Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

O, dünyanın en pis kokan yerinde kokusuz olarak doğmuş olan, çöpün, çamurun, kokuşmanın içinden gelen, sevgisiz büyümüş, sıcak bir insan ruhu olmadan sırf inatçılığından ve iğrentisinin verdiği güçle yaşayan, ufak, kamburu çıkmış, topallayan, çirkin, herkesin sırt çevirdiği, içi ve dışı da mendebur Jean-Baptiste Grenouille kendini dünyaya sevdirmeyi başarmıştı. Sevdirmek de ne demek! Âşık olmuşlardı ona! Hayrandılar! Tapıyorlardı! Prometheus’a özgü bir işi başarmıştı. Öbür insanların isteyip istemedikleri bile sorulmadan beşiklerine konduğu halde bir tek kendisinden esirgenmiş tanrısal kıvılcımı, inadı ve eşsiz yeteneğiyle ele geçirmişti. Bununla da kalmıyordu. O kıvılcımı aslında kendisi, kendi içinde çaktırmıştı. Prometheus’tan da büyüktü. Kendisine öyle bir hale yaratmıştı ki, şimdiye kadar hiç kimsede olmadığı kadar parlak ve etkileyiciydi. Bunu da hiç kimseye borçlu değildi -ne bir babaya, ne bir anaya, hele gönlü yüce bir Tanrı’ya hiç mi hiç— yalnız kendisine borçluydu. O gerçekten kendi tanrıydı, hem de kiliselerde barınıp pis pis günnük kokan o Tanrı’dan çok daha görkemli. Önünde koca bir piskopos dize gelmiş, keyfinden kuyruk sallıyordu. Zenginler, güçlüler, mağrur baylar, bayanlar hayranlıklarından ölüyor, bu arada dört bir yanda halk, içlerinde kurbanlarının babaları, anneleri, kız, erkek kardeşleri onun adına âlemler yapıyordu. Ondan bir işaret gelse, hepsi Tanrılarından yüz çevirip ona, Büyük Grenouille’e tapınırdı.
·
100 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.