Hayal ediyorum. Gözlerimi kapıyorum, şehrin baş aşağı
döndüğünü görüyorum. Bir başka gözün uyanmasıyla uyarılıyor
ruhum. Bir başka gözle şehrin baş aşağı döndüğünü görüyorum.
Yağmur olup yeryüzünden gökyüzüne yağıyor kutsal insanlığımız.
Bereketin kalbine giden yoldan geçiliyor. Bulutlar idam ediliyor ve
gökyüzü tenlere boyanıyor. Gökyüzü verdiğini bir intikam
çekimiyle geri alıyor. Göğün hasadıyla anlıyorum özgürlüğün
ölümün en büyük dostu olduğunu. Ruhumuza ekilmiş intikam
tohumlarını besleyip büyütüyoruz. Damızlık ruhlarımızı kullanıp
bir kenara atma aklını hayallerimize hibe eden, bu hibenin güler
yüzünü okşayan bizim yeraltı arzularımızdan başka nedir? Ah,
insan kabuk! Gözlerimi kapıyorum ve aydınlanıyor dünya. O vakit
tensel bir savaş patlak veriyor. Düşmanın bir ayna olup gözbebeklerini
öldürmesiyle harlanıyor nefret! Kimse bir başka insanda
kendini bulamıyor, kimse kendini bir başka insandan beklemiyor.
Baş aşağı dönen dünyanın damızlık ruhları tensel bir dilden şarkı
söylemeye başlıyorlar. Dinliyorum. Tepetaklak sesler, kokular ve
hisler; her şeyi doğuran bizden ayrık hisseden bizleriz. Ekilen ve
biçilen biz! Dünyanın başı tekrar dönüyor. Hayalim diniyor.
Beni öldürmeyen şey... Öyle bir şey yok. Her şey beni öldürür.
Hem de büyük bir zevkle yapar bunu. Nefretle ve onun büyük
kardeşi aşkla, her şey öldürür beni! Bu hayatta ne varsa, tanıdığım
ve tanımadığım yanlarıyla, her şey, her şey ama her şey hem de
bana hiç dokunmadan öldürür beni. Anlatmak ve susmak da, bunları
yazmak da öldürür beni.
Bense batan güneşi izler gibi izlerim her şeyin beni öldürmesini.
Canım yavaş yavaş alınır. Huzurun boğazı daralır. Nefesler sayılır.
Damağıma eşsiz, hoş, nahoş bir tat uğrar; insana ölümün verdiği
tadı başka hiçbir şey veremez!