Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

160 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
ADEM’DEN ÖNCE,Jack London
İnsanlığın milyonlarca yıl öncesine kadar dayanan en ilkel hikâyesi… Daha önce hiç ‘’Taş Devri Edebiyatı’’ diye bir şey duydunuz?... Jack London, edebiyatta çığır açtığı bu romanı, Prehistorya Edebiyatının (Taş Devri Edebiyatı) ilk kurucu metinlerinden sayılır. Jack London demek, romanı omuzlarından tutup tüm kuvvetiyle sarstıktan sonra bambaşka bir hale çevirmek demektir. Romanı anlayabilmek için romanın yazıldığı dönemin ortamını bilmek gerekir. Jack London’ın o dönemde ortaya çıkan evrim teorisi kaynaklı çalışmalardan etkilenmesiyle ortaya çıkan bir romanı, ‘’Ademden Önce’’. Bu dönemdeki bilimsel çalışmalar ve kısıtlı da olsa ortaya çıkan insanlık türünün evrimine ait bulgular, meraklı ve araştırmacı ruhlu yazar Jack London’ın heyecanını körüklemiş ve böylesi bir romanı kurgulamak için kafasında bir şimşek çaktırmıştır. DÖNEMİN ŞARTLARI: Romanın yazıldığı tarih, 1906 yılı. Jack London, bu romanında çağının bilimsel verilerinden ve özellikle Spencer, Darwin ve Huxley’den yararlanarak ilkel yaşamı ve insanın insanlaşma sürecini acılı bir dille anlatır. Herbert Spencer, dönemin en ünlü düşünürlerindendir. Sağlığında kitapları 1 milyondan fazla satış yapan ilk felsefecidir. Darwin’in Evrim Teorisi’nin Amerika’da yayılmasına öncülük etmiştir. ‘’The Survival Of The Fittest’’ (En iyinin/güçlünün hayatta kalması), Darwinci evrim kuramının en temel mekanizması olan doğal seçilimi ( "natural selection") anlatmak için kullanılan en yakın terimin fikir babasıdır. Böylesi geniş bir vizyona sahip Herbert Spencer, Jack London’un ufkunu açmış, bu romanı yazmak için kalemi eline almasına vesile olmuştur da denilebilir. Lakin Jack London, Martin Eden romanında da Herbert Spencer isminden satırlarında oldukça bahsetmiştir. Darwin’in Evrim Teorisi’nin etkisinde kalmış ve bu teori ‘’Ademden Önce’’ kitabının yazılmasına sebep olmuştur. Bununla da kalmayıp edebiyat literatüründe ilk kez ‘’Prehistoria Edebiyatı’’nın kurucu metinlerinden birini de bu eserle oluşturmuştur. Akıcı bir anlatımla insanoğlunun ilkel bir mahluktan insan haline evrilmesi sürecini romansal bir kurgu ile okuyucuya aktarır. HİÇ RÜYANIZDA RÜYA GÖRDÜNÜZ MÜ? sorusu ile başlar hikâye. Bir rüyanın içinde de rüya olabilir mi? Jack London yazarsa olur.. Nasıl mı?... RÜYALARDAKİ İLKEL KAYITLAR: Ağaçları sadece parklarda ve resimli kitaplarda görmüş olan bir çocuğun, uykularında uçsuz bucaksız ormanlarda gezindiğini ve rüyalarına musallat olan ilkel atalarına/ortamlara ait yığınla görüntüler gördüğünü aktarmasıyla roman başlar. Jack London, daha ilk sayfalarda rüyalar vasıtasıyla milyonlarca yıl öncesine bir halat atarak kurguyu dahice oturtmuştur. Eserin ana teması olan ‘’ZAMAN’’ kavramını, rüyalar ile milyonlarca yıl öncesine götürebilmek ve milyonlarca yıl sonrası tekrar getirebilmek , zamanı bir topaç gibi bir sağa sola evirip çevirebilmek, tüm bunları yaparken bilimsel alt yapısı sağlam verilerle bu kurguyu oluşturabilmek, Jack London zekâsı ve donanımına sahip yazarların sadece yapabileceği bir ustalıktır. KİŞİLİK BÖLÜNMESİ: Rüyalarında ilkel yaşamına ait kayıtlar görmektedir. Rüyalarında gördükleri/anlattıkları şeylerin hepsi gerçektir. Hayal ürünü bir kurgu değil, bizzat yaşadığı somut olaylardır. Çocuk kahramanımız, uyanık hayatında gördüğü/bildiği hiçbir şeyi rüyalarında görmemektedir. Uykusunda onu ele geçiren uyanık halindeki kişiliği değil çok farklı bir deneyim birikimine ve hatıralarına sahip bambaşka bir kişiliktir. Yani, ‘’Uyanık Hayatı’’ başka, ‘’Rüyalarındaki Hayatı’’ başkadır. Aynı çocuk, iki farklı kişilikte yaşamaktadır. Bu, bir ‘’KISMİ KİŞİLİK BÖLÜNMESİ’’ dir. Uyanık hayatında ilkel çağlara ait kalıtsal davranışlar sergilemekte, ilkel tatlar duyumsamaktadır. Bu anormallikler zinciri sebebiyle kendini bir “Hilkat Garibesi” (doğuştan gelen tuhaflık) olarak tanımlar. ‘’Annem önüme bir yabanmersini koydu. Kaşığımı doldurdum ama daha ağzıma götürmeden tadının nasıl olacağını biliyordum. Aynen öyleydi. Rüyalarımda belki binlerce kez damağımda hissettiğim aynı keskin tattı yine.’’ ‘’Çıkardığım sesler, onun anlayabildiği, eski çağlara ait seslerdi.’’ (Babası onu hayvanat bahçesinde götürdüğünde aslan ile karşılaşma anında sarfettiği söz) ‘’Rüyalarıma tek bir insanın bile girmediğini söylemiştim. Bu durumu çok erken farkettim ve kendi türümün yokluğunu içim acıyarak duyumsadım.’’ BOŞLUKTA DÜŞME RÜYASI - GEN AKTARIMI - IRKSAL HATIRALAR: 20.yy. da yaşayan bir çocuk nasıl olur da milyonlarca yıl öncesine ait izler taşır hayatında. Bir çocuk ta milyonlarca yıl öncesinin ırksal hatıralarına, davranışlarına sahip olup onları rüyalarında nasıl canlı yaşayabilir? Bilimsel olarak imkansız biraz da tuhaf görünen bu durumu Jack London, bilimsel bilgisiyle tokatlayıp yumuşatıyor ve romanın kurgusuna maharetli kalemi ile monte ediyor. Tam da bu kurguda ‘’Boşlukta Düşme Rüyası’’ tabiri devreye giriyor ve kurgu zincirinin halkaları birbirine bağlanmış oluyor. Peki nedir bu ‘’Boşlukta Düşme Rüyası’’? “Ağaçlarda yaşayan uzak atalarımız açısından, düşme olasılığı her daim var olan bir tehlikeydi. Hepsi geçmişte düşme deneyimleri yaşamış, son anda bir ağaç dalına tutunup kurtulmuşlardı; ancak birçoğu da hayatını ağaçtan düşerken kaybetmişti. Bu şekilde önlenen feci bir düşüş, şok yaratıyordu. Böyle birçok da beyin hücrelerinde bazı moleküler değişikliklere neden oluyordu. Bu değişiklikler sonraki kuşakların beyin hücrelerine aktarılarak, kısaca ifade edecek olursak, ırksal hatıralar haline geliyordu. Yani, siz ve ben uyurken veya uyku bastırıp içimiz geçtiğinde, boşlukta düşüyor ve tam yere çarpmak üzereyken sıkıntı içinde uyanıyorsak, ağaçlarda yaşayan atalarımızın başına gelenleri ve beyin hücrelerinde meydana gelen değişikliklerle insan ırkının kalıtsal mirasına kazınmış şeyleri hatırlamaktan başka bir şey yapmıyoruz demektir. Burada bir tuhaflık yok, varsa da içgüdüdeki tuhaflıktan fazla değildir. İçgüdü, kalıtsal mirasımıza kazınmış bir alışkanlıktan ibarettir. Bu arada şunu da belirtmek gerekir ki sizin, benim, hepimizin aşina olduğumuz bu düşme rüyasında asla yere çarpmayız. Yere çarpmak, yok olmak olurdu. Ağaçlarda yaşayan atalarımızın yere çarpanları hemen ölmüştür. Elbette düşüşleri şoku beyin hücrelerine iletilmiş olmalı, ama onlar hemen, yani çocuk sahibi olmadan ölmüşlerdi. Siz ve ben yere çarpmayanların soyundan geliyoruz ve bu yüzden rüyalarımızda asla yere çarpmıyoruz.’’ Ayaklı Bir Kütüphane olan Jack London, elbette bunu zengin okur-yazarlığı ve engin merakı sayesinde edindiği bilimsel verilere dayandırıyor. Karşımıza yeni bir bilimsel terim çıkıyor; ‘’Germ Plazma’’… O halde kafaları aydınlatmak için bu kavramı biraz açmak gerekir; GERM PLAZMA KAVRAMI: Jack London eserine monte ettiği bu kavramı, Weismann’ın – Germ Plasma sına dayandırır. Germ Plazma, yani ‘’Edinilmiş Özelliklerin Kalıtımı’’. Edinilmiş özelliklerin kalıtımı kavramının modern bir tanımı şöyledir: Ortamda meydana gelen ufak bir değişiklik, bu ortamda bulunan bir canlı türünün tüm (veya çoğu) üyelerinde bir değişikliğe neden olur; bu canlılar başlangıçtaki ortama geri konunca bu yeni özellik devam eder. Bu özellik, kalıtımsal bir devamlılık ile gelecekte bireylerin yavrularında da aynı şekilde gözlemlenir. Eşey hücrelerinde bulunan germ plazmanın devamlılığını öne sürülmüştü ki bu 20. yüzyılda genom'a kaşılık gelecek eş değer bir kavramdı. Döneminde güçlü bir kavram olarak bilim camiasında ilgi görse de bu varsayım, nesiller boyunca farelerin kuyruklarının kesilmesine rağmen yeni nesil farelerin halen kuyruklu doğduğunun görülmesi üzerine, kazanılmış özelliklerin kalıtımsal olmadığı gerekçesiyle biliminsanı Weismann tarafından çürütülmüştür. EVRİM TEORİSİ: Evrim teorisi, zihinleri bulanık olan insanların – aynı Jack London gibi – insanlığın kaba başlangıcına uzanan uzak bir geçmişin içgüdüsel çağrılarına cevap veren teori olarak ilgi görmüş, heyecan yaratmıştır. Jack London’ın kalemi evrimdeki geri halkalara uzanmış, uzak atalarının zamanında bilimsel alt yapıya dayalı dahiyane bir kurguyla okuyucunun hayal gücüne sunulmuştur. Jack London, bu bilim dünyasında çığır açan teorinin verdiği heyecanla bu eseri kaleme almıştır. Evrim teorisi, bu romana ayağının kalıbını bastırmıştır; ‘’Çünkü benim haberdar olduğum bu geçmişte, bugün bildiğimize benzer insanlar yaşamıyordu. Ben, insanın bugünkü haline geliş sürecinde var olmuş ve yaşamış olmalıyım.’’ ‘’Annem büyük bir orangutana veya şempanzeye benziyordu.’’ ‘’Evet, ayaklarımla da sarıldım; ellerim kadar ayaklarımla da kavrayabiliyordum.’’ ‘’Ayaktan çok el gibiydiler.’’ ‘’Babaların hep olduğu gibi öyle son derece cazibeli bir baba sayılmazdı. Yarı insan-yarı maymun, ama ne tam insan ne de tam maymun gibi görünüyordu.’’ Romandaki türlerin, İnsan Türleri arasındaki ilgileri nedir? Evrim sonucunda insana dönüşecek üç türü, dolayısıyla insanın evrim sürecindeki üç halkayı anlatıyor: 1- Ateş İnsanları: En gelişkin olan tür. Ateş yakar ve onu kontrol altına alır. Vücutları, daha kılsız. Tezcanlı da bu türe ait ama onlardan ayrı düşmüş. Homo Erectus’u andırıyor. Ancak , ok ve yay gibi aletler kullanmasıyla Homo Sapiens’i de işaret ediyor. 2- Ağaç İnsanları: En ilkel olanı. Ağaçlarda yaşıyorlar. Herhangibir alet kullanmıyorlar. Görünümleri Halk’a göre daha ilkel. Kızılgöz bu türün bireyi. 3- Halk: Ağaçtan yere inip mağaralarda yaşamaya başlamışlar ama henüz ağaçlarla toprak arasında yaşayan bir ırk. Ateşi keşfedememiş ve kullanamamış oldukları için Homo Erectus olamazlar. Nasıl Bir Ortam? Roman, Orta Pleyistosen Çağ’da geçer. Yaklaşık 2,6 MYÖ (günümüzden milyon yıl öncesi) ile 12 BYÖ (günümüzden bin yıl öncesi) arası bir jeolojik çağdır. Homo Erectus (dik yürüyen insan): Bugünkü insanın atası. 1,8 MYÖ Afrikada. Homo Sapiens (akıllı insan): 200 BYÖ Afrika. Topluluk olarak birlikte hareket edebilme yeteneği. Yayılım gösterme ve üretim özellikleri ile belirgin bir yapıları vardır. Pleyistosen Çağ, 2,59 MYÖ – 11,7 BYÖ bitmiş. ROMANIN YAZILDIĞI TARİH 1906 YILINDA JACK LONDON NEYİ BİLİYORDU? 1887 senesinde, Hollandalı doktor Eugene Dubois, kayıp halkayı aramak için dünyanın dört bir yanına yelken açtı. Dubois’in aradığı bu kayıp halka, insanların kuyruksuz maymunlardan evrimleştiğini kanıtlayacak kayıp bir fosil halkasıydı. Çünkü paleoantropoloji tarihinde ilk kez, insan atalarının fosillerini bulmayı amaçlayan organize bir kazı yapılmış ve bu fosiller gerçekten bulunmuştu. Fosiller, “insan ve hayvan dünyası arasında yakın bir bağ vardır” savına doğrudan bir kanıt sunmanın tek yoluydu. Pithecanthropus erectus'u yani,"Java Man"ı keşfetmesiyle dünya çapında ün kazandı. Dik yürüdüğü bariz olan ve daha küçük bir beyne sahip bu primat, Dubois’e göre kesinlikle aradığı kayıp halkaydı. Bu buluş, herkesi heyecanlandırmıştı. Jack London, bu romanı yazdıktan 102 yıl sonra diğer ara türlere ait bilimsel bulgular ortaya çıkacaktı. İkinci çığır açan buluş: ‘’Denisova İnsanı’’. DENISOVA İNSANI (ARA TÜRLER): 2008'de, Siberya'nın Altay Dağları'nda bulunan Denisova Mağarası'nda çalışan Rus arkeologlar tarafından keşfedilmiştir. İnsanların en güncel kuzeni olarak bilinen Neandertaller ile yapılan mrDNA kıyaslamaları sonucunda, iki türün birbirinden 1 milyon yıl kadar önce ayrıldığı, bir kolun Denisova İnsanı'na evrimleştiği, diğerinin ise Neandertalleri oluşturduğu keşfedilmiştir. Günümüzde Homo sapiens'in Avrupa'da Neandertaller ile birlikte yaşadığı kesin olarak bilinmektedir. Çekirdek DNA'sı üzerinde yapılan araştırmalar, Neandertaller ile Denisovalıların en yakın iki kuzen tür olduğunu kesin olarak göstermiş ve ortak atalarından ayrılma tarihlerini netleştirmiş, 640.000 yıl önce olduğunu göstermiştir. (Kaynak: evrimagaci.org) HERBERT SPENCER - C.DARWIN – THOMAS HUXLEY – H.G.WELLS: Jack London’ın bu yazdığı Prehistoric Fiction türündeki yeni edebiyat türünün doğmasına kaynaklık eden bilimsel ilhamın fikir insanları; C.Darwin, Herbert Spencer, T.Huxley, H.G.Wells olarak sıralanabilir. Bu bilim-insanları, yepyeni bir edebiyat türünün doğmasına vesile olmuşlardır. ’Prehistoric Fiction’’ – Taş Devri edebiyatı… Bu edebiyatın kurucu metinlerinden birisi ‘’Adem’den Önce’’ dir. Jack London’ın araştırmacı ruhu ve okuryazarlığı çalışkanlığıyla birleşince bu konuda epey bilgi dağarcığına sahip oldu. Bir kurgu dehası olan Jack London’un yazarlık yeteneğiyle birleşen bilimsel bilgi donanımı bu eseri ortaya çıkarmıştır. Jack London için ‘’Herbert Spencer’’ ismine özellikle odaklanmak gerekir. Lakin bir insan babasını bu kadar savunmaz denilecek cinsten bir sevgidir bu; HERBERT SPENCER KİMDİR? 1820 -1903 yılları arasında yaşayan Victoria Dönemi’nin ünlü İngiliz sosyoloğu, filozofu, düşünürüdür. Dönemine damgasını vurmuş ve geniş kitleleri derinden etkilemiştir. Akademik eğitim almamıştır. Alaylıdır. Bu özelliğiyle M.Eden (J.London) ın kendisi ile özdeşleştirerek Ona ilham vermiş olması da muhtemeldir. *Agnostizm’in güçlü savunucularındandır. Bu özelliği, ‘’Bilinmeyenler dışında Tanrı yoktur, Herbert Spencer da onun peygamberidir.’’ yakıştırmasına sebep olacaktır. *Agnostizm: İlahi veya doğaüstü varlıkların bilinemediğini, bilimsel olarak ispatlanamadığı ve gözlemlenemediğini, bu yüzden bilinemez olduğunu savunan felsefi fikir akımıdır. H.Spencer’ın, Darwin’in meşhur evrim teorisinden oldukça etkilendiği söylense de aslında Darwin’den önce bu fikirlerin temelini ‘’The Principles of Psychology (Psikolojinin İlkeleri)’’ adlı kitabıyla attığı bilinir. Bu kitaptan yaklaşık 7 sene sonra C.Darwin’in ‘’Türlerin Kökeni (1859)’’ kitabı çıkacaktır. Bugün evrim kuramını açıklarken kullanılan birçok terimi de ilk kez kullanan kişi, H.Spencer olmuştur. H.Spencer, Evrim’in herşey için geçerli olduğunu savunmuş - " Survival of the fittest (En iyinin hayatta kalması)" ifadesini Darwin’den önce telafuz etmiştir. Kast edilen, yalnızca biyoloji bilimi değil sosyo-ekonomik yapıya da uygulanmasıdır*(Sosyal-Darwinizm). ‘’İlk Prensipler’’ kitabında bu yönde bilgileri derlemiştir. *Sosyal Darwinizm: bireysel organizmalar arasındaki rekabetin çevreye en uygun olanın idame etmesi yoluyla biyolojik evrimsel değişikliğe neden olması gibi; bireyler, gruplar veya uluslar arasındaki rekabetin de insan topluluklarında sosyal evrime neden olduğu kuramıdır. Martin Eden, kendi doğal yetenekleri, zekası ile Spencer ve muadili filozoflardan edindiği bilgileri, kendi hayat tecrübesiyle (denizcilik, serserilik, çamaşırhane günleri…vs) harmanlayarak bir sentez ortaya koyar. Artık hayat algısı değişmiş, yeni bir hal almıştır. Hatta hızını alamayıp daha da ileri gitmiş ve özellikle Aristokrat Sınıfı ile giriştiği münakaşalarda doğal seleksiyonla evrimleşen evrensel boyutlu düşünce gücünü bu sınıftaki insanlara karşı kullanmaya başlayarak onlara karşı üstün gelmeye başlamıştır. Bu yönüyle neredeyse *‘’Doğal Seçilim’’ (Natural Selection) in timsali olmuştur. * Doğal seçilim; belirli bir türde dış çevreye uyum konusunda daha elverişli özelliklere sahip organizmaların, bu elverişli özelliklere sahip olmayan diğer bireylere göre yaşama ve üreme şanslarının daha yüksek olması ve bunun sonucu olarak genlerini yeni kuşaklara aktarabilmeleri yoluyla işleyen evrimsel mekanizma. M.Eden, kitleler önünde bunu şu şekilde açıklar: ‘’Varoluş mücadelesinde, güçlüler ve güçlülerin soyu hayatını sürdürme meyli gösterirken, zayıflar ve zayıflardan türeyen nesillerse ezilip yok olma eğilimindedir. Bunun sonucunda güçlüler ve güçlülerin soyu yaşamaya devam ederken, bu mücadele geçerli olduğu müddetçe yeni gelen her neslin gücü de artar. Gelişim budur. Ama siz köleler – kabul ediyorum, köle olmak kolay değil – siz köleler gelişim yasasının hükümsüz kaldığı, zayıfların ve güçsüzlerin yok olmadığı, bütün güçsüzlerin her gün yiyip içtiği ve aynı güçlüler gibi evlenip yeni kuşaklar ürettiği bir toplum hayal edersiniz. Peki bundan nasıl sonuç çıkar? Gelecek kuşakların güçleri artmaz, hayatları değer kazanmaz. Tersine kaybeder. Sizin o köle felsefenizin can düşmanı işte budur. Sizin köle toplumunuzun, köleler için köleler tarafından ve köleler vasıtasıyla zayıflatılması ve paramparça olması kaçınılmazdır, çünkü onu oluşturan hayat zayıflamakta ve parçalanmaktadır. Dikkat edin, biyolojiden bahsediyorum, duygusal ahlaktan değil. Hiçbir köle devleti sonsuza kadar yaşayamaz ve…’’. İşte, bu tam bir “Jack London Manifestosu”dur. JACK LONDON ÖN ÇALIŞMALARI VE ÖNGÖRÜSEL DEHASI: 1906 yılında yazılmış. Henüz o dönemde insan türleri tam olarak tespit edilmemiş, eldeki veriler oldukça kısıtlı, Neandertal türünün ismi bile telâfuz edilmiyorken Jack London kurgusal kitabında 100 çeşit insan türünden bahsetmiştir. Bu öngörüsü yüksek bir dehanın ürünüdür. Çalışkanlık, araştırma, farklı olaylar arsında bağlantı kurma ilişkilendirme muhakeme yeteneği sürekli bilgiye açlık hissi ile kendini geliştirmek, Jack London’ın karakterinde fazlaca yer edinmiş özelliklerdendir. Bir kütüphane kurdu olan Jack London, kitabı yazmadan önce evrim ile ilgili çok ciddi araştırmalar yapmış. Çalışkan karakteri gereği çokça araştırmış, irdelemiş, bolca akıl/alın teri dökmüştür. Bu roman, kurgusal olarak evrim konusu için iyi bir başlangıç kitabı olabilir. Lakin Jack London bu romanı için daha sonra kendi deyimiyle: ‘’Gelmiş geçmiş en ilkel öykü budur.’’ demiştir. BÜYÜK SORU VE FİNAL: İNSAN TÜRÜNÜN İLK SOYKIRIM ROMANI OLABİLİR Mİ? Bu soruyu cevaplamak için önce başka bir soruyu sormak gerekir; İnsan türü evrendeki yerini ve varlığını hak etmiş midir? Kendinden önceki türleri egemenliğine alıp onları eğiterek kendi seviyesine çıkarmak yerine bencil davranarak kendinden önceki zayıf türleri doğasının gereği olarak öldürmüştür. Homosapiens’in bu vahşeti karşısında öldürmek eylemi, biraz masum bile kaçabilir. Çünkü katliamvari bir soykırım ile kökünü kurutmuştur. Bu,insanoğlunun ilk soykırımıdır ve bu soykırım/katliamın o dönemden sonraki ilerleyen zamanlardan günümüze kadar çeşitli varyasyonlarıyla kalıtsal bir barbarlık olarak devam edecektir. Jack London’ın başka bir yazarlık dehasına işaret ediyor bu soykırım konusu. Homo Sapiens’in kendinden önceki zayıf türleri yok ettiği bu romanın yazıldığı dönemde bilinmemesine rağmen – ki bu bilgi çok sonraları ortaya çıkacaktır – Jack London’ın Kızılderililerle Alaska’da girdiği diyaloglarda öğrendiği Kızılderili katliamları hikayelerini dinlemesi, anayurtlarından zorla göç ettirilen bu mazlum ırkın acılarına şahit olması bu soykırım romanının bir ilham kaynağı parçalarından da olabilir. Lakin o dönemde (1860-1890) ABD’de devlet sistematik olarak Kızılderililere sistematik baskı uygulayarak yıldırma politikası izlemiştir. İlk soykırımın romanı olan bu eser maalesef günümüzde kalıtsal bir zincir halinde güncelliğini korumaktadır. İlerleyen yıllarda ateşin icadını kötü amaçla kullanan insanoğlu ile Atom Bombası kullanan insanoğlunun genetik yapısındaki barbarlık milyonlarca yıl geçse maalesef değişim göstermemiş. İnsanlık, zihinsel ve duygusal olarak gelişse de bu kalıtsal hastalığından kurtulamamıştır. Güncel teşhis olarak; ‘’Genetik İçindeki Tümörlü Hücre Metaztas Yapmıştır.’’ olarak da yorumlanabilir. Son olarak; Eserin özellikle ilk bölümlerindeki bakir doğa tasvirleri, hatta dahası canlıları kendi doğal yaşamında bıraktıklarında nasıl da mutlu huzurlu barış içinde yaşadıkları.. (savaş aletleri ve ateş bulunana kadar) tasvirleri çok canlı. Adeta bu satırları okurken ‘’Bir Jack London Ütopyası’’ gibi kafanızda saf, mutlu ve huzurlu bir hayatın tasviri canlanıyor. Keşke ateş ve savaş aletleri icat edilmese de aynı böyle kendi saf halleriyle yaşayıp gitseydi türler diye masum bir arzu geçiriyor içinden insan okurken. Eserdeki diğer iç gıdıklayan şeyler de insan türlerine ait bazı lakaplar. Biraz çizgi film kahramanları modunda ve elma şekeri kıvamında olmuş. Çok da yakışmış açıkçası. Lakaplarla Bazı Karakterler: - Çalçene (Üvey Babası) - Kocadiş (Kendisi) - Sarkıkkulak (Arkadaşı) - Kızılgöz (Despotizmin sembolü) - Tezcanlı (Kocadiş’in aşık olduğu türden bir canlı – Aşk duygusunun ilkel hali) Tabi burada çevirmenin başarılı dokunuşlarını teslim etmek gerekir. Gelelim çevirmenimize… ÇEVİRMEN FAKTÖRÜ: Çevirmenin kalibresinin ağırlığını romanda hissediyorsunuz. Öyle yüksek bir kalibrede çevirmen ki inceleme yazımda yazmazsam bir şey eksik kalacaktı. Çevirmen Levent Cinemre’ye bir unvan ithaf etmek gerekse herhalde ‘’JACK LONDON UZMANI’’ denilebilir. Sebebi de Jack London üzerine yetkin hale gelmiş, çok çalışkan bir çevirmenden bu romanı okuyacaksınız. Açık konuşmak gerekirse, Jack London kitaplarından çevirmen olarak Levent Cinemre’yi göremeyince bazen o kitabı almaya elim varmıyor. Levent Cinemre çevirilerini bir kez okuyan kişi, Jack London kitapları çevirilerinde Levent Cinemre aromasını arıyor. Yazarı ile çevirmeninin en çok uyuştuğu bir harmoni adeta. Jack London’ın kafasında kurguladığı dünyayı oldukça iyi anlamış/özümsemiş ve bu dünyayı okurun kafasına sokmak için ince eleyip sık dokumuş çok çalışkan bir çevirmen. ‘’Her yazar yarattığı dünyanın tanrısı, çevirmense onun peygamberidir.’’ ALINTILAR: ‘’Her içgüdü ırksal bir hatıradır.’’ ‘’Korkunun egemenliğinde yaşamamıza karşın Halk olarak çok gülerdik. Bir mizah anlayışımız vardı. Cümbüşümüz muazzamdı. Dizginlenmesi mümkün değildi. Yarım kalması söz konusu değildi. Bir şey komikse onu katıla katıla gülerek takdir ederdik ve en basit, kaba şeyler bile bize komik gelirdi. Gerçekten de çok gülerdik, bunu söyleyebilirim.’’ ‘’… kısa bir süre sonra neyin ne olduğunu görecek ve bunun, dünyada onlardan daha tehlikeli bir şeyin var olabileceğini aklıma bile getirmediğim Sarı’dan, Kılıçdiş’ten ve yılanlardan çok daha feci bir tehlike olduğunu öğrenecektim.’’ ‘’… ağaçlara ondan daha hızlı tırmanacağımıza kuşku yoktu. Bizi asla yakalayamazdı, orası kesindi. Ama elinde daha önce hiç görmediğim bir şey vardı: Ok ve Yay.’’ (Ateş İnsan’ın türdeşlerinden farklılaştıran ve güçlendiren faktör) ‘’Çok meraklıydık, kolayca neşelenir, binbir türlü muziplik ve kaba şaka yapardık. Tehlike hissettiğimiz veya kızgın olduğumuz zamanlar dışında ciddiyet nedir bilmezdik; böyle durumlarda kızgınlığımızı hemen, tehlikeyi de geçer geçmez unuturduk.’’ ‘’Kızılgöz, uzak atalarına çekmişti. Bizim sürümüzün en uyumsuz üyesiydi. Her birimizden daha ilkeldi. Aslında bizim aramızda yeri olmamasına rağmen, demek biz de henüz öylesine ilkel bir aşamadaydık ki bir türlü ortak çaba içine girip onu öldürmeyi veya içimizden atmayı başaramadık. Toplumsal örgütlenmemiz henüz çok kaba bir aşamasında olsa da, o bunun içinde bile barınamayacak ölçüde kabaydı. Yabani hareketleriyle hep sürümüzü yok etme eğilimindeydi. Gerçekten de bizden önceki bir türe ait olan Kızılgöz’ün yeri, insan olma yolunda ilerleyen bizim yanımızdan ziyade, Ağaç İnsanların yanı olmalıydı.’’ (Ateş İnsanı – Kızılgöz karakteri - Güncel Tespit) ‘’İşte, Kızılgöz buydu: Evrimde geri bir halka. Biz ağaçlardaki hayatımızı bırakarak yerde yaşamaya geçiş sürecindeydik. Kuşaklar boyunca bu değişim sürecinden geçmiştik, bedenlerimiz ve duruşumuz da benzer biçimde değişmişti. Oysa Kızılgöz, bize göre daha ilkel olan ağaçta yaşayanlar türüne geri dönmüştü. Bizim sürüde doğduğu için ister istemez aramızda kalmıştı ama aslında o geri bir halkaydı ve yeri de başka bir yerdi.’’ (Kızılgöz karakteri - Güncel Tespit) ‘’Artık kızmaya başlamıştım. Ben de kendimce asabi biriydim, her ne kadar köşeye sıkışmış bir fareninkinden farksız da olsa, benim de kendime göre bir cesaretim vardı.’’ ‘’İnsan bir rüya görürken, hatta rüyanın ortasında bile rüya görmekte olduğunun farkına varabilir ve eğer bir kâbussa, bunun sadece rüya olduğunu düşünerek kendini rahatlatabilir.’’ ‘’Onu hatırladığımda sanki içime bir açlık duygusu çöküyor, karnımı doyurduğumda bile bu duyguyu gitmek bilmiyordu.’’ (Aşkın İlkel Hali) ‘’Kimsesizdi. Yanında kimseyi görmedik. Bu dünyada ne kadardır tek başına yaşadığını bize anlatabilmesinin imkânı yoktu. Çaresiz çocukluğunun ilk dönemlerinden itibaren en güvenli şeyin kaçmak olduğunu öğrenmişti herhalde.’’ ( Tezcanlı Karakteri ) ‘’…bizim Halk kadar kıllı değillerdi. Kafaları büyük değildi, alınları geriye doğru eğiminin derecesi konusunda, aramızda az bir fark vardı.’’ (Antropolojik betimlemeler – Ateş İnsanları) ‘’Genel olarak bakıldığında, bizimle onlar arasındaki fark, bizimle Ağaç İnsanları arasındaki farktan daha azdı. Belli ki bu üç tür birbiriyle akrabaydı, hem de o kadar uzak olmayan akrabalardı.’’ ‘’Beyaz cücelere benzer halimizle kontrolden çıkmış alevlerin önünde dans ederken, biz de Ateş İnsanıyız diye düşünüyorduk.’’ ‘’Kızılgöz o kış, son karısını taciz ve sürekli dayakla öldürdü. Uzak atalarının zamanından ileri gidememiş, ilkel biri olduğunu söyleyip duruyorum ya, aslında bu olay daha da beterdi, çünkü daha seviyede olan hayvanlar bile dişilerine böyle kötü davranmaz, onları öldürmez. Bu açıdan baktığımda atalarının zamanından beri ilerleme kaydedememiş olmasına rağmen Kızılgöz’ü insanoğlunun habercisi olarak görüyorum çünkü sadece insan türünün erkeği dişisini öldürür.’’ ‘’Topluluk içgüdüsünün teşvikini, sanki ortak bir eylem yapacakmışız gibi bir araya gelmenin, işbirliğinin dürtüsünü hissetmiştik. Bu ortak eylem ihtiyacı belli belirsiz dürtüsünü hissetmiştik. Bu ortak eylem ihtiyacı belli belirsiz biçimlerde bizi etkiliyordu. Ama bir türlü başaramıyorduk, çünkü bu ihtiyacı ifade etmenin bir yolunu bulamıyorduk. Hep beraber harekete geçip Kızılgöz’ü yok etmedik çünkü bunun için gereken kelime dağarcığından yoksunduk.’’ (Organize Olmak İletişim Yeteneği) ‘’Carcar meclisleri, her şeyin bir neden sonuç ilişkisi içinde birbirini izlediğini anlatmatan ne kadar uzak olduğuzu mükemmelen ortaya koyuyordu. Ortak öfkenin ve işbirliği dürtüsünün bir araya getirdiği bizler, bu noktada, vahşi bir ritmin tutturulmasıyla her şeyi unutmuştuk. Sosyal ve girişkendik; şarkılar söyleyip güldüğümüz bu meclisler bizi tatmin ediyordu. Bazı açılardan carcar meclisleri, ilk insanın kabile meclisiyle günümüzün milli meclislerini, hatta uluslararası düzeydeki meclis ve kongreleri akla getiriyor. Ama Genç Dünya’nın halkı olan bizler henüz konuşmayı bilmiyorduk ve ne zaman bir araya gelsek kendimizi önce bir ses ve gürültü karmaşasına kaptırıyorduk; o karmaşadan içinde gelecekteki sanatın esaslarını barındıran bir ritim birliği doğuyordu. O ritim gelişmeye başlayan sanattı.‘’ (Carcar Meclisleri) ‘’Dönüp arkama baktım. Yalnız başına geride kalmış olan İlik Kemiği, ölümle eşitsiz bir yarışa girmiş, titrek adımlarıyla sessizce koşuyordu. Bazen düşer gibi oluyordu, hatta bir kere düştü ama artık arkasından ok atılmıyordu. O güçsüz haline rağmen gösterdiği büyük gayretle ayağa kalktı. Yaşı nedeniyle ağır hareket ediyordu ama ölmek istemiyordu.’’ (Ateş İnsanlarının Büyük Katliam Gerçekleştirdiği Saldırısından Bir Pasaj) ‘’Normalde Halk, yaşlanacak kadar uzun süre yaşayamazdı. Orta yaşlılar bile çok azdı aramızda. Şiddet, en sık rastlanan ölüm nedeniydi. Herkes benim babam gibi, Kırıkdiş gibi, kısa süre önce ölen Kılsız ve kız kardeşim gibi ölürdü bize: Beklenmedik ve acımasız bir biçimde, bütün güçleri ve yetenekleri yerindeyken, canları bedenlerindeyken, hayatları tüm hızıyla akarken, en yoğun dönemlerinde aramızdan ayrılırlardı. Eceliyle ölmek mi? O çağda şiddet sonucu ölmek, eceliyle ölmek demekti. “Halk arasında kimse yaşlılıktan ölmedi. Ben böyle bir vaka bilmiyorum. Benim kuşağımda bu şansa sahip olabilecek tek kişi olan İlik Kemiği bile yaşlılıktan ölmedi. Güç ve becerilerde yaşanan şiddetli bir dalgalanma, kazara veya geçici de olsa ciddi bir körelme, hızlı ölüm anlamına gelirdi. Kural olarak kimse kimsenin ölümüne tanık olmazdı.” Sürünün üyeleri öylece gözden kaybolurdu. Sabah mağaralarından ayrılır ve bir daha geri dönmezlerdi. Kayıplara karışır, yırtıcıların midesinde bulurlardı kendilerini.’’ (Vahşi Ecel) ‘’Konuşabildikleri için akıllarını daha etkin kullanabildikleri gibi birbirilerini anlayarak işbirliği de yapabiliyorlardı.’’ (İşbirliği – İletişim - Organizasyon yetenekleri) ‘’…bizim sürünün herhangi bir planı yokken onlar beli bir plan ve düzen içinde hareket ediyordu. Bizdeyse herkes kendi başına hareket ediyor, savaşını kendi başına veriyor ve dolayısıyla yaşamakta olduğumuz felaketin büyüklüğünü içimizden kimse tam olarak bilmiyordu.’’ (İşbirliği – İletişim - Organizasyon yetenekleri) ‘’Ateş İnsanları, ilkel dünyayı bize dar eden avcı hayvanların en korkuncuydu.’’ (Sapiens) ‘’Kendisine sıkı sıkıya bebeğini koruyacak şekilde onun üzerine kapanıp Ateş İnsanlarına yalvarırcasına sesler çıkarmaya, işaretler yapmaya başladı. Etrafına toplanıp ona güldüler; biz de Sarkıkkulak’la beraber yaşlı Ağaç İnsanına, böyle gülmüştük. Hatta biz nasıl onu sopalarla, dallarla dürttüysek, Ateş İnsanları da Kızılgöz’ün karısına aynı şeyi yaptılar. Yaylarının ucuyla dürttüler, kaburgalarını dürtüklediler.’’ (Her tür kendinden daha zayıf haldeki türü ezme içgüsüne sahiptir) ‘’… biz on kişi kadarız. Zayıflamışız, sefil haldeyiz, kemiklerimiz sayılacak kadar sıskayız. Ne şarkı, ne sohbet, ne kahkaha… Birbirimize el şakası da yapmıyoruz. Bir zamanlar havai, hayat dolu, canlı olan ruhlarımız boyun eğmiş. Ağlamaklı, sıkıntılı sesler çıkarıyor, birbirimize bakıyor ve sokuluyoruz. Sanki dünyanın sonu gelmiş, geriye kalan bir avuç insan birbirini bulmuş gibi.’’ (Ateş İnsanlarının Büyük Katliamı sonrası geride kalanlar) ‘’Kızılgöz çemberin ortasına oturdu. Bu satırları yazarken yüzü gözlerimin önünde; çatık kaşları ve alev alev gözleriyle etrafındaki çemberi oluşturan Ağaç İnsanlarına bakıyor. Bakarken de dev ayağını büküp budaklı başparmağıyla karnını kaşıyor. Kızılgöz işte, evrimin geri halkası.’’ (Ortak Kader)
Jack London
Jack London
Adem'den Önce
Adem'den Önce
Adem'den Önce
Adem'den ÖnceJack London · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 201918,6bin okunma
··
1.855 görüntüleme
Özgür Uçurtma okurunun profil resmi
Yine başarılı bir inceleme okuttuğun için teşekkür ediyorum. Her gün hap gibi, en az bir adet. ♥️
Özgür Uçurtma okurunun profil resmi
Bugün de buraya düştüm, Allah kurtarsın beni senin profilinden. İncelemeler bağımlılık yapıyor. Aylık abonelik moduna geçeceğim ben. İnsan türü evrendeki yerini ve varlığınu hak ediyor mu sahi? Dünyada var olan yaşam dokusunda, insanlar olarak diğer canlılara, çevreye ve kendi türümüzden farklı gördüğümüz insanlara karşı, adeta bir trajedi esintisiyle dokunuyoruz. Bu dramatik tabloda en çarpıcı sahne, soykırımın acı yumağında ortaya çıkıyor; üç tür arasında yaşanan bu trajik hikaye, sonunda sadece insanın hayatta kalmasıyla noktalanıyor. Bu gözlemlerden yola çıkarak, diğer türlerin kendi aralarında da benzer çatışmalara sürüklenerek, yaşamın karmaşık dokusuna zararlar bıraktığını sezebiliyoruz.
Engin Mavi okurunun profil resmi
1000K' da premium üyelik var da premium yorum neden yok? Olsaydı mavi yıldızlı premium yorumlar sizinkiler olurdu herhalde. Değerli vaktinizi ayırıp okumanıza mı yoksa yazmaya daha çok motive eden sözlerinize mi teşekkür etsem bilemedim. Çok teşekkür ederim
Özgür Uçurtma
Özgür Uçurtma
Aslında bu inceleme yazım, en eskilerden birisi. 1000K’da daha yeni yeni yazmaya başladığım ilk dönemlerden kalma. Aslında
Jack London
Jack London
‘ın
Âdem’den Önce
Âdem’den Önce
romanından aldığım lezzet sonrası yazma motivasyonum daha çok artmıştı. Mevzu bahis
Jack London
Jack London
olunca insanın motivasyonu tavan yapıyor.
Jack London
Jack London
‘ın en sevdiğim ikinci kitabı
Âdem’den Önce
Âdem’den Önce
. İnsan türünün ilk soykırım romanıdır ve ayrıca
Jack London
Jack London
‘ın Dünya Edebiyatı’na kazandırdığı yeni bir edebiyat türüdür: Prehistorya Edebiyatı (Taş Devri Edebiyatı) 3.kez bu kitabı tekrar okumayı o kadar çok istiyorum ki.
Martin Eden
Martin Eden
‘den sonraki favori kitabımdır:
Âdem’den Önce
Âdem’den Önce
İnsan türü evrendeki yerini ve varlığını hak etmiş midir? #206502513 Keşke Toplumsal evrim, insanı çileden çıkartacak şekilde yavaş yürüseydi buna da razıydık ama bırakın yavaş yürümeyi geriye doğru gidiyor maalesef. Beyaz ve Mavi Yakalı Homo Sapiens 2.0 , işi yüzüne gözüne bulaştırdı, her şeyi rezil etti.
3 sonraki yanıtı göster
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.