Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

440 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
5 günde okudu
VAROLUŞÇU BİR İNCELEME #3
“Simon de Beauvoir, boşuna sevememiş Sarte’ı” dedirtti bu kitap; beraber geçen ve okumaya, yazmaya, öğrenmeye adanmış 2 hayat. Entelektüel birikim, duygular ve biraz da zorbaların yol açtığı dönemsel facialar birleşince böyle kederli ve kaliteli eserler yazdırtıyor insana. Sartre’ın neden edebiyata bulaştığı araştırılmak istenirse herhalde “Özgürlük Yolları” üçlemesi cevabı veren ilk seçenek olacaktır. İnsanı anlatmak istediyse, çok az kişinin anlayacağı teknik makalelerin yerine edebiyatın tasvir gücünü kullanarak yapacaktı bunu. Kitap, edebi yoğunluğu ile gayet doyurucu; öte yandan cümleleri okuması da gayet kolay. Dahası, yapısal olarak 2 bölümden oluşuyor: ilk kısım 1. kitabın yazım tarzıyla bire bir aynı, ikinci kısımda ise tek bir paragraf başı bile yapılmadan cümleler sıralanmış. Bu kısmı bitirmek, ilk kısma göre daha uzun sürebilir ama buna karşın oldukça akıcıydı. 2 kısmı da sayarsak kitabın 2 sonu olduğunu söyleyebiliriz. *************************************************************************** Hikâye yine ana karakter Matheiu üzerinden devam ediyor. Yalan barış antlaşmaları, Komünist Parti’nin ve hükümetin yanlış adımları, ordunun başındaki cesur olmayan generaller ve ülke geneline yayılan korku sonucu Naziler, Paris’i ele geçirir. Sartre da haklı olarak 2. Dünya Savaşı’ndan ve Almanların acımasızlığından etkilenmiş olacak ki 3 kitapta da bütün hikâyeyi savaş üzerinden işlemiş. Paris burada bir semboldür aslında. Zaten bireysel hayatında başarı elde edememiş, aşkı bulamamış, yakınlarına ve topluma olan görevlerini yerine getirememiş, varoluşsal boşluğunu kendine dahi açıklayamayan çaresiz, korkmuş, geleceği kestiremeyen ve geçmişinden kopamamış insanların bir topluluğudur Paris; kısacası anlamsız insan hayatlarının tek bir bütün haline bürünmüş varlık halidir. Dolayısıyla Hitler’in Paris’e girişinin halk arasındaki korkusunu okurken aslında ilk kitaptan son kitaba kadar varoluşun gittiği sona duyulan korkuyu ve çaresizliği okumuş oluyoruz. “Paris düştü!” feryatları karşılar bizi ilk sayfalarda. Tek gerçek “savaş”tır artık; çünkü “barış” bile yenilgisini ilan etmiştir onun karşısında; bu ikisi zıtlık olmaktan çıkmış ve insan aklınca anlamlarını kaybetmiştir. İnsan da yanlış kararlarının sonucu meydana getirdiği bu karmaşanın altında kendisi kalmaya mahkûm olmuştur. Anlam değişmiştir ve “kurtuluş” kavramı geri döndürülemez biçimde yadsınmıştır. Sonuç olarak barış kavramı “ulaşılamazlık” ve “umutsuzluk” haline bürünerek varoluşsal bir sorun olurken “savaş” ise “insan”ın kendisiyle bir zıtlık oluşturmuştur. İşte Sartre buna “YIKILIŞ” ismini verir; kendi içinde kısır döngüye giren kavramlar ve çatıştığı kavramlarda anlam aramaya çalışan insan… Sartre’ın bunu anlatmakta kullanacağı savaş kavramı ise hedefi tam kalbinden vuran bir ok oluyor. Bu paragrafın özetini Sartre’ın harika betimlemeleriyle okuyalım: “Her şey alacağımız kararı soruyor bize. Her şey. Dev bir soru işareti çepeçevre etrafımızda; bizi sarmış, hapsetmiş. Bu bir oyundan başka bir şey değil. Bir oyun. Bize, insanmışız gibi soru soruyorlar; bizi, hala insan olduğumuza inandırarak aldatmak istiyorlar. Ama yok, hayır. Hayır. Hayır. Bunlar insan görünümündeki bir savaş hayaletinin sorduğu hayalet soruları. Ne tuhaf bir oyundu bu; bir alay, bir eğlence.” (s.72) Akıl Çağı’nda bir başkaldırı, duruma göre kara alma ve o kararın sonuçlarına katlanma zincirini “tamamlanmışlık” olarak okumuştuk. Bu da özgürlüğün ve tabii ki yalnızlığın ilk adımını oluşturuyordu. Ancak bu kitapta akıl çağına erişmenin aslında bir son olmadığını; asıl sonun, çaresizliğin pençesine düşmüş Paris’in yıkılışı yani yapacak hiçbir işi kalmayan çaresiz insanın çöküşü olduğunu anlarız; hayat döngüsü ancak böyle son bulur ve anlamsızlık ancak bu şekilde olumlanabilir. Fakat Sartre’ın insanı, anlamsızlığı yadsıdığı sürece özgür olabilecektir. İlk kitap olan Akıl Çağı’nı hatırlayalım; Marcelle’in hamile olduğunu öğrenmesiyle başlıyordu; yani yeni bir hayatın filizlenmesi ama bunun karşısında nasıl bir sorumluluk ve tavır alması gerektiğini bilmeyen Marcelle ve Matheiu… Ama son kitaba geldiğimizde artık bir varoluş kazanacak o yeni insanın sevincini yaşayamaz hale geliriz; bizi yıkılış karşılar. Doğum bir başlangıçtır ama ölüm bir son değildir; umutsuzluk sondur, bu da yıkılıştır. Sartre’dan bir hayat döngüsünü betimleyen harika bir başlangıç ve bitiş metaforu olsa gerek! “Birbirlerine benziyorlar, diye düşündü Daniel. İkisi de sarışın, ikisi de dertli ve solgun, biri tablonun bu yanında, öbürü öteki yanında, ölümü arzulamış çocukla gerçekten ölmüş olan birbirlerine bakıyorlardı; ölüm, onları birbirinden ayıran ölüm buydu işte; bir hiç, tuvalin düz, kıpırtısız yüzeyi.” (s.186) Burada Sartre, sanatın doğayı olduğu gibi aktarma işleviyle harikulade bir karşılaştırma yapıyor. “Ölümü arzulamış çocuk” derken Daniel’in sokakta bulduğu; artık asker olarak bir amacı kalmamış ve ailesinden ayrılmış, intihar etmekte olan bir gençten bahsediyor. Anlaşıldığı üzere bu genç de yıkılışa ulaşmıştır ve tuvale çizilmiş ölü çocukla arasında hem fiziksel hem de manevi özellikler dahil hiçbir fark yoktur aslında. Hiçlik olarak tanımladığı tuvalin düz ve kıpırtısız yüzeyi ise insanı hapsetmiş ve yıkılışa götüren çaresizlik hapishanesinden başka bir şey değildir: sanatçının gözüyle kendi şeklimizden ve duygularımıza sahip bir görüntü sunar bu tuval ve aynı zamanda da hayatımızı sarmalayan o güçlükleri de yüzümüze vurur. Paris işgal altındayken karakterimiz Matheiu ise kendini aramaya devam etmektedir. Subaylar meydanı terk etmiş, kimileri Rusya’dan bir umut beklerken kimileri Komünist Parti’ye bel bağlamış ve çoğunluk da yaşama arzusunu kaybetmiştir. Bunlardan birisi de Matheiu’dur. Arkadaşı Pinette, savaşmaya giderken kendisi de “Aslında senin yerine benim ölüme gitmem gerek. Çünkü benim yaşamaya devam etmem için hiçbir neden yok.” diyerek eline tüfeğini almıştır. Pinette, onurunu kurtarmak için Alman gebertmek istemektedir ancak Matheiu ona artık onurun öneminin kalmadığını, herkesin önünde saygı duyacağı bir anıt dikilse bile bir anlamının olmayacağını söyler. Ahlak anlayışını da kökünden değiştirmiştir bu savaş: -Savaşta kahraman olup ülkeye hizmet etmek kimsenin umurunda değildir. Askerlik bir hiç uğruna ölmekten başka bir şey değildir artık. İnsan hayatının anlamının olmadığı yerde insan ürünü devlet yapılanmalarına, demokrasiye, özgürlüğe inanç bitmiştir çünkü. -Sanat işlevini kaybetmiştir. İnsanlar, doğayı olduğu gibi gösteren sanat eserlerine bakmak istemezler çünkü gerçeklerden ve özgürlükten kaçıyorlardır. Ritchi karakteri kitabın başlarında sanat eserlerinde saflık ve ruh temizliği istediğini, meleklere özgü kutsallığa sahip olmalarını ve esas amacın insanları mutlu etmek olması gerektiğini ister. Yine özgürlüğe olan inancın bittiğini gösteriyor. -Amaç artık Paris’i Almanlardan kurtarmak değildir, bir hırs uğruna olabildiğince çok Alman öldürmektir. Dolayısıyla bir ülkeyi kurtaracak milli duygulara sahip değillerdir artık. Bütün bunlara rağmen kurtuluşa olan umut hala vardır. Karakterimiz Matheiu artık tüm dünyaya lanet ederek başkalarının kendi adına karar almalarını kesin olarak reddetmiştir ve ilk defa sonucunu da bilerek pişmanlık duymadan karar vermiştir. Burası çaresizlik içinde kıvranan varoluşun başkaldırdığı ve 3 kitap boyunca gelinmek istenen en vurucu noktadır. Arkadaşlarını yüzüstü bırakmayacaktır ve ne olursa olsun kurtuluş için mücadele verecektir. Artık akıl çağını da aşarak ölümü de yadsımıştır. Albert Camus’un “Hayır!” diyen insanıdır bu; eski kararlar, inançlar ve pişmanlıklar geçmişe gömülmüştür ve yeni bir varoluş kurulmaktadır: “Ölümün, yaşamın gerçek ve gizli nedeni olduğuna karar verdim; yaşamanın imkansızlığını ispat etmek için ölüyorum.; gözlerim, dünyayı bütün ışıklarıyla söndürecek ve onu sonsuzluğa dek kapayacak, örtecek.” (s.260) Yukarıda ölümün bir son olmadığını, esas olarak umutsuzluğun yıkılışı getireceğini söylemiştik. Burada da Matheiu ek olarak yaşamın olmasının tek gerçek sebebinin ölüm olduğunu söylüyor. Ölüm asla bir son değildir; sadece varoluşu tanımlamak, onu betimlemek için bir araçtır. Ölümden sonra kalacak olan şey anlamdır. O anlam, bizi yıkılışa götürmeyecek olan eyleme yüklenecek anlamdır. O eylem de özgürlüktür. Eğer anlam yoksa, ölüm ancak o zaman bir sondur ama Matheiu artık ölümü aşmıştır; karar vermesi ve onu uygulaması gerekmektedir. Lisede felsefe hocası olan karakterimiz, verdiği karar doğrultusunda ilk cinayetini işler ve bundan daha önce tatmadığı bir haz alır: “Onun ‘ölüsü’ onun eseri, yeryüzünden gelip geçişinin bıraktığı iz. Daha, daha fazla öldürmek arzusuyla delice bir hırs halinde benliğini doldurdu. Bu çok kolay, çok eğlenceliydi hem de. Almanya’yı baştan başa yasa boğmak istiyordu.” (s.278) Ahlak kurallarını da atmıştır bir kenara ve yaptığı eylem bir insanın hayatına mal olsa da o sadece verdiği kararın arkasında durduğu için haz alır. Kendisi ölümü umursamadığı için başkalarının yaşamasının da bir önemi kalmamıştır artık. Bunun ahlaki sorumluluğunu kendisinden başka alacak kimse yoktur artık. Almanlar tarafından sarılmıştır etrafı; ettiği her ateş geçmişin yanlış yaşanmışlıklarına karşı bir tepki olur. Her şeye ve herkese ateş eder: Bir tanesi Lola için, bir tanesi Marcelle için, Odette için, yazamadığı kitaplar ve gidemediği yolculuklar için… Geçmişle hesaplaşır ve ondan bütünüyle kurtulur. Böylece hayatında ilk kez mutluluğu tadar. Almanlara 15 dakika dayanabilmiş midir bilmiyoruz çünkü Sartre orada çok doğru bir kararla hikâyeyi kesiyor. Matheiu artık ölmüş müdür, kurtulmuş mudur yoksa esir mi olmuştur bilmiyoruz. Her ne olursa olsun, son görüşümüzde Matheiu karakteri olduğu yerden memnundur ve biz de yıkılışın boyun eğdiremediği özgürlüğe olan inancımızla avunmuşuzdur! Harika bir bitiriş, hoşça kal Matheiu! Kitabın 2. kısmında Almanların esir kampına düşen Fransızları okuyoruz. Bu kısımda paragraf başı olmadığı için okuması daha zorlu. Asıl hikayemiz yukarıda tamamlandı ama burada da bahsedilecek şeyler ve bir son daha var. Esaret altında olmalarına rağmen içlerinde hala umutları tükenmemiş insanlar vardır, bir yol bulmaya çalışırlar. Kaçmak bir yol olabilir, kolaydır da bir iki Alman muhafızı atlatmak ama onlar kaçmak değil hayata tutunmak isterler. Bir Fransız rahip gelerek insanlara vaaz verir. Vaazı oldukça ikna edicidir, belki anlamlıdır da ama boş zırvalardan öteye geçmez ve dini duygular artık insanlarda bir his uyandırmaz. Rahip, umutsuzluğun insanın kendine karşı hazırladığı bir suikast olduğunu ve manevi bir intihar olduğunu söyleyip herkesin harekete geçmesini söyler ancak Sartre, dinin bu görevi yerine getiremeyeceğini de vurgular. Rahip de söylediklerine inanmamaktadır ve zamanını gizlice Almanlarla beraber geçirmektedir. Bu kısmın sonunda ise trenle Alanların esiri olarak yolculuk etmekte olan gruptan birisi trenden atlamaya karar verir. Zaten Almanların elinde öleceğini bildiği için atlayıp ölmesi ile arasında bir fark yoktur. Atlar ama yaşama isteği onu tekrardan trene tutundurur; içeri girmek ister fakat vurularak öldürülür. Diğerleri yolculuğuna devam eder ancak Almanların davranışı artık değişmiştir; onları iyi bir sonun beklediği söylenemez. İlk kısmın sonunda Matheiu’ya ne olduğunun bilinmezliği ama umudun yeşermesi, öte yandan ikinci kısımda vagondakilerin hayatta kalması ama trenin hareketiyle bir karamsarlığa sürüklenmeleri, Sartre’ın bize sunduğu birbirinin karşıtı iki bitiriştir. ***Buraya kadar okuyan olduysa teşekkürler. İnceleme üzerine tartışmak isteyen veya göremediğim noktalar için ekleme yapmak isteyen olursa her türlü mesaja açığım.*** Çok etkileyici bir seriydi!
Yıkılış
YıkılışJean-Paul Sartre · Can Yayınları · 2019895 okunma
··
2.369 görüntüleme
Tezer Beğenmiş okurunun profil resmi
Oldukça açıklayıcı bir yazı olmuş çok çok teşekkür ederim. Ben seriyi okumayı istiyorum üçüncü kitabı da bulup alınca.
Ozan K. okurunun profil resmi
Teşekkürler yorumunuz için. 3 kitabı da araya başka bir kitap sokmadan okumuştum, mutlaka tavsiyemdir.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.