Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

110 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
28 saatte okudu
YALNIZ ADAM – VAROLUŞÇU BİR İNCELEME #4
Kısa bir süre önce okuduğum Sartre’ın “Özgürlük Yolları” üçlemesini daha ilk kısımlarda anımsattığı için romanı beğenmeme ihtimalimin olamayacağı kabulüyle çevirdim sayfaları. Yazar, Sartre gibi varoluşçu entelektüellerin de topluma yön verdiği 20. yüzyıl Fransa’sında yaşamış ve yazdığı oyunlarda varoluşçuluğun temel problemi olan “anlamsızlık” temasını işlemiş ki bu romanında da aynı tema devam ediyor egemen olmaya. Karakterimizin yüklü bir mirasa sahip olduktan sonra 35 yaşında hayattan çekilmesiyle başlıyor konu. Buradaki “miras”, yazar tarafından uydurulan gelişigüzel seçilmiş bir etken değildir; dayısından kalması dışında miras hakkında hiçbir bilgi verilmemiştir ve zaten devam eden sayfalarda da akrabaları ile konuşmadığını söyler karakter. İlk absürtlük burada çıkar karşımıza, neden Amerika’daki dayısının mirası, onun ailesi tarafından başka bir kıtadaki karakterimize ulaştırılmıştır? Yukarıda belirttiğimiz “hayattan çekilme” tabiri, işte bu garip mirasın simgelediği “iletişimsizlik” yüzünden olur. Konuşmadığı akrabalarından kendi isteği dışında mirası alır ve konuşmama durumu devam eder. Karakterimiz zaten sosyal ilişkilerde başarılı olamayan bir adamdır; ne arkadaşı ne de sevgilisi vardır, dost sandığı kişiler de aslında çalışma arkadaşlarından başkası değildir ki işten ayrıldıktan sonra artık ortak bir noktaları kalmayınca onlarla olan iletişimi de son bulmuştur. Artık parasından başka bir şeyi yoktur ve tabii boşluğu doldurmaya çalışan o iç sesi: “Hiç düşünmemeye söz vermişken, bir de baktım çok fazla düşünüyorum, düşünmemek daha bilgecedir, çünkü işin aslını ararsanız, kimse bir şey anlamaz bu düşünce denen şeyden.” (s.21) Genç yaşta yapacak işi gücü kalmadığı için artık kafasındaki o dırdırcı ses aktif olur ve yıllarca bilinçdışında saklı kalan hisleri açığa çıkmaya başlar. İletişimsizlik onu hayattan koparmıştı, şimdi de kendisi ile düşman olarak varoluşun getirdiği o yıpratıcı süreç giderek hızlanır. “Bir hiç uğruna yaşamaktan utanmıyor musunuz?” diye sorulur bir zamanlar ve karakterimiz utanmadığını itiraf eder kendisine. Çünkü o dönemde başkaldırının ve özgürlük arayışının anahtarı devrimdir ama karakterimiz için bunların hiçbir anlamı yoktur. Hatta insanların devrim uğruna birbirlerini katletmeleri ile yaşlanıp ölmeleri arasında da bir ayrım yapmaz. Bu yüzden gazetelerde cinayet, tecavüz gibi haberleri keyifle okuması, kitabın ikinci absürtlüğünü ortaya döker. Hatta düşen bir uçak haberini gördüğünde artık ilgilendiği oradakilerin hayatları değildir, fotoğraftaki iki hostes kızın güzel olup olmadığını kestirmeye çalışır. Sartre’ın karakterlerindeki hayata anlam verememe çabası bu karakterde de kitap boyu devam ediyor. Önceleri düzenli bir hayatı ve üzerine çalıştığı bir alan varken artık maskelemeye çalıştığı, sahte insanlar ve hayallerle doldurduğu anlamsız hayatını şeffaf bir pencerenin gerisinden seyrediyordur. Bu pencerede beliren görüntüler, iki ucu geçmiş ve gelecekten oluşan bir zaman çizgisinden bağımsız olarak vücut bulur. Karakterimizin asıl derdi “şimdi” iledir. Sartre veya Dostoyevski’nin karakterleri geçmişte aldığı yanlış kararların sorumluluğunu alamayan ve bunun sayesinde özgürlüğünü arayan kimselerdir ama bu kitaptaki karakterimiz ne geçmişiyle hesaplaşır ne de geleceğe yönelik bir bakış açısı geliştirmiştir. Özgürlük isteği yoktur onun, toplumdaki diğer insanlara ne tepeden bakar ne de alttan. O daima geriden bakar ve alınan kararlara boyun eğer. Bu nedenle savaşmak, iletişim kurmak, devrim yapmak, insan öldürmek gibi dertleri olmadığı için geride durarak hem geniş kitleyi eleştirme imkânı bulur (ki gazetelerdeki vahşetlerle eğlenme sebebi budur) hem de onların peşinden giderek yolunu kaybetmemeye çalışan bir ikiyüzlü sıfatına bürünür. Bu pasif karakteri, içindeki dırdırcı sesi dizginleyemediği için düşünceleri içinden çıkılamaz bir hal aldığında içki içerek teselli bulur. Artık varoluş sebebi içkidir; onu topluma olan iki karşıt konumundan kurtararak birey gibi hissetmesini sağlayan tek şey içkidir: “Arka arkaya beş kadeh içtim. Tanrım, ne güzel şeydi bu. Bütün sorular eriyip gidiyor, kendimi sıcacık, mutlu, yo hayır, mutlu değil, bütün şu sorulardan kurtulmuş hissediyordum.” (s.31) Birey olmak ister, bu dünyada bir yer kapladığını fark etmek ister ama varoluşsal problemlerin dolup taştığı o zihinde bir çıkış yolu bulamaz. Kendi zihninde bile özgür olamayan ve olmasının yolunu açacak o problemlerden içki içerek kaçan birinden özgürlük arayışına girmesi beklenebilir mi? Git gide mide bulantısı artmaya başlar. Diğer taraftan da kendisini bir haz alemine daldırdığı için Oblomov’a benzemeye başlar. Korkusunu, yüreğinin daralmasını, iç sıkıntısını içki ile giderirken bir taraftan da fenomenleri algılayışıyla ilgili kendini oyaladığı bir yöntemi uygulamaya geçirir: Çevredeki nesnelere ve insanlara odaklanmak, diğer her şeyi izole edip sadece zihnindeki o şeyle ilgilenmek. Böylece sanki onları ilk defa görüyormuş gibi hissederek onların ardındaki öze ulaşmak. Aslında bu fenomenolojik yöntemdir ki Husserl ve Heidegger kendi yorumlarıyla bu yöntem üzerinde kitaplar yazmışlardır. Daha sonra yöntem, Almanya sınırlarını aşarak Fransız entelektüellerini de etkilemiştir. Bu yöntemi uyguladıkça artık kendisi dışında kalan her şey “onlar” etiketini alır ve tek var olanın kendisi olduğunu iddia eder. “Gerçek”i kendisinin doldurduğu boşluğa benzetmektedir; dolayısıyla Sartre’ın karakterleri gibi yalnızlığına mahkûm olduğunu kestirse de fenomenoloji aracılığıyla bir çıkış yolu bulmuş gibi görünmektedir: “Sonra, varoluşun önümüze getirdiği küçük şeyler karşısında da, büyük şeyler karşısında da pek fazla yere serilmemeyi öğrenmiştim.” (s.37) Karakterimiz aylaklığa devam ederken epistemoloji hakkında düşünmeye başlar. Bilim, teoloji, teknik alanlarının bilgi olmayıp sadece günlük hayatın devamlılığını sağlamada pratik araçlar olduğunu ve bilgi temelimizin bir hiçlik üzerinde kurulu olduğunu söyler. Bu durumda evrensel bir doğrudan veya ahlak anlayışından söz edilemez. Bunun farkına vardıktan sonra ölüm onu korkutmaya başlar. Sartre da Özgürlük Yolları’nda ölümü, yaşam çizgisinin yönü olarak tanımlar; yani yaşamak dediğimiz eylem aslında ne yaparsak yapalım ölüme gitgide yaklaşmaktır. Korku ve kaygılarını yenmek için kullandığı fenomenoloji, onu başladığı konuma getirmekle kalmamış, anlamsızlığı daha da körüklemiştir. Husserl’in bu yöntemi icat etmekteki amacı, bilimin veremediği kesin doğruları yeni bir felsefeyle arama ihtiyacıydı ama yazar burada fenomenolojinin 20. yüzyıldaki başarısızlığına vurgu yapar. İç sıkıntısı ve yalnızlıkla artık başa çıkacak tek yol uyumaktır. Uyku, aslında bir din tesellisi verir: uyandıktan sonra her şeyin değiştiğini görmek ama uyandığında karşısına dikilen acı gerçekleri her gün göreceğini anlaması uzun sürmez. Yoldan geçen insanlar artık farklı gezegenden gelmiş yaratıklar gibi görünmeye başlamıştır, onların çıkardığı sözcükler ise anlaşılmaz kuru gürültüdür. İnsanları sırf can sıkıntısını geçirmek için birer araç olarak görür ve iletişim kurma çabası içine girer ancak devrimin patlak vermesiyle sokaklar çatışma alanına döner ve evinden dışarı çıkamaz hale gelir. Sartre, varoluşun, özgürlüğün, umutların sonunu “yıkılış” olarak tanımlamıştı ve savaşı bir metafor olarak kullanmıştı. Yazarımız da benzer şekilde burada devrimi kullanır. Başkaldırmak ve direnmek, Sartre için özgürlük yoluyken bu kitapta yıkımdan başka bir şey getirmez. Evine kapanır, yatağını korunaklı bir yere taşır ve dışarıda çatışmalara da tıpkı insanlarla olan iletişiminin kesilmesi gibi kayıtsız kalır. Artık gürültü duymaz, kendi kafasında frekanslarını değiştirerek oluşturduğu bir melodi duyar, insan da yoktur, sadece kendisi vardır. Varoluş yadsınmıştır, varlık anlamını kaybetmiştir, özgürlük umutları ölmüştür. Ancak odasındaki dolabın içinden çıkan güçlü ışık, büyük ağaçlı yol ve gökyüzüne giden merdiven, hala uğrunda gitmeyi bekleyen aydınlık günler ve amaçlar olduğunu haber verir. Gerçi bu mecaz, karakterin sahiden inandığı bir umuda mı dönüşür yoksa dini bir ritüel mi olmuştur, bilinmez. Yine de uyandığında geri gelen karanlığın içinde, bir parça ışığın kaldığını söyler. “Bunu bir işaret saydım.”
Yalnız Adam
Yalnız AdamEugene Ionesco · Yapı Kredi Yayınları · 1973476 okunma
··
1.914 görüntüleme
Pelin okurunun profil resmi
Ellerinize sağlık !!! Harika yazmışsınız
Ozan K. okurunun profil resmi
Teşekkür ederim okuduğunuz için.
İrem Sena okurunun profil resmi
Kitabı şimdi bitirdim.. çok güzel bir yazı oldu benim için. Dilinize sağlık.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.