Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Yıllar önce Afrika’da yaşarken, iki Liberyalıyla tanışmıştım. İkisi de firar etmiş askerdi. Biri subay, diğeri er. Sahip oldukları tek şey silahları ve kirli kıyafetleriydi. Benden yardım istediler. Ama önce anlattılar her şeyi... ABD Liberya’daki resmî orduya yılda dört yüz milyon dolar yardım yapıyordu. Bu parayla Liberyalılar, ABD’den silah satın alıp komünist gerillalara karşı savaşıyorlardı. ABD’nin kazancı silah sanayiinin dönmesi oluyordu. Silah fabrikalarındaki işçilerin boş oturmalarını engellemekti amaç. İşsizliği önlemek için, iç ekonomideki istikrarı devam ettirmek için kendilerinden binlerce kilometre uzaklıktaki insanların birbirlerini öldürmeleri son derece normal geliyordu Amerikan devletine. Ve benden yardım isteyen iki asker de, her birinde bir milyon dolar olan iki çuval parayı çalıp sınırı geçmişti. ABD’nin parasının küçük bir bölümü saptanan hedefe hizmet etmekten uzaklaşmıştı. Tabiî olay duyulduğu andan itibaren bütün Batı Afrika bu adamları aramaya başlamıştı. Ve tabiî ki CİA de koşuyordu parasının peşinden. Abidjan’ın merkezindeki parkta bir ağacın dibine gömmüşlerdi çuvallarını. Sonra da benim yaşadığım kasabaya gelmişlerdi, içlerinde her an öldürülebilecekleri korkusuyla. Çaldıkları paranın bir özelliği, dolarları derhal harcamaya başlayıp kaybolmalarına engel oluyordu. Oysa onların tek kurtuluşu, parayla Amerika’daki, tam olarak Washington’daki akrabalarının yanına gitmekti. Anlaşıldığı gibi ABD, askerler amaçlarını gerçekleştirseler dahi parayı o topraklarda harcayacaklarından, bu işten de kârlı çıkıyordu. Zaten bazı zamanlar böyle olur. Bir ülke öyle büyür ki dünyanın neresinde olursa olsun, yapılan her ticaretten, her işten komisyonunu alır... Neyse, paranın can sıkıcı özelliği şuydu: banknotlar siyah bir tortuyla kaplıydı. Ve tortuyu sadece belli bir miktar para karşılığında, Liberya ordusuna ait subaylık belgeleriyle ABD Büyükelçiliği’nden alınan bir sıvıyla çözmek, paraları temizlemek mümkündü. Para ancak sıvıya batırıldıktan sonra kullanılabilir hale geliyordu. Bütün bu önlemler, Amerikalı kimyagerler tarafından icat edilmiş ve parayı Liberya ordusu dışında başka kimse kullanmasın diye uydurulmuş bir işlemdi. İki askerden daha zekice olanı, yanlış hatırlamıyorsam ismi Bobby’ydi, benim hiçbir örgütle ya da devletle ilişkim olmadığını ve kendilerine zarar vermeyeceğimi anlamıştı. Dolayısıyla olanca açıklığıyla anlatmıştı başlarından geçenleri. Tabiî çaresizliğin ve alkolün etkisi de büyüktü sırlarının ortaya çıkmasında. Benden istedikleri bir miktar paraydı. Ne kadar olursa. O parayla birkaç banknot temizleyecekler ve sonra ellerindeki kullanılabilir parayla tekrar çözücü sıvı alıp daha fazla banknot yıkayacaklar, böylece iki milyon doları kendilerine servet yapacaklardı. Tereddütsüz, bana yardımım karşılığında paranın yarısını, bir milyon doları teklif ettiler. Gerçekten de durumları çok ilginçti. Toprağa gömülü iki milyon dolarları vardı ama açlıktan nefesleri kokuyor ve palmiyelerin altında uyuyorlardı. İhtiyaçları olan tek şey birkaç bin dolardı. Çaresizliklerinin farkında oldukları için, her an bir örgüt tarafından öldürülmekten korktuklarından böylesine cömert bir teklif yapıyorlardı. Ve ben, o zamanlar kara kıtaya daha yeni gelmiştim. Cebimde yüz elli dolar kadar para vardı. Ve para bulabileceğim yerleri henüz keşfetmiş değildim, çelik kafeslerin olmadığı hayvanat bahçesinde. Aslında bütün hikâye, cebimdeki son parayı almak için uydurulmuş, hayal gücü dolu bir kazıklama yöntemi de olabilirdi. Ama ben çok fazla sıkılıyordum. Bütün tekliflere açıktım. Yüz dolar koyup bir milyon almak, dolandırılma ihtimaline karşın hayli çekici ve kolaydı. Kendilerine sadece bir yüzlük verebileceğimi söyledim. Buna bile razı oldular... O gece, Bobby ile arkadaşı açık havada, ben bambu kulübemin içinde hayaller kurduk... Sabah kasabanın çıkışında buluştuk. Aramızda on metre mesafe bırakarak otobüs durağına yürüdük. Onları öldürmeye gelmiş herhangi bir aptal tarafından öldürülmek istemiyordum. Birbirimizi tanımıyormuş gibi ayrı koltuklara oturup Abidjan’a vardık. Şehrin kötü bir mahallesinde, kadın satılan bir motelinde oda tuttuk. Ve üçümüz de odaya çıktık. Subay olan kendine birkaç düzgün kıyafet ayarlamış ve temizlenmişti. Milyarda bir şansa oynuyorduk. Amerikalıların adamı tanımamalarına ve sıvıyı vermeleri mucizesine yatırmıştım paramı. Solüsyonu aldıktan sonra parka gidip banknotlar alacak ve geri dönecekti. Er benimle kalacaktı. Bir nevi rehin olarak. Yüz doları verdim ve subay gitti. Biz de kapalı devre porno yayın yapan televizyonu açıp seyretmeye başladık. Hiç konuşmadan... İlk yarım saat korktum. Birden yanımdaki adamın koşarak odadan çıkmasından ve yüz dolar kazanmanın zevkiyle aşağıda ortağıyla buluşmasından. Ama öyle olmadı. İkinci yarım saat birden kapının açılıp hiç tanımadığım ve bizi takip etmiş olabilecek insanların içeri girip paranın yerini söyletmek için işkence yapabileceklerinden korktum. Bu da olmadı... Daha sonra korkuları paylaştık yanımdaki erle. O da terledi, ben de. İki milyon dolar gibi büyük bir paranın döndüğü böylesi bir işe yirmi dört saatten az bir süredir tanışan insanların birlikte girmesi sadece güvensizlik ve korku doğurmuştu. Saat ilerliyordu ama subay ortalarda yoktu... Akşamüstü beşe doğru kapı çalındı. Ve tıpkı bizim gibi korkmuş, terlemiş olan subay gözüktü. Elinde bir zarf ve aseton şişesine benzer bir kutuda az miktarda sıvıyla. Yüz dolara ne alabildiyse o vardı şişede. Resepsiyondaki adamdan plastik bir tabak aldık. Amerikalıların sıvıyı adamı tanımadan vermiş olmaları rüya gibiydi. Ve bizi milyonlara götürecek işlem başladı. Sıvıyı lavabonun içine koyduğumuz tabağa boşalttık. Zarfın içinden gerçekten de anlattıkları gibi simsiyah dokuz banknot çıktı. Artık inanıyordum çaresiz insanlara. Ancak paraya ulaştıktan sonra beni devre dışı bırakma ihtimalleri de küçümsenmeyecek kadar fazlaydı. Dokuz banknotun dokuz yüz dolar olarak bize geri dönmesi gerekiyordu. İlk parayı sıvıya batırdık. Sihirli ve kimyevî bir şekilde tortular, siyah lekeler uçuşmaya başladı. Ve birkaç saniye sonra elimizde ıslak bir beş dolar vardı. Birbirimize baktık. Plan işliyordu. Ama beş dolar çıkmıştı. Bobby diğerlerinin kesinlikle yüzlük olacağını söyledi. Ve diğerleri de yavaşça dolara dönüştü. Islak paraları banyonun fayans duvarına, aynanın yanına yapıştırıyorduk kurusun diye... Ve büyük felaket gerçekleşti. Toplam kırk yedi dolar çıktı ortaya. Son banknotun da bir yüzlük olmadığı ortaya çıkınca er olan zaten gün boyu düşük tansiyonla beklemiş olduğu için daha fazla dayanamayıp yaşadığı büyük hayal kırıklığı karşısında yere yığıldı. Bayılmıştı. Bobby’nin ise gözlerinde yaşlar birikmişti. Çok kızgın ve çok üzgündü. Bense sadece seyrediyordum... Kırk yedi dolarla elçiliğe gidilemezdi. Zaten yüz dolarla gitmiş olmak şüphe çekiciydi çünkü oraya en az bin dolarla gidilip yarım litreye yakın sıvı alınıyordu. Heyecandan hiçbirimizin aklına paraların sadece köşelerini temizleyip kaçlık banknotlar olduklarına bakmak gelmemişti. Bendeki son elli dolarsa hiçbir şeye yetmezdi... Odanın parasını ödeyip dışarı çıktık. Binanın önünde birbirimize baktık. Bir vahşiden çıkabilecek en şerefli sesle kırk yedi doların yarısını teklif etti bana Bobby. Tabiî ki kabul etmedim. Ne yapacaklarını sorduğumda, silahları ve toplam dört kurşunlarıyla birilerini soymayı düşündüklerini söylediler son çare olarak. Onları Abidjan’daki o kötü mahallede bırakıp terminale gittim. Grand-Bassam otobüsüyle kaldığım kasabaya döndüm. Kulübeme girdim. Yatağa uzanıp güldüm bütün olanlara. Sonra da bir saat civarında uyudum... Ne Bobby’yi, ne de ismini bilmediğim o eri bir daha gördüm. Öldürüldüler mi, yoksa bir işe girip para mı biriktirdiler, yoksa birilerini gasp edip milyonlarca dolarlarını kurtarabildiler mi? Bilmiyorum. Belki de hayalini kurdukları Washington şehrinde güzel bir evde oturuyorlardır şimdi. Belki de almışlardır iki milyon dolarlarını. Hayatları pahasına çaldıkları o parayı. Ama belki de hâlâ sürünüyorlardır sokaklarda bu iki milyon dolarlık adamlar. Kim bilir... Bazen düşünüyorum, Abidjan’daki o parka gidip bütün ağaçların dibini kazmayı, bulurum belki para çuvallarını diye. Ama sonra vazgeçiyorum. Çünkü her şeylerini, bütün hayatlarını yirmi küsur yaşlarında, iki milyona değişmiş adamlara böyle bir acıyı veremem, diye düşünüyorum. Umarım şu an harcıyorlardır paralarını. Amerika’ya kazık atabilmiş nadir adamlar... Aslında bütün hikâye sendikalarla başı derde girmesin diye, o zamanki ABD federal hükûmetinin Afrika’da bir iç savaş çıkarmış olma ihtimalini de gözler önüne seriyor. Kanıtlanırsa, başları elbet belaya girer. Ama ne fark eder? Kapitalizm bu değil mi? O iki hırsız asker çaldıkları parayı, yine Amerika’da harcamayacaklar mıydı? Yine dönmeyecek miydi o paralar Amerika’ya? Yapacak tek bir şey yok. Mükemmel bir sistem kurmuşlar kuş beyinli Amerikalılar. Ne olursa olsun tek kazanan onlar. Dünyanın en iyi tüccarları. Ahlaktan bu kadar uzaklaşabilmiş tek tacirler sürüsü. Ahlakla aralarındaki mesafe bir dünya rekoru. İyi Hıristiyanlar. Amerikan rüyası. Üçüncü Dünya kâbusu! Tortuların altındaki dolarlar. Pisliklerin altından çıkan Amerika. Biraz kazılsa toprak görünür aslında. Biraz kaldırılsa dünyanın kabuğu görünür gerçek var olan çıplaklığıyla... Görünür o muhteşem yazı. Dev harflerle. Bütün kıtaları kaplayan ve hepsinin altına kazınmış olan: MADE IN USA...
Sayfa 122Kitabı okudu
·
343 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.