Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Nağra Patlatmalıt
Aziz Nesin'in kitaplarına bayılıyorum ya mizahın babası adam güldürürken düşündürüyor bazen ağlanacak halimize güldürüyor... Alıntı Tirenden indiğim zaman cebimde simit alacak para yoktu. Önümde de üç günlük yaya yol var. Düştüm yollara... Yürü yürü bitmez. Yaz ayı olduğundan geceleri yürüyorum. Gündüz bir gölgede biriki saat uyuyorum. İkinci günü açlıktan, yorgunluktan dizlerim bükülmeye, gözlerim kararmaya başladı. Yol boyunca, göz alabildiğine kurak topraklarda bitek ağaç yok. Açlıktan bittim. Susuzluktan kavruldum. Taa... uzakta bir ağaç göründü. Ah bir ahlat ağacı olsa diye içimden geçiriyordum. İsterse meşe ağacı olsun, yapraklarını yiyecektim. Ağaç yüz adım ilerde gibi görünüyor, git git bitmez... Kulağıma su şırıltısı da gelmeye başladı. Hayal midir, serap mıdır? O yüz adımlık yol yorgunluktan bana, yüz kilometre gibi geldi. Sonunda ağacı tuttum. Hemen dibinde kaynak var. Yere yapıştım, suya ağzımı dayadım. Kana kana su içtikten sonra ağaca baktım, çakaleriği. Felek bir insana gülerse bu kadar güler. Hemen dallara yapıştım... Erikler sıcaktan sapsarı olmuşlar. İçleri cılk. Ye de ye. Ağzıma alınca pırt diye çekirdeği pırtılıyor. Karnım kuzu gibi şişti. Ağacın gölgesinde bir de uyku çektim. Sonra çıktım yola. Şöyle yarım saat gitmiş gitmemiştim. Yol bir köy içine vurdu. Çeşme başındaki köy kahvesinde bikaç ihtiyar oturuyor. – Uğurlar olsun hemşerim, dediler. – Sağolun ağalar, dedim. İçlerinden biri, - Burdan su içmeden geçilmez. Bir su iç de serinle, öyle git!.. dedi. – Belli, köyünüzün suyu iyi su ya, az önce yukardaki pınardan içtim, hiç içesim yok artık... dedim. Beyaz sakallısı, – Hangi pınar? dedi, Cılk Erik Pınarı mı? - Evet... - Eyvah... Hep şaşırdılar. Kimi dizini, kimi başını dövdü: – İçinde bir derdin mi vardı? O su, dert suyudur. Bir tas içtin mi, içinde ne varsa döker. Hiçbir dert bırakmaz. Ne taş bırakır, ne kum... Onları dinleyecek durumum yoktu. Elimi pantolona atıp, – Aman... diye koşmam bir oldu. Vay ne suymuş, vay... Hintyağı ile ingiliztuzu kaç para eder? O cılk eriğin üstüne dert döken suyu da içince ben bitmiştim. İçimde kum, çakıl, taş değil, hiçbir iç organım kalmayacak. Şöyle doğrucana yüz adım bile gidemiyorum. Bir günlük yolum kalmıştı. Yorgunluktan dizlerimin bağı çözülmüş. Sıcak, açlık, susuzluk biyandan... Yediğim çakaleriği ile içtiğim su beni bitirmiş. Yarı sürüne, yarı yürüye bir tepenin doruğuna geldim. Bir de baktım aşağıda bir köy. Köyün alanı kalabalık. Davullar zurnalar çalmaya başladı. Üç takım davul zurna da bana geliyor. Birara ben yine pantolon kayışına davrandım. Ama çabuk ayağa kalktım. Davullar zurnalar bana doğru ilerliyor. Bunda bir iş var ya bakalım. Adamlar geldiler. – Hoşgeldin pehlivan... diyerek beni çevirdiler. Beni önlerine kattılar, arkada davullar zurnalar, tepe aşağı köye indik. Onlar bana “pehlivan, pehlivan” dedikçe ben bunu “ağa”, "efendi”, “usta” filan gibi saygı anlatır bir laf diye alıyordum. Alana geldik. Ben elimi karnıma attım. – Az müsaade ağalar, deyip cami avlusuna yürüdüm. Avludaki helada işimi görüp çıktım. Alana bütün köy toplanmış. İki kişi yanıma geldi. Biri, – Güleş yenişene kadar. Bir düve de ödül koyduk... dedi. – Ne? dedim. – Yenen düveyi alacak, dedi. Alanın iki yanına iki ocak yakmışlar, kuzuları döndüre döndüre kızartıyorlar. Ağzım sulandı. Şaşırmışım da... – Sizin köye her uğrayan güreş mi tutar, âdet mi? dedim. Adam güldü, - Hele, dedi, pehlivana bak!.. Bizim köyle alay eder. Tutuşun da görelim. - Ben güreşmem, dedim. – Aman pehlivan, o nasıl söz... Bunca hazırlığı senin için yapmadık mı? - Kispeti unutmuşum, dedim. - Canım köyde kispet mi yok? Her delikanlının bir kispeti var. Tam yerine gelmişim ben. -Soyun, soyun hele... İkidebir elimi pantolona atıp, - Aman bana müsaade... diye avludaki helaya koşuyorum. Arkadan bir laf duydum: Bu pehlivan ne yapar ikidebir ayakyoluna gidip gelip? – Besbelli yağlanır. Ben bu adamlara, “Pehlivan değilim," desem Allah bilir bana yemek de vermezler. Kendi kendime, “Bu güreştir,” dedim, “Bunda yenmek de var, yenilmek de... Bir iki dolanırım ortada, sonra sırtüstü çayıra uzanıveririm.” Sağdan soldan konuşulanları duyuyorum: – Yahu bu nasıl bir pehlivan. Sinek gibi herif. Bizim Kurt Ali bunu yer be... Bu herifin bir yellik canı var. – Sen öyle bellersin. Yiğit olan kepenek altında belli olmaz. Sen onun öyle görünmesine ne bakıyorsun? Sırım gibi bir herif. Namı dünyayı sardı. - Hee... Sardı ya... Meşhur Akköprülü Yusuf Pehlivan dedikleri işte bu... - Bu herifin çelik gibi parmakları var. Ben bir güreşini gördüm. Dağ gibi herifi dutunca, pestil gibi ezdi biyana attı. Silindir gibi bir adam. Çiğniyor canım. – Allahın bir hikmeti... Şu boyda bir adamda bu kuvvet olacağını kim bilebilir? Bir yanlışlığa gelmeli, herife çatmalısın da seni ayağının altına alıp kilim gibi çiğneyip ezmeli. Önüme bisürü kispet getirdiler. Kispeti ayağıma geçirince, ben içinde kayboluyorum. Torba gibi uçkurunu başımdan bağlasalar da olur. Kuzulara baktım, cızır cızır kavruluyor. Artık dönülecek yanı yok. Kispetin en ufağının içine girdim. Beni bir güzel yağa buladılar. Ortaya çıktık. Güreşeceğim adama baktım, adam değil, bir canavar... Ben onun bir bacağı kadar yoktum. Elimi belime attım, ama helaya gidecek sıra değil. Kendimi bıraktım. Cazgır çıktı ortaya: Biri namlı Akköprülü Yusuf Pehlivan... Biri er yetişmiş Kurt Ali Pehlivan... İki yiğit çıktı meydane, ikisi de birbirinden merdane... Davullar dövülmeye, zurnalar çalınmaya başladı. Artık kurtuluş yok. Bir zamanlar Kırkpınar'da biriki güreş gördüğümden pehlivanların, “Varıyorum haaa!..” diye nağra patlattıklarını biliyorum. Şöyle bir nağra patlatayım da herife dalayım. Sonra yere uzanırım. Kendi oyununa gitti filan derler. Ellerimi birbirine şaplattım. – Varıyorum haaa!.. diye bir nağra atıp Kurt Ali'nin üstüne yürüdüm. Yürümemle, Kurt Ali'nin kendini iki adım geri atması bir oldu. Ellerimi butlarımda şaplata şaplata bir daha yekindim. Kurt Ali üç adım öte sıçradı. Herif bana oyun yapıyor, dedim. Üstüne varırken beni kapacak, tamam... Oyun yapması gerekmez, üstüme oturuverse canım çıkar. İçimden, şöyle bir yaklaşalım da, “Aman pehlivan sen benim nağralarıma kulak asma. Gözünü seveyim, beni ezme... Şöyle hafiften bir savur, yeter. Ben kendim sırtüstü düşerim,” diye yalvarayım diye düşünüyorum. Ama herife sokulamıyorum ki... Ben üstüne vardıkça kaçıyor. Etraftan benim için konuşulanları da duyuyorum: – Zorlu pehlivan... – Elini tutacak yok canım. - Şu Kurt Ali'ye bak sen, zağar olmuş da kaçıyor. – Canım kaçılmaz mı, herif tutsa. Allah korusun sakat edip atacak. Ben aşka gelip, – Varıyorum haaa!.. diye bir nağra ile üstüne yürüdüm. Adam kaçar, ben kovalarım. Ortada fır dönüyoruz. Boyuna ellerimizi butlarımızda şaplatıyoruz. Bilmem böylece ne kadar zaman geçti... Ben gittikçe hızlandığımdan, Kurt Ali geri geri de gidemez oldu, bana arkasını döndü, hem ellerini şaplatıyor, birbirine vuruyor, hem kaçıyor. Bizimki güreş değil, koşu... Sonunda bu herif bana bir iş edecek... Ben bir ters döndüm. Kurt Ali ile çarpıştık. Onun kispetine tutunmasam yuvarlanacaktım. Elimi kispetinden bırakmıyorum. Herif zangır zangır titriyor. Belli ki kötü sinirlenmiş. Beni öldürecek. Boyuna da yetişemiyorum ki yalvarayım. Yavaşça, – Eğil pehlivan... dedim. Eğildi. Sözüm ona elense çeker gibi ensesine yapıştım. Herifinki ense değil, temel kazığı... Benim elim ensesinde at sineği konmuş gibi duruyor. – Pehlivan, sana bir çift sözüm var, dedim. – Aman ağa, önce ben söyleyeyim, bana kıyma!.. Şu köy ortasında ele güne beni iki paralık etme... dedi. Hem çekişiyoruz, hem o bana yalvarıyor: Biyerimi de, kırıp etme... Senin namın dünyayı sarmış. Ben seninle baş edemem. Lakin buranın başpehlivanıyım diyerek karşına çıkardılar. Bu söz üzerine ben coştum, pehlivandan iki adım geri sıçrayıp, – Varıyorum haaa!.. diye bir kükremeyle, pehlivana dalmam bir oldu. Pehlivan iki büklüm eğildi, – Aman, dedi. Aman ustam, sen bilirsin... Sensin, dedim. Ver elini öpeyim. Beni köy ortasında sakat koyma. Daha buralarda barınamam. Beni gurbetlere düşürme. Sen söyle, ne zaman istersen yatayım yere, sırtım yere gelsin. Velakin beni çiğneme... Herifi yıldırmışım, artık beni kim tutar: - Ulan, boyundan bosundan utan. Danışıklı dövüş olur mu? Yürü... Yiğitliğin de adını pisledin. Sus! Şöyle bir açılıp, varıyorum haaa!.. diye bir nağra attımsa da karnıma sancı düştü. Vardım Kurt Ali'nin üstüne: Aman, çabuk yıkıl yere!.. Çabuk. Yoksa ezerim seni, bitiririm işini... Koca adam, – Peki ağa!.. demesiyle hemen, yere yıkıldı. Ben de üstüne çöktüm. Sonra fırlamamla cami avlusuna koşmam bir oldu. Dönünce çayıra serildim. Daha bitmişim. Pehlivan Kurt Ali geldi, ustam diye elimi öptü. Kazandığım ödül düveyi getirdiler. Ben gittim gidiyorum, öldüm ölüyorum... - Aman ayran ağalar!.. dedim. Ayran biraz can verdi. Derken efendim çayıra çepeçevre oturduk. Ortaya nar gibi kızarmış kuzu geldi. Daha kuzuya el atmadan, karşı tepeden bir atlı koptu, bir solukta yanımıza geldi. Attan indi. Adam değil, dağdan kopmuş taze kaya parçası... – Merhaba ağalar, dedi. - Merhaba... – Ne o, tokluyu güleşten önce mi yiyorsunuz? - Güleş oldu. – Allah Allah... Hangi pehlivan güleşti? Siz beni çağırmadınız mı? Ben Akköprülü Yusuf Pehlivan'ım. Karnıma bir sancı düştü. – Az müsaade ağalar, şimdi geliyorum, diye avluya yürüdüm. Yürürken, demin bana pes eden Kurt Ali Pehlivan ensemden tuttu. Beni havaya kaldırdı. Kafama bir yıldırım indi sandım, gözlerimde şimşekler çaktı. Ayak bileğimden kavradı, salladı salladı, havaya savururken başkaları tuttu beni. Pantolonun kemerini tutarak, Aman ağalar, az müsaade!.. diye fırladım. Cami avlusundaki helanın penceresinden kaçtım gittim. Sirkeci'ye gelmiştik. Cılız adam, – İşte böyle, dedi, kavga ederken nağra patlatmalı. Nağrayı patlatıp karşındakinin gözünü yıldıracaksın. Ama arkadan sahici pehlivan bastırırsa işin bitiktir.
·
490 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.