Sen, buluşabildiğimiz ender günlerden birinde, bana gelmiştin. Yaz başıydı; ben bahçede oturmuş rakı içiyordum; sen de — galiba mutluluktan— koşuşturup duruyordun. Sana, yan şakayla, “Haydi bakalım — bana erik getir” demiştim. Koşup gitmiştin: Bahçede bir erik ağacı
olduğunu biliyordun. Epey sonra (hatta, biraz daha gecikseydin, kalkıp sana bakmağa gidecektim), alı al, moru mor, kan-ter içinde geri gelmiştin : elinde bir külah: Manavdan, harçlığının sonkuruşuna kadar vererek aldığın erikler...
Ağaçta erik yoktu; ama Baban senden erik istemişti... — Ne yapabilirdin ki...
Yapman gerektiği için yapabileceğini yapmıştın — işte seni insan yapan da bu.
Buna, seni öylesine etkileyene, ve o yaptığını
yapmak istemeni sağlayana, onu yapacak gücü
sana verene, “sevgi” adının takıldığını işitmişsindir, bol bol — herkes ondan sözeder; o “Erik yok” diyenler de kullanırlar bu sözcüğü. Ama
biliyorsun; gidip erik aramayı sahiden isteyenler
pek azdır — sahiden arayanlar daha da az... —
Bulabilenler...
Aslında yalın birşeydi bu senin için: Öyle büyük sözcükler falan gerektirmeyecek, hatta, hiçbirşey söylemeyi gerektirmeyecek kadar yalın
birşey:-
Baban senden erik istemişti — o kadar...