Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

251 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
6 günde okudu
Biliyorum, tüm incelemelerimde "çağımızda da öyle değil midir?" temalı yazılar yazıyorum ve bu temaya değinmeden duramıyorum. Sylvia'nın tabiri ile bir Sırça Fanus'tan sesleniyorum sizlere bu harflerin arasından. O güzel insana değinmeye çalışacağım naçizane yazımdan... Kendi Sırça Fanus'umdan... Gerçekten de (hadi bir kez daha yapalım şu klişeyi..) çağımızda da öyle değil midir? Yani, herkesin kendine ait bir Sırça Fanus'u yok mudur? Hayal perdemizi kısıtlayan, bizlere istemediğimiz şeyler yaptıran (zaten ne zaman istediği şeyi sırf istemiş olduğu için yaptı ki insanlar?), dışarının o 'metalik' ışığını bizlere keskin bir şekilde yansıtan o fanus. İçerisinde soluyabileceğimiz kadar hava kaldı mı o da belli değil, ne kadar oksijenimiz kaldığını bilmeden soluyoruz yalnızca. Yaşamak için değil, içerideki oksijeni bitirmek için soluyoruz belki de. Çünkü solumuş olmak bizleri rahatlatmıyor artık; şöyle derin bir nefes aldığımızda daha da boğulur hale geliyoruz. Çünkü ne kadar çok soluk alıp verirsek içerideki hava o kadar çabuk bitecek bundan eminiz. Tek emin olduğumuz şeyler bazı şeylerin 'sonlanabilirliği'. Bu düşünce insana ufacık bir ışık demeti yolluyor. Fakat kesiliyor hemen, çok uzaklardaki bir deniz fenerinin kesik ışığı gibi. Evet, ben Sylvia ile böyle tanıştım. Belki çok uzaktan; yazdığı bir kitap aracılığıyla ama bu bile onun yoğun hislerini çok az da olsa anlamama yetti. Bir yazar ile okuru arasında herhangi bir 'uzaklık' olabilir mi hakikaten de? Zamansal anlamda bir uzaklıktan bahsetmiyorum, hayır. İnsanlar bilmese de birbirlerini yaşayabilir. İki insan aşağı yukarı aynı şeyleri yaşıyor ve düşünüyorsa kendi aralarında bir 'yaşanabilirlik' olgusu vardır. Yani, iki insandan biri diğerini, diğeri de onu kendi içinde yaşayabilir; bir nebze 'o' olabilir. Belki de bu biraz empati ile ilgili, ama bu empati kadar anlamlı fakat empatiden daha derin bir duygu. Fakat Sylvia bu 'uzaklığa' düşmüş bir insandı bana kalırsa. Bunu kötü anlamda söylemiyorum. Demek istiyorum ki, insanlar onu anlamaya çok uzaktı. İnsanların arasına girmeye çalışsa da zaman zaman (diğer insanlar böyle yaparak mutlu oluyorsa, o neden olmasındı?) bu çabalar onu insanlardan daha da uzaklaştırdı. O denli çaresiz hissetti ki yaşıtı olan kızlara baktı, onları gözlemledi umutsuzca. Belki de onlar gibi olursa insanlardan istemsiz uzaklaşmasına bir son verebilirdi? Yaşıtları gibi bazı erkeklerle birlikte olmayı denedi. Daha sonra o 'kadın düşmanları' onun hayatını yakıp kül eden, böylece karartan, durdurulamaz ateşi canlandıran kıvılcımı haksızca körüklediler. Sırça Fanus, Sylvia'nın otobiyografik eserinden fazlası. Eserdeki Sylvia'nın ismi ise Esther Greenwood. Fakat isim önemli mi? Hayatı kül gibi kapkara hale gelen insanların ismi bir anlamda önemsizleşir bana kalırsa. Hepsinin adı ortak bir adda buluşur: İnsan. Esther kimdir peki; o 'insan' kimdi? Çoğu insandan (ve kadından) daha çok 'insan' olan kişi? Parlak bir üniversite öğrencisi, büyük hayalleri olan biri, haklı beklentilere sahip bir kadın. Fakat o günün dünyasında, günümüzde olduğu gibi olağanüstü bir rekabet hüküm sürmektedir. Kimi kimseler "Hayatı öğren, buna alış. Hayatta her daim rekabet vardır." derler. Bunu hitap ettiği kişi bu dünyaya alışık mı bakalım? Ya da güçlü bir nehirden ibaret olan 'gerçek hayat'a karşı dimdik ayakta durabilecek kadar dayanıklı mı? Bu iğrenç rekabet Esther'in hayatını değiştirecek ve kaldıramayacağı bir düzeye gelecektir. Bunun üzerine yukarıda bahsettiğim gibi çeşitli arayışlar içerisine bile girer. Kişiliğini kaybeder. Bir insanın kişiliğini kaybetmesi yalnızca onun karakteristik özelliklerini yitirmesi anlamına gelmez. Kişilik kaybı bana göre insanın hayat denilen nehre kapılmasının yanı sıra kimsenin de ona yardım etmemesidir. Nehirde ne kadar ters yönde yüzmeye çalışırsa çalışsın kurtulamayacağının umutsuz bilincinde olmaktır. Bir nevi istemsiz ve umutsuz bilinçtir. Fanus'un havasının biteceğini bildiği halde hızlı hızlı solumasıdır. Esther de Sylvia gibi çeşitli intihar girişimlerinde bulunur. Kişilik arayışı çabalarının yararsız kaldığını gören Esther dünyaya daha fazla tahammül edemez hale gelir. Sahi, bizler nasıl tahammül ediyoruz bu hayata, pardon, yarışa? Esther'in karşılaştığı şeylerle biz de her gün karşılaşmıyor muyuz? Dersler, sorumluluklar, hayallere ulaşmanın güçlüğü, bir iş görüşmesine gittiğinizde karşınızdakinin kişiliğinize bakmadan "Kaç dil biliyorsunuz?" diye sorması (efsaneler böyle söylüyor.) ve daha birçok şey. Eğer bazı insanlar buna dayanamayıp Fanus'un dışına çıkamayacağına içeride ölmeyi tercih ediyorsa bu onların güçsüz olduğundan kaynaklanmaz. İntihar eden kişilere neden aynı şekilde bakıyoruz biz insanlar olarak? Güçsüz bir yapıları olduğunu sanıyoruz intihara meyilli olan insanların. Bu yanlış. Ya hayat, pardon, yarış dediğimiz nehir onların tarafında daha şiddetli akıyorsa? Elbette ki kitapta bolca kadın-erkek eşitliği olgusuna da değinilmiş. Kimi erkeklerin kadına yalnızca çocuk doğuran, ona bakan, büyüten bir 'robot' gibi bakması, bazılarının daha da ileri gidip kadını insandan saymaması ya da erkeğin bekar kalabilmesine rağmen kadının bekar kalamayacakmış gibi bir toplum baskısının olduğu gibi kimi noktaların üstüne sert sert basmış Sylvia. Bekaret denen kavramın neden yalnızca kadına ait olduğu, erkeklerin (bazıarı) istediği şeyi yapabilirken, kadınların kısıtlanmasının saçmalığı gibi önemli bir konuya dikkat çekmekten geri kalmamış Plath. Bu konular geçmişte sorun olduğu kadar günümüzde de sorun oluyor. Bu bana göre çok hassas bir konu. Ayrıca yanlış anlaşılmaya çok açık bir konu, hem kadınlar hem de erkekler tarafından. Bu konuyu ben çok iyi biliyorum diyemem, aksine en az ben biliyorum dolayısıyla bu meselenin üstüne daha ince bir şekilde kafa yormam/yormak gerektiğini düşünüyorum. Plath ise bu konudaki kafa yorma eyleminin kıvılcımını atan önemli şahsiyetlerden yalnızca bir tanesi. Son olarak da Plath'ın ironisine dikkat çekmek isterim. Kitapta gölge ile ilgili yaptığı bir anlatım var. Alıntı ise şu: "Dünyadaki en güzel şey gölge olmalıydı, gölgenin milyonlarca kımıldayan şekli ve çıkmaz sokakları. Büro çekmecelerinde, dolaplarda, bavullarda hep gölge vardı, evlerin, ağaçların, taşların altında ve insanların gözlerinin, gülümsemelerinin ardında gölge vardı ve dünyanın gece tarafında kilometreler boyunca gölge vardı.". Gölge dediğimiz fiziksel olgunun oluşumu için ne gereklidir? Işık. Alıntının sonlarına dikkat edin. "... dünyanın gece tarafında kilometreler boyunca gölge vardı." gece olan, yani ışık almayan bir tarafta gölge nasıl olur? İşte bunun cevabı Plath'ın mükemmel ironisinin içinde gizli. Bana göre Plath'ın görmüş olduğu gölgeler o denli koyu ki (geceden bile koyu) gecede dahi fark edilebiliyor. Yani bir nevi o gölgelerin yansıtma kaynağı gecenin ta kendisi. Gece ona göre öyle aydınlık ki, gecede dahi gölgeler görebiliyor. Onun kolay şeyler yaşamadığının en iyi kanıtı bence budur. Bizlerin de (en azından benim) Sırça Fanus'umuzun havası hızla tükeniyor. Kırabilen var mıdır bu fanusu? En azından deneyelim. Kıramayacağımızı bilsek bile...
Sırça Fanus
Sırça FanusSylvia Plath · Kırmızı Kedi Yayınevi · 201911,5bin okunma
··
471 görüntüleme
Rabia okurunun profil resmi
Mükemmel bir inceleme, ellerinize sağlık.
Nympheutria okurunun profil resmi
Teşekkür ederim Rabia hanım, değerli yorumunuz için.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.