Z Raporu - Ali LİDAR (Sizleri ön yargıları yıkmaya davet ediyorum!)Hangi tür ile başlayan sorulardan nefret ediyorum!
Kitap, film, müzik hiç önemli değil!
İnsan sevdiği şeyin neden yalnızca bir türüne bağlı kalır ki?
Neden polisiye ile sınırlı kalsın okuma yolculuğum?
Ya da neden Klasikleri okurken güncel yazarları okuyamayayım?
Neden amacım yalnızca edebi lezzet ya da felsefe, psikoloji bilgisi olsun?
Erich Fromm okurken de büyük haz alıyor, Schopenhauer'i ilgiyle okuyor, Dostoyevski ile üzülüyor, polisiye ile heyecanın doruklarına çıkıyor, yeraltı edebiyatı ile samimiyeti kokluyor, şiir ile mest oluyorum. Eleştirdiğim yazarları da okumayı ihmal etmiyorum. Çok denk geliyorum: "Ben şu yazarı sevmiyorum." Hiç okudun mu, diyorum. Hayır, sevmiyorum. Peki nasıl karar verdin sevmediğine?
Geçenlerde bir okur yazmış: "Gonçarov okuyup Çukur izleyen de ne bileyim." Eğer okuyorsa görüşüne son ana kadar saygı duyduğumu belirterek devam edeyim. Hayat farklılıklarla, farklılıkların tadını alarak güzel. Gonçarov okurken de böyle, Müslüm Gürses ile ağlayıp Jim Carrey ile gülerken de. Kısacası türünü iyi temsil eden bütün eserleri seviyorum. Konu edebiyat olsa da, sinema, müzik olsa da.
Neden böyle bir giriş yaptım ve ne ilgisi var bu eserle?
Eminim garip gelecek birçok kişiye Shakespeare'den sonra Ali Lidar.
Bunu yadirgayanlar olacak belki de.
Hep aynı türde devam etmek okuma sürecini oldukça yorucu, çetrefilli hale getirebiliyor. Araya farklı türler, şiir kitapları vesaire eklemek inanın hem dinlendirici hem farklı bir deneyim.
Esere geçecek olursak...
(E hadi geç artık zahmet olmazsa dediğinizi duyar gibiyim!)
Kısa kısa bölümlerden oluşuyor.
Kısa deyip geçtiğime bakmayın, öyle yerler var ki boğazınız düğüm düğüm oluyor, hiç de kısa gelmiyor size o anlar.
Hele bir "Ramazan" bölümü var ki en son "Ayla" filmini izlerken gözlerim o kadar yaklaşmıştı yaşa.
Buradan çok da duygusal bir imaj oluşturmayayım. Hani rahmetli Erdal Tosun diyor ya: Hüzünlü değilim, mizacım böyle. Hah, Ali Lidar da öyle işte. Yoksa yer yer gülecek, yer yer yalnızlık ve aşk acısı çekecek, başkasının yerine de bu duyguyu tadacak, küçük bir can için göz yaşına boğulacaksınız.
Wittgenstein, "Üzerinde konuşamayacağın şey hakkında sus! " dedi. Beceremedim. Sokrates, "Kendini tanı! " dedi. Tanıyamadım. Annem, "Allah akıl fikir versin!" dedi. Vermedi Allah akıl fikir. (s. 59)
Yazarın üslubunda şu çok hoşuma gitti, en son Şükrü Erbaş için de söylemiştim: Olayın en can alıcı yerinde başla yazar ve düşünürlerin cümleleriyle anlatımı kuvvetli bir hale getirmiş. Kimi zaman Nietzsche olmuş bu kimi zaman Cüneyd El Bağdadi:
Vakti zamanında bir zat yollara düşmüş Cüneyd El Bağdadi'yi ziyaret etmek için. Mahalleye gelince kahvedekilere sormuş, evini göstermişler. Gitmiş, kapıyı çalmış. Kapıyı açan Cüneyd El Bağdadi "Kimi arıyorsun?" diye sorunca adam "Cüneyd'i arıyorum" demiş. Cüneyd El Bağdadi'nin cevabı ibretlik:
"Ben de... " (s. 59)
Bazı cümleler var ki okurken alıp götürüyor uzaklara. Götürmese de bir gitme isteği uyandırıyor:
"Havası ilaç, denizi kitap bir yerlere gidelim." (s. 2) Hep gitmek istiyoruz zaten. Daha gidebilenine denk gelmedim. Hani derler ya "ne varsa dilinde" diye. Ne varsa dilimizde. Ne diyor Marx: Zincirlerimizden başka kaybedecek neyimiz var?
Farklı türlerde okuyun, dedim. Dedim demesine de, eseri okuyan biri diyecek: "Hocam, önerdiğiniz kitapta küfürler geçiyor." Bu nedenle okumadan önce küçük bir araştırma yapmanızı tavsiye ederim.
Üslubunu samimi buldum.
Okuduğum ilk kitabıydı ama Rabbim ömür verirse okuduğum son kitabı olmayacak diye düşünüyorum. Okurken hem duygulandırdı hem dinlendirdi. Bir meslektaşım ile oturup saatlerce sohbet etmiş gibi hissettim.
Bitmesin istedim, bitti.
Biraz uzun oldu sanırım ama samimi oldu diye düşünüyorum.
Hacivat ile Karagöz misali; Sürç-i lisan ettiysek, keyfe keder verdiysek affola.
Kitapla kalın kıymetli dostlar!