BİZİM ÇOCUKLAR NEDEN OKUMAZ?
Okumayan bir toplumuz, sanatçımız, teknokratımız,
bürokratımız, hekimimiz, yargıcımız, öğretmenimiz, işadamımız,
askerimiz, sivilimiz, dahası bilginlerimiz ve de
maalesef öğrencilerimiz hep az okuyor. Üniversitede önerdiğim
en kısa makaleleri bile öğrenci çoğunluğu tarafından
pek iltifat görmediğini söyleyebilirim.
Üniversite koridorlarında boş gezinen ve çene çalan öğrenci
kalabalığı, sınırı Balkanlarda başlayan manzaradır zaten.
Öğrencilerin kitap okuma alışkanlığı yoktu, kitabı kullanmayı
da pek bilmiyorlardı. Bir konuyu veya deyimi aramak
için, kitabın indeksine bakıp ilgili sayfayı bulmak ve gerekli
bilgiyi edinmek, açık kitap sınavlarında bile beceremedikleri
bir işti. Çoğun kalabalıkça bir sınıfta klasiklerle ilgili sorular
cevapsız kalıyordu. Niçin okumuyorsunuz sorusuna, “kitap
pahalılığı, vakit yokluğu veya iyi beslenememe, gürültülü yurt
ve yatakhane” gibi yürek parçalayıcı cevaplar da veriliyordu.
Bu sorunların çözülemediği ve çözümü için herkesin politik
tercihini yapması, konuya birinci derecede ilgi duyması gerektiği
malum. Ama doğrusu bu sızlanmaların hiçbir zaman soruma cevap olmadığım ve yüreğimi parçalamadığını da
belirtmeliyim. 19. asır üniversitelerinin okuyan öğrencileri,
Viyanacla, Paris’te, St. Petersburg’da açlık ve soğukla
boğuşarak kitap karıştırıyordu. Dahası var, Auschvvitz’de,
Dachau’da bile insanlar son günlerine kadar bulabildiklerini
okumuşlar, kâğıda duvara resimler yapmışlardı. Okumak
başka bir alışkanlık, zenginlikle, demokrasiyle, dinle doğrudan
ilgisi olduğunu da sanmıyorum. Bir toplumda okumak
veya okumamak illeti tek yanlı, tek boyutlu açıklamalarla
anlaşılacak bir sosyo-kültürel olgu değil.
“İnsanlarımız öğrenmeye üşeniyor” diye yakınmak da
açıklayıcı değil. Öğrenme isteği, okumak için gerekli ama
yeterli olmayan bir ön şart. İnsanlar öğrenmek ister kuşkusuz,
ama neyi nasıl öğrenmek ister. Yeniçağ insanının öğrenme
isteği günlük dedikodu ve rivayetin ötesine uzandı. Sözlü
kültür öğrenme düzeni için artık yeterli değil, ama bazı toplumlar
henüz bu aşamanın ötesine geçemedi.
Dinin okumayı değil, din adamlarının anlattıklarını ezberlemeyi
buyurduğu veya teşvik ettiği söylenegelir. Ancak,
böyle bir gerçek sadece İslam dini için değil her dinin örgütlenme
ve eğitme tarzı içinde geçerlidir. Okumanın yayılması
ve farklı düşünceleri beslemeye başlaması, Hıristiyanlık, Judaizm
veya herhangi bir dinin toplumdaki kontrolünü, bireyin
ruhunda değilse bile eğitiminde ve düşüncesindeki yerini ve
hükmünü kaybetmeye başlamasına paralel olarak gelişmiştir.
Geleneksel toplum demek bir bakıma okuyan ve kaydeden
değil, fazla düşünmeden ezberleyerek öğrenen ve nakleden,
sözlü kültür geleneğine sahip bireylerin oluşturduğu bir toplum
demektir. Bizim kültür tarihimizin sloganlarından biri,matbaayı yobazların kurdurmadığıdır. Ne var ki Türkiye’de
matbaa yobazlara rağmen 18. asır başlarında kurulduktan
sonra da bir yüzyıl boyu basılan kitap sayısı ne Avrupa ne de
Rusya’nın basım tarihi ürünleriyle karşılaştırılamayacak bir
sayı ve nitelik fakirliği içindedir. 19. yüzyılda da bu sayı üç beş
bin civarında kalmıştır (kanun metinleri, askeri talimname
ders kitabı, standart dini metinler de dahil). Sayı ancak 20.
asır başında 35-40 bini bulmuştur. Osmanlıca kitap mirası
budur. Eğer Osmanlı -Türk toplumunda 16-17’nci asırlarda
beş on bin kadar kitap düşkünü olsa, yobazlar matbaaya izin
vermese de her şeyin ticaretini yapan Venedikliler istenen
ve aranan kitapları Venedik’te bastırır ve getirip satarlardı.
Türk niye az okurdu? Aslında bu az okuma bütün Osmanh
kavimlerinin ortak illetiydi. En belirgin gösterge, geçmiş
yüzyıllardaki çocuk edebiyatının fakirliğidir. Bugün de öyle.
Bizde dişe dokunur çocuk hikâyeleri ve okuma kitaplarının
bir nebze yaygınlaşması İkinci Meşrutiyeti döneminde pedagogların
çabaları sonucundur. Çocuk edebiyatının basım
hayatında önemli yeri olması gibi bir olgunun üç yüz yıl
öncesine uzandığı Avrupa’ya göre önemli bir noksandır bu...
Osmanlı Türk toplumu, kurumlaşmış bir aristokrasinin,
oturmuş bir intellijensiyanın bulunmadığı bir toplumdu,
bugün de durum daha değişik değil. Bugün olduğu gibi o gün
de herkes oğlunu okutmak(!) merakındaydı. Ama okumak ve
okutmak ne demekti? Çocuk nasıl ve niçin okutulur, sorusuna
düşünceli ve farklı cevap pek yoktu. Okumak: Diploma
(icazet), imtiyaz ve mevki sağlamak demekti. Okumanın
gerçek sonuçlarını bilseler, bu kadar okuma lafı etmeye çekinirlerdi
belki de. 19. asırda okuyanların eski okuyanlardan farklılaştığı görüldü. Aydınlanıp kafa tutmaya başladılar. Ama
boyuna mektep açan devlet, mektebi ve ilmi, teknik bilgiyi
haydi çok çok doğabilim olarak anlatmaktan öte gidememişti.
Ailede çocuk okutmak demek, ailedeki okumuş üyelerin,
ebeveyninin katkısından çok, çocuğa çarşıdan cepken
almak gibisinden bir sorumluluktu. Osmanlı toplumunda
çocuk okutan baba imajı için Yahya Kemal’in “çocukluk
anıları”ndaki çizgileri kullanmak açıklayıcı olacaktır sanırım.
Şair çocukken Üsküp’te, önce ilkel bir okula yollanır. Zaman
geçer bir şey öğrenemez. Okul değiştirilir ve bir süre sonra
okumayı söker. Çocuğun artık okumaya başladığı, akşam
babaya söylenir. Babası Küçük Yahya Kemal’in okumasını
şöyle bir sınar; sonuç olumludur, baba pek keyiflenir, o akşam
daha fazla rakı içer. Aynı ilişkiye Yeniçağ Avrupa’sında
göz atalım, müzisyense çocuğuna saatler boyu ders veren,
okuryazarsa her gün saatler boyu kitap okutan, Odysseus ve
İliada’yı anlatan, dindarsa İncil okutup, menkıbeler nakleden
orta sınıf Avrupalı baba tipinden farklı bir tiptir yukarda
çizilen baba tipi. Bürokrasinin, yönetici zengin tabakanın
kendi içinde hızlı devinim geçirdiği, yani bir kuşak içinde
yoktan varolup zirveye tırmanan, ertesi kuşaklarda da tepetaklak
olduğu; Diplomalıların Rönesans anlamında entelektüel
olmadığı bir toplumda, çocuğun ailedeki eğitimi zayıf
kalmış; okula terkedilmiştir. Oysa bireyin okuma alışkanlığı
büyük ölçüde çocuklukta ailede verilen eğitimin sonucudur.
Osmanlı ailesinde çocuğun eğitimi, okuma yazma bilmeyen
anaların, nenelerin, dadıların aktardığı sözlü kültüre, çok
çok menkıbe, masal anlatımına ve basit dini bilgiye dayanır.
Sonuç olarak, toplumumuzda okuma, yabancı dil öğrenmek,
eleştirici bir dünya görüşüne yönelmek ve çevreyi incelemek bilincinin elde edilmesi olarak anlaşılmamıştır,
halen de anlaşılmıyor. Kuşaktan kuşağa aydın olarak kurumlaşan
bir sınıfımız yok. Bu toplum, çocuklarını okuyarak
büyüten ve çocuk okumaya yönelik bir edebiyatı yaratabilen
bir toplum değil. Litteras denen yazılı kültürün, okumaya
dayanan eğitimin verilemediği bir toplumda, hiç kimse “bu
asır başka asırdır” diye bilgisayarların mucizeler yaratmasını
beklemesin. Aslında böyle bir gelişme çürük temele gökdelen
dikmek gibisinden garip ve tamiri mümkün olmayan
sonuçlar da yaratabilir.