Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Kalabalığın kaba ve bilinçsiz zalimliği
Neden bu akşam balkonlara yığıldınız da saygılı bir sessizlik içinde dinlediniz bu ufak tefek adamın [gezgin şarkıcı] şarkısını? Daha da söylemek isteseydi eğer türkülerini, uzun süre susar ve dinlerdiniz onu. Sizi yurtlarınızdan koparıp çıkartan ve Luzern'de, bu ücra köşede toplanmaya sevk eden nedir, milyonlar da olsa, para mı? Para uğruna mı toplandınız hepiniz balkonlarda ve yarım saat boyunca sessiz, hareketsiz dikildiniz orada? Hayır! Bir tek şeydir sizi buna sevk eden; hayatın bütün diğer devindiricilerinden daha güçlü olarak hareket ettirecek tek şey: Şiire duyulan ihtiyaçtır bu - farkında değilsiniz onun ama hissediyorsunuz ve içinizde insani bir şeyler kaldığı sürece asırlarca hissedeceksiniz. 'Şiir' kelimesi gülünç geliyor size, alaycı bir sitem anlamında kullanıyorsunuz onu, şiirsel bir şeye duyulan sevgiyi çocuklara ve aptal kızlara yakıştırıyorsunuz sadece ve alay ediyorsunuz onlarla; daha belirgin, somut bir şeyler lazım size. Çocuklar ise sağduyuyla bakıyorlar hayata, insanın neyi sevmesi gerektiğini ve neyin mutluluk verdiğini biliyor ve seviyorlar onu, oysa hayat sizin için öyle karmaşık ve sefih ki, gerçekten sevdiğiniz tek şeyi alaya alıyorsunuz ve nefret ettiğinizi, sizi mutsuz edeni arıyorsunuz sadece. Öylesine karışık ki kafanız, size billur bir haz sunan fakir bir Tirollü karşısındaki sorumluluklarınızı anlamıyorsunuz da [yazar burada, şarkıcıya para vermemelerine öfkeleniyor], bunun yerine kendinizi, size ne hazzı ne de faydası olduğu halde, boş yere, bir lordun karşısında küçük düşmek ve nedense huzurunuzu ve rahatlığınızı ona kurban etmek zorunda sayıyorsunuz. Nedir bu rezillik, nedir bu çözümsüz anlamsızlık! Ama beni bu akşam en çok şaşırtan bu değildi. Gerçekte neyin saadet verdiğine dair bu cehaleti, şiirsel hazlara dair bu bilgisizliği neredeyse anlıyorum, ya da hayatta sık sık karşılaşmakla alıştım ona; kalabalığın kaba, bilinçsiz zalimliği de yeni değil benim için; halkın sağduyusunu savunanlar ne derlerse desinler, kalabalık dediğiniz en iyi ihtimalle iyi ama birbirlerine hayvani ve şehevi yanlarıyla temas eden insanların sadece insan tabiatının zaaflarını ve zalimliğini ifade ederek bir araya gelişidir. Ama siz, özgür bir ulusun evlatları, siz Hıristiyanlar, siz basit insanlar, talihsiz ve yalvaran bir adamın size sunduğu saf hazza karşılık nasıl böyle soğuk bir kayıtsızlık ve alayla cevap verdiniz? Ama hayır, sizin yurdunuzda dilenciler için düşkünlerevi var. Dilenciler yok, olmamalı, dilenciliğin üzerinde yükseldiği acıma duygusu da olmamalı. Ama bu adam emek harcadı, bu adam sizi mutlu etti, faydalandığınız emeğine karşılık fazlalıklarınızdan kendisine bir şeyler vermeniz için yalvardı. Ama siz, yüksek ve parlak mevkilerinizden nadir görülen bir şeymiş gibi soğuk bir tebessümle baktınız ona, mutlu ve zengin yüzlerceniz arasından biri, biri bile ona bir şey atmadı! Utanca kapılarak dosdoğru ayrıldı yanınızdan, düşüncesiz bir kalabalık gülerek takip etti onu ve siz soğuk, zalim ve onursuz olduğunuz için, onun size sunduğu hazzı çaldığınız ve bu yüzden onu aşağıladığınız için, size değil ona hakaret etti bu kalabalık." "Bin sekiz yüz elli yedi yılının yedi temmuzunda, Luzern'deki en zengin insanların konaklamakta olduğu Schweizerhof otelinin önünde, gezgin bir dilenci-şarkıcı yarım saat boyunca şarkılarını söyledi ve gitarını çaldı. Yaklaşık yüz kişi onu dinledi. Şarkıcı üç defa kendisine bir şeyler vermelerini rica etti. Bir kişi bile çıkarıp bir şey vermedi ve birçoğu onunla alay etti." Bu uydurma değil, bir vakıa; isteyen bunu, 7 Temmuz'da Schweizerhof'ta bulunan yabancıların isimlerini gazetelere sorarak, Schweizerhof'un sürekli sakinlerinden soruşturup öğrenebilir. Bu, günümüz tarihçilerinin alevden silinmez harflerle yazmaları gereken bir olay. Bu olay gazetelerde ve tarih kitaplarında yazılı vakıalardan daha anlamlı, daha ciddi ve daha derin anlamlar taşıyor. Ülkeleri çil çil paraların şıkırtısıyla çınlarken, İngilizlerin para karşılığı hiçbir şey satın almıyorlar diye binlerce Çinliyi öldürmesi, Fransızların Afrika'da iyi buğday yetişiyor ve devamlı savaş hali ordunun teşekkülü için faydalı diye binlerce Kabil'i öldürmesi, Napoli'deki Türk elçisinin Yahudi diye kabul edilmemesi, İmparator Napoléon'un Plombières'de yaya dolaşmaya çıkması ve halk üzerinde sadece onların iradesine uygun olarak saltanat sürdüğünü ileri sürmesi — bütün bunlar, çoktan beri bilinen şeyleri gizleyen ya da açığa çıkaran olgular; ama 7 Temmuz günü Luzern'de meydana gelen olay, bana öyle geliyor ki, tamamen yeni, tuhaf bir şeydir, insan tabiatının o ebedi kötü tarafıyla da ilgisi yoktur bunun, ama toplumun gelişmesinin belli bir aşamasıyla ilgilidir bu.¹ Bu, insan davranışlarının tarihine değil, ilerleme ve uygarlık tarihine ilişkin bir olgudur. Ne Alman ne Fransız ne de İtalyan köyünde mümkün olabilecek şu insanlık dışı olay nasıl oluyor da en uygar ulusların en uygar insanlarının, gezginlerin toplandığı ve uygarlık, özgürlük ve eşitliğin en yüksek seviyeye ulaşmış olduğu burada mümkün olabiliyor? Bu gelişmiş, hümanist, genel olarak her tür onurlu, hümaniter işi yürütmeye ehil kimseler nasıl oluyor da şahsi işlerinde basit, iyi yürekli insanlar gibi davranmıyorlar? Saraylarında, görüşmelerinde ve sosyetelerinde Hindistan'daki bekârların durumu, Afrika'da Hiristiyanlığın yayılması ve Hıristiyanlik eğitimi, bütün insanlığın ıslahını amaçlayan bir toplumun teşekkülü üzerine böyle ateşli bir ilgi ve kaygı duyan bütün bu insanlar nasıl oluyor da kendi ruhlarında insanın insana karşı duyduğu en ilkel sevgi duygusunu bile bulamıyorlar?² Gerçekten yok mu artık bu duygu? Yoksa bunun yerini saraylarında, görüşmelerinde ve sosyetelerinde bütün bu insanları yöneten bir kibir, ihtiras ve kâr tutkusu mu aldı? Uygarlık dedikleri, insanların akla dayanan kibirli toplumu, içgüdüsel ve sevgiye dayanan insanlık düşüncesiyle çelişiyor mu gerçekten, onu yok mu ediyor? Ve gerçekten, uğruna onca masum kanının döküldüğü ve onca suçun işlendiği eşitlik bu mu? Halklar, tıpkı çocuklar gibi, sadece bir özgürlük sözüyle mutlu olabilirler mi gerçekten? Kanun karşısında eşitlik mi? Peki ama bütün hayat kanun dairesinde mi yürüyor? Onun sadece binde birlik bir bölümü kanuna tabi, geri kalanı ise kanunun dışında, toplumun ahlak ve kanaatleri dairesinde ilerliyor. Uşaklar şarkıcıdan daha iyi giyiniyor ve ona hakaret ettikleri için bir ceza görmüyorlar. Ben bir uşaktan daha iyi giyiniyorum ve ona hakaretim cezasız kalıyor. Kapıcı beni kendisinden yüksek, şarkıcıyı ise aşağı sayıyor; şarkıcıyla birlikte olduğumda kendisini bizimle eşit görüp kabalaşıyor. Ben kapıcıya karşı küstahlaşıyorum, kapıcı da benden aşağı olduğunu kabul ediyor. Uşak, şarkıcıya karşı küstahlaşıyor, şarkıcı da kendisinin ondan aşağı olduğunu kabul ediyor. Herkesin kesinlikle özgür bir devlet dedikleri bir yerde, tek bir kişi de olsa, kimseye zarar vermediği, kimseye engel olmadığı halde, açlıktan ölmemek için yapabildiği biricik şeyi yapıyor diye bir yurttaşın hapse tıkıldığı bir yerde insanlar gerçekten özgür müdür? Müspet çözümler bulmak ihtiyacıyla insan, şu ebediyen hareket halindeki sonsuz iyilik ve kötülük, olgular, fikirler ve tezatlar okyanusuna fırlatılmış, talihsiz, acınacak bir varlık! İnsanlar asırlar boyunca iyi olanı bir tarafa, kötüyü diğer tarafa toplamak için didinip durdular. Asırlar geçiyor ve peşin hükümsüz insan aklı, terazinin şu kefesine iyiyi, şu kefesine de kötüyü koymak için ne kadar çabalasa da kıpırdamıyor terazi; ve hep şu kefesinde ne kadar iyilik varsa bu kefesinde o kadar kötülük kalıyor. Ah, bir öğrenebilseydi insan başkaları hakkında hüküm vermemeyi, keskin ve keyfi düşüncelere kapılmamayı, sırf ebediyen soru olarak kalsın diye kendine yöneltilmiş sorulara cevap vermeye yeltenmeseydi! Her düşüncenin hem yalan hem doğru olduğunu anlayabilseydi! Tek taraflılığıyla, insanın bütün hakikati kavramasının mümkün olamayışıyla yalan; insani esinlenişin bir tarafının ifadesi oluşuyla da doğru. İnsanlar bu ebediyen hareket halinde, sonsuzcasına iç içe geçmiş iyilik ve kötülük kaosu içinde diğerlerinden ayrı bölmeler yarattılar kendilerine, hayali çizgiler çektiler bu denizin üzerine ve şimdi denizin de böyle bölünmesini bekliyorlar. Başka bir görüş açısından, başka bir düzlemde, hiç de böyle milyonlarca bölme yok. Doğru, yeni bölmeler asırlar boyunca işlenip yaratılıyor, ama asırlar geçtiği gibi yenileri de gelecek. Uygarlık iyidir, barbarlık kötüdür; özgürlük iyidir, esaret kötüdür. İşte bu hayali bilgi insan tabiatındaki iyiliğin içgüdüsel, en ilkel ihtiyaçlarını yok ediyor. Kim tespit edebilir benim için neyin özgürlük, neyin despotluk, neyin uygarlık, neyin barbarlık olduğunu? Ve birinin diğeriyle sınırı nerededir bunların? Ve kimin ruhunda, bu ele avuca sığmaz karmaşıklıktaki olguları ölçmek için şaşmaz bir terazi vardır? Hareketsiz geçmişteki bütün olguları kavrayacak ve onları aydınlatacak kadar büyük bir akıl kimde var? Ve kim iyilik ve kötülüğün yan yana olmadığı bir duruma şahit olmuştur? Ve bunlardan birini diğerinden çok görüyorsam eğer, bu durduğum yerin yanlışlığından değil midir? Ve kim, her şeyden bağımsız olarak bakabilmek için hayata, bir an için olsun zihninde ondan büsbütün kopacak durumda bulunabilir? Sadece bir, sadece tek bir yanılmaz rehberimiz var bizim: bize hep birden ve tek tek bireyler olarak nüfuz eden, olması gerekenin ne olduğunu her birimize esinleyen Evrensel Ruh; bir ağaca güneşe doğru büyümesini, bir çiçeğe tohumlarını güzün saçması gerektiğini, bize bilinçsizce bir araya gelip toplaşmamızı telkin eden ruh. Ve bu, uygarlığın gürültülü, telaşlı terakkisinin sesini bastıran biricik günahsız, mübarek ses. Kim daha çok insan ve kim daha çok barbar: şarkıcının sıradan kıyafetini görüp de hiddetle masadan kalkıp kaçan, onun emeğine bir karşılık olarak mülkünün milyonda birini olsun vermeyen ve şimdi karnı tok, aydınlık yatak odasında oturmuş huzur içinde Çin meseleleri hakkında fikir yürüten, orada gerçekleştirilen cinayetleri haklı bulan şu lord mu, yoksa yirmi sene boyunca kimseye bir kötülük etmemiş, hapishaneyi göze alıp cebinde tek bir frankla dağları ve ovaları yürüyerek aşan, kendisine hakaret eden, bugün neredeyse üzerine saldıracak olan insanları şarkılarıyla teskin eden ve aç, yorgun, mahcup bir halde kim bilir nerede, kokmuş samanların üzerinde yatıp uyumaya giden şarkıcı mı? O anda gecenin ölüm karanlığı içinde şehrin uzak mı uzak bir köşesinden gelen gitarının ve kendisinin sesini işittim küçük adamın. Hayır, dedi içimde bir ses, bu küçük adama acımaya ve lordun zenginliğine sitem etmeye hakkın yok senin. Kim tartmış bu insanların her birinin ruhunda yatan o manevi bahtiyarlığı? Pis bir eşiğin dibinde oturuyor şimdi, dolunayın pırıl pırıl ışıdığı gökyüzüne bakıyor ve şu sakin, mis kokulu gecenin ortasında mutlulukla şarkı söylüyor; ruhunda ne bir sitem, ne öfke, ne pişmanlık. Peki ya şu zengin, yüksek duvarların arkasındaki bütün bu insanların ruhunda şu an neler olup bittiğini kim biliyor? Onlarda da bu küçük adamın ruhunda olduğu kadar kaygısız ve içten bir yaşama mutluluğu ve kendiyle barışıklık var mı, kim biliyor? Bütün bu tezatların olmasına izin veren ve olduranın mübarekliği ve bilgeliği sonsuzdur. Yalnız sana, sencileyin küstah, kanun tanımazcasına onun kanun ve niyetlerinin ruhuna nüfuz etmeye çalışan değersiz solucana tezat gibi görünür bunlar. O ise şefkatle bakar ölçüsüzce yüksek aydınlık yücelerden ve senin içinde sonsuz, çelişik, çapraşık bir şekilde hareket ettiğin sonsuz ahenge sevinir. Sense kibrin içinde genelin kanunlarından kopmayı düşünüyordun. Hayır, uşaklara karşı hissettiğin o zavallı, gülünç siteminle birlikte sen, sen de sorumluydun ebedi ve ezeli ahenk arayışında... 18 Temmuz 1857 ¹ 1856'da İngiliz gemileri savaş ilan etmeden Çin'in sahil kentlerine top ateşi açmıştı. Bahaneleri, Çin otoritelerinin bir İngiliz gemisindeki afyon tüccarlarını tutuklamasıydı. Çinliler böylelikle sözümona Britanya bayrağına hakaret etmişlerdi. Fransızlar da İngilizlerin yanında yer aldı. Böylece 1860'ta Pekin'in ele geçirilmesine kadar sürecek olan afyon savaşları başladı. Fransızlar 1857'de Cezayir'in kuzeybatısındaki Kabil dağ kabilesinin direnişini sömürge savaşıyla bastırmıştı. Napoli hükümeti Osmanlı elçisini Yahudi olduğu gerekçesiyle kabul etmemişti. III. Napoléon'un sayfiye kasabası les Vosges'daki gezintileri bu dönemde Avrupa gazetelerinde epey geniş yer buluyordu. (ç.n.) ² 1857 de Britanya parlamentosu, Çinli göçmenlerin İngiliz sömürgelerine getirilmesiyle ilgili görüşmeler yapıyordu. Böylece sömürgelerdeki işgücü artırılacaktı. Ancak Çinlilerin eşlerini almadan gelmeleri Britanyalıları endişelendiriyordu; demek ki buralara yerleşmeleri garanti değildi. Tolstoy, "bütün insanlığın ıslahını amaçlayan toplum" derken muhtemelen, 1856-1857 yıllarında Britanya ve Fransa gazetelerinde çokça yer bulan "ortak Avrupa ulusu" projesini alaya alıyor. (ç.n.)
Sayfa 29 - 30/35Kırmızı Kedi KlasiklerKitabı okudu
·
460 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.