Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Doğu ile Batı arasındaki fark, Türkiye’dir. Hangisinden hangisini çıkarınca geriye Türkiye kalır, bilmiyorum ama aralarındaki mesafe Türkiye kadar, ondan eminim. Ve biz orada yaşıyorduk. Her gün politikacıların televizyonlara çıkıp jeopolitik öneminden söz ettiği bir ülkede. Önceleri çözemezdim ne anlama geldiğini. Meğer jeopolitik önem, içi kapkaranlık ve farları fal taşı gibi otobüslerin, sırf yol üstünde diye, gecenin ortasında mola verdiği kırık dökük bir binanın ada ve parsel numaralarıyla yapılan çıkar hesapları demekmiş. 1.565 km uzunluğunda koca bir Boğaz Köprüsü anlamına geliyormuş. Ülkede yaşayanların boğazlarının içinden geçen dev bir köprü. Çıplak ayağı Doğu’da, ayakkabılı olanı Batı’da ve üzerinden yasadışı ne varsa geçip giden, yaşlı bir köprü. Kursağımızdan geçiyordu hepsi. Özellikle de kaçak denilen insanlar... Elimizden geleni yapıyorduk... Boğazımıza takılmasınlar diye. Yutkunup gönderiyorduk hepsini. Nereye gideceklerse oraya... Sınırdan sınıra ticaret... Duvardan duvara... Tabii dünyanın geri kalanı da boş durmuyor ve bir an önce doğdukları yerden çıkıp ölecekleri yere koşmaları için onlara her türlü çaresizliği sunuyordu. Çaresizliğin bütün çeşitlerini. Her boy ve ende ve ağırlıkta ve yaşta çaresizlik... Biz de bu toprakların enlem ve boylamlarının gereğini yerine getiriyorduk sadece. Cehennemden kaçanları cennete taşıyorduk. Ben ikisine de inanmıyordum. Ama o insanlar her şeye inanıyordu. Hem de neredeyse doğuştan! Ne de olsa şöyle düşünüyorlardı: Eğer savaştan sağ çıkılsa bile açlıktan ölünen bir cehennem varsa bu dünyada, elbet bir cennet de vardır. Ama yanılıyorlardı. Hepsi de kandırılmıştı. Cehennemin varlığı cennetinkine kanıt değildi! Ama onları anlayabiliyordum. Böyle öğrenmişlerdi. Hatta sadece onlar değil, herkes... Bütün dünya nüfusuna ezberletilmiş olan, varak çerçeveli ve gösterişli bir tablo vardı. Ve o tabloda, iyiler kötülerle ve cennet cehennemle savaşıyordu. Oysa böyle bir savaş yoktu ve hiç olmamıştı. İyiyle kötünün kıyamet gününe kadar sürecek olan ölüm kalım savaşı, insanlığın yediği en büyük kazıktı. Toplum düzeninin en kestirmeden sağlanması ve otoritenin daima ayakta kalması için atılması gerekmiş olan bir kazık. Çünkü her insanın, aynı anda, hem iyi hem de kötü olduğu gerçeği kabul edilirse, hayranlık duyulup peşinden ölüme gidilen kim varsa, yani gelmiş geçmiş bütün liderlerin kimliğinde lekelenmeler başlayacaktı. Kafalar karışacak, düşünceler çarpışacak ve kimse kimse için hayatını feda etmeyecekti. Ama öyle olmadı ve mutlak iyiyle mutlak kötünün savaşı insanları birbirine kırdırmanın en basit yolu haline geldi. “Sizler iyi olanlarsınız!” diyenler “Gidin, benim için geberin!” demek istiyor, “Sizler cennete gidecek olanlarsınız!” diyenler de “Geberttikleriniz de cehenneme gidecek!” demek istiyordu. Dolayısıyla cennet ve cehennem, iyilik ve kötülük, insan denilen varlığı ortasından ikiye yardı ve bir tarafını diğeriyle kanlı bıçaklı hale getirip bir aptala dönüştürdü. Böylece, geçmişin müthiş tezgâhtarları, kutsal zıtlık teorisiyle ambalajladıkları ömür boyu garantili itaatkârlığı özgür insanlara satmayı becerebildi. İtaatkâr itleri itaatkâr itlere kırdırmaktı bütün hikâye! Ne karanlık ışığa düşmandı, ne de tersi. Ve tek bir gerçek zıtlık vardı, o da sadece biyolojide geçerliydi: Ölü ya da diri... Yasadışı insan taşımacılığında da dikkat edilmesi gereken tek nokta buydu aslında: Teslim alınan canlı insan sayısıyla, teslim edilenin aynı olması. Yoksa kimin cehennemden kaçıp cennete gittiğini düşündüğünün hiçbir önemi yoktu. Biz et taşıyorduk. Sadece et. Hayal, düşünce ya da duygular, bunlar aldığımız paraya dahil değildi. Belki yeterince ödeselerdi, onların da zarar görmeden taşınmalarıyla ilgilenebilirdik. Hatta ben, kişisel olarak bu görevi üzerime alabilir ve evlerinde –ya da hangi delikte doğmuşlarsa orada– kurmuş oldukları hayallerin yol boyunca kırılmamasını sağlayabilirdim. Birkaç Hollywood filmi izlettirmek yeterdi. Cennete olan inançlarını sağlam tutmak için. Ya da geçerliliğini tarih içinde defalarca kanıtlamış klasik yöntemi izleyip, bir kutsal kitap uzatmak. Ama yine tarihin yazdığı gibi, içlerinden sadece birine. Diğerlerine anlatsın diye. Nasıl istiyorsa öyle... Hatta bütün bunları bedavaya bile yapabilirdim ama ne yaşım ne de zamanım yeterliydi. Çünkü daima yapacak bir iş çıkıyordu.
·
193 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.