal edilmişliğidir. Süpürge elbet vardır ama bu coğrafyaya biçilen rol kardan da olsa adamın eline çifteyi münasip görmektedir. Fakat tüm bu yoksunluk ve yoksulluklar karşısında ne bir isyan vardır ne de bir serzeniş. Dergilerdekine benzemese de bir kardan adam yapma azmi ve bizim kardan adamımızda böyle deme esnekliği vardır. Kabullenmek ve uyum sağlamak tercih edilmiştir ki olayların şahidi anlatıcı da roman boyunca önce kabullenir ardından uyum sağlar. Kitabın “anadil” konusuna getirdiği son derece nesnel yaklaşım sansürcü paranoyayı harekete geçirmek için yeterlidir. Kendi sessizliğinden bile uyarılan “kuşku” için, bilhassa ilk bölümlerde sıkça tekrarlanan “anadil” vurgusu çok çok gürültülüdür. Tabi bu gürültüye Halit’in feodal mengenede sıkışıp ve nihayet canını teslim ederken çıkardığı sessiz çığlığı ile ancak ölecek çocuk kalmadığında köye ulaşan sağlık ekibinin ayak seslerini de eklemek gerek. Roman hiçbir şeyi aydınlığa kavuşturmak için yola çıkmış değil. Sadece düşle-gerçek arasında gidip gelen bir hikâye aktarmış. Hikâyenin içerisinde yargılaması okura bırakılan olaylar rapor edilip, figürler betimlenmiş. İçerik, kurgu ve biçim uyumunu sağlayan yazar Türkçe’ ye özgün ve edebi bir yapıt hediye etmiştir.
Hakkari'de Bir Mevsim
Hakkari'de Bir MevsimFerit Edgü · Sel Yayıncılık · 201710,3bin okunma
·
348 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.