Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Arabayı kullanan Kayra’yı seyrettim birkaç saniye. Hiç konuşmadan sadece yolun iki tarafının birleştiği noktaya gözlerini dikmiş, halıcıdan aldığını söylediği esrarlı sigaralarından birini içiyordu. Sağ eli el freninin üstünde, sol elinde sigara. Bomboş yolda otomatik vites rahatlığıyla direksiyonu sol diziyle idare ediyordu. Ve o an düşündüm. Yanımda oturan adamın aslında ne kadar garip ve itici bir yüz ifadesinin olduğunu. Kendisine hiç yakışmayan uzun siyah saçları. Çirkin profili. Astérix ile ülkenin aşırı milliyetçilerini ortak bir noktada buluşturan bıyıkları. Çok çirkindi. Sadece gözleri! Sadece onlar bu vücuda ve yüze ait değillermişçesine mükemmeldi. Kayra’nın tek Kayra olduğu yer gözleriydi. Gerisi sahne kostümü ve kendine biçtiği aksesuvarlardı. Bazen ondan tam anlamıyla nefret ediyordum. Dengesiz düşünceleri, bütün dünyayı tanıdığını sanması, sürekli olarak en büyük acıları çektiğini iddia etmesi... Hepsi de ilkokul müsamerelerindeki yapmacık rollerden fırlamış gibiydi. Kendini yaşayan her canlıdan farklı bir yere koyması ve buna bir sürü gerekçe bulması koca bir yalan gibi geliyordu. Söylediği hiçbir şeyi gerçekten düşünmüyor olduğunu biliyordum. Tabiî ortada yaptıkları vardı. Yaşadığı hayat. Terk ettiği onca şey ve varmak istediği zihinsel ölüm. Ama benim de bunlara dair bir fikrim vardı. Kayra, aslında son derece normal bir insan olabilirdi. Eğer güzel olsaydı. Sadece yakışıklılık da değil, normal bir hayat yaşamak için gerekli olan yeteneklere de sahip değildi. Tembeldi. Şimdiye kadar hiç çalışmamış ve çalışmanın insanlıkdışı olduğunu savunmuştu. Ama gerçekte yapabileceği bir iş olmadığı için çalışmamıştı. Sadece düşünen ve zarar veren bir yaratık haline gelmesi, gerçekte her insanda olan doğal yeteneklere sahip olmamasından kaynaklanıyordu. Dürüstlük, çalışabilmek, söylenenleri dinlemek, biraz olsun hissedebilmek gibi yeteneklerden bahsediyorum. Onda bunların hiçbiri olmadığı gibi, ayrıca denediği zaman da başarısız olacağını bildiği için, şu an gittiği yolu tercih etmişti. Yolsuzluğu. Yaptığı her hareketin insanlığın arayıp da bulamadığı doğrulukta, mükemmelden öte ilahî özellikte olduğunu düşündüğünden, beni sıkıyordu. Yeteneksizliği, dünyanın tek gerçek kitabı diye yazdığı hikâyenin kötülüğü, yazdığı şarkı sözlerinin hamlığı ve uğraştığı her alanda daima vasatın altında eserler ortaya çıkarmış olması onu var olan her şeyi reddetmeye itmişti. Dünyanın en büyük eserlerini ortaya koymuş oldukları herkesçe kabul edilmiş sanatçı ve edebiyatçıların sahip olmaları gereken ukalalığa ve “Artık durabilirim! Her şeyi bırakıyorum” diyebilme hakkına, hiç hak etmediği halde kendini layık görüyordu. Ve beni kızdırıyordu. Da Vinci’nin delirmeye, cehalete geri dönmeye, kendisini tüketmeye hakkı vardı. Ama gözle görülen hiçbir başarıya imza atmamış Kayra’nın kendisine yakıştırdığı tarzı bana çok aptalca ve kötü niyetli geliyordu... Sürekli olarak yükselmekten ve düşmekten bahsederdi. Genellikle barlardaki kül tablalarını kullanarak yaptığı bir benzetme vardı. Yuvarlak kül tablasını yan tutar ve masaya dik duran yuvarlağın en aşağısındaki bir noktayı zihnin bembeyaz ve ölü olarak doğduğu an olarak gösterirdi. Aynı zamanda cehaletin de en üst noktası. Sonra parmağını yavaşça kül tablasının yukarısına doğru götürürken, aldığı eğitimden, zihinsel gelişiminden bahsederdi. Ve yuvarlağın en üst, cehalet noktasının tam karşısına düşen noktasında en başarılı olduğu, her şeyi öğrendiği, en iyi eserlerini verdiği, zihnini hiç olmadığı kadar canlı olduğu anın gerçekleştiğini söyleyip, o noktadan itibaren istemli bir düşüş ve zihin ölümünün olduğu noktaya geri dönüş için bütün hayattan yavaş yavaş vazgeçtiğini anlatırdı. Ama kimse, ben dahil Kayra’ya belki de daha en üst noktaya bile varamamış olduğunun tereddüdünü yaşatamadık. Belki de zihni tam dolmamıştı. Ortaya koyduğu eserler zihninin patlayacak kadar yüklü olduğu noktaya kesinlikle uymuyordu. Güzel konuşuyordu ama dünyanın ve tarihin kabulleneceği herhangi bir iz yoktu ardında. Sadece o kendini en üste çıkmış görüyordu. Ve zamanı gelmişti düşmesinin! Bana çok kolay geliyordu tercihi. Fazlasıyla insanî... Canı çalışmak istemediği için çalan, başarısız oyunlar yazıp kendisini kimsenin anlamadığını iddia eden adamlar kadar, gerçekte normal insanlardan daha ihtiraslı, dünyevî zevkler peşinde koşmalarına rağmen yakalayamayan adamlar gibi... Sabit fikir halini almış üstünlüğü sadece zihinseldi. En azından, o öyle düşünüyordu. Ben uğraşmıştım oysa! Normal olmak için çabalamıştım. Üretmeye, uyumlu olmaya çalışmıştım. Dünyayla aynı hızda dönmeye. Yapabildiğim kadarıyla benim düşüşüm en üst noktadan değil, hiçbir yerdendi. Hiçbir zaman yükseldiğimi hayal etmediğim için –çünkü buna kanıt olacak herhangi bir şey yaratmamıştım– düşüşüm de bir boşlukta gerçekleşiyordu. Hiçbir yerden hiçbir yere düşüyordum. Kafamı kaldırdığımda, ucundan atladığım bir tramplen göremiyordum. Ama Kayra dünyanın ve altı milyar insanın üzerine kurduğu tahta bir tramplenden kendini boşluğa bıraktığını düşünüyordu... Benzemiyorduk birbirimize. Hem de hiç! Sevmiyordum onu. Bazen çok rahatsız ediyordu beni. İçinde yarattığı gereksiz şiddet canavarından, kadınları dövmesinden, insanları kandırmasından çok uzaktaydım ben. Barok ve sahte bir kötülük yapıştırıyordu suratına. Hiçbir zaman sahip olmadığı bir duyarsızlık. Ve bunu da bütün dünyadan arındığı için yaptığını söylüyordu. Oysa değil dünyadan, daha çocukluğundan bile arınamamıştı. Her şey hâlâ aklında oturuyordu. Bütün insanî tutkular, normal bir insanın başarısını yakalayamamanın ezikliği. Hepsi. Oscar’a layık bir oyunculuk sergiliyordu. Hiçbir şeyi gerçek değildi. Acıyordum aslında Kayra’ya. Başarısızlığına, kaybetmesine üzülüyordum... Ufak bir şansı olsaydı. Birileri yazdıklarını, bestelediklerini beğenseydi bu hale gelmezdi. Dünyayı küçük gördüğü için kendini büyük sanıyordu. Tabiî büyük bir göz yanılması söz konusuydu. Eğer dünya sandığı kadar küçük olsaydı, kaybolmamak için bu kadar uğraşır mıydı sokaklarında? Onu düşünmemin nedeni benimle konuşmamasıydı. Benimle konuşmuyor ya da düşündüklerinin çok azını anlatıyordu. Ben inanamıyordum, bir zamanlar zihnini gerçekten en üst noktasına ulaştırabilmiş olmasına. İnanamıyordum kendini dünyanın en gerçek felsefecisi olarak hissetmesine. İnanmıyordum Kayra’ya ve yalanlarına. Ben sadece kendime inanıyordum. İçimde ağlayan, gülen adamlara. Çok defalar öldürmek istedim Kayra’yı. Ya da, zorla işe sokup bir işçi gibi çalıştırmak istedim. Ama olmadı... Hiçbir şey olmadı. Kimse durduramadı Kayra’yı. Ve artık imkânsız. Houdini’nin içlerinden çıktığı çelik kasalar kadar sağlam beyninin zarı. Değişmez artık içindekiler. Hayatın karşısındaki zayıflığı onu bir canavar haline getirdi. Bütün hikâye bundan ibaret. Gerisi, bir çift güzel göz tarafından söylenenler. Ama başına gelen sıfatlar ne olursa olsun, Kayra hep bildiğim o en ufak gündelik işleri yapabilmek için bile en az yarım saat düşünen Kayra olarak kalacak…
Sayfa 239Kitabı okudu
·
288 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.