Sosyopat, cahil, alt sınıftan, kazandığı bahis parası sayesinde sonradan zengin olan ve annesiyle sorunlu bir kelebek koleksiyoncusu ve onun ilkel benliğini temsil eden mahzenine hapsettiği, üst sınıftan, babasıyla derdi olan, kimlik hezeyanında, eğitimli, sanatsever ve kibirli bir genç kızın her parametrede ayrı ayrı çatışmasından çıkan sonuçları '60'lı yılların patlama yaratan trendleriyle ele alan nefis bir gerilim romanı.
John Fowles, romanı her iki karakterin gözünden sırayla anlatırken Fred'in geçmiş zaman kipiyle ve Miranda'ya olan özlemini içeren kritik -ve romanın kalbi olan- cümlesiyle olayların bitiminde ne olacağını kestiriyorsunuz. Fowles size yukarıda saydığım özellikleriyle her iki karakteri ve bu karakterlerin benzerlerinin genel ruh halini kümülatif bir biçimde sunuyor. Olayın kendisi, ruhsal çözümlemenin gerisinde kalıp hikayeyi bir olgu romanına dönüştürüyor. Çoğunlukla Fred'in ilkel benliğinde yani mahzende geçen bölümleriyle Miranda bir hayal unsuruna bile donüşebilecekken onun günlüğüne sıra geldiğinde özellikle de babası yaşındaki G.P ile olan ilişkisi anlatıldığında hayalin Fred'in saf bakış açısından başka bir şey olmadığını anlıyorsunuz. Günlük kısmında biraz tempo düşse de yumuşama dönemi İngiliz toplumsal sınıflarıyla ilgili bugün de işimize yarayabilecek son derece yerinde ve vurucu tespitler bu zayıflığı bertaraf edebiliyor.
Fred'in koleksiyonunu yaptığı nesnenin ne olduğunu, Miranda'nın şehvetli canlılığıyla unutturan Fowles'ın finaldeki mini bölümde okura attığı acı gülümseme ise insana dair umutsuzluğu da gerçekçiliği de tattırıyor. Koleksiyoncu, harika bir ilk roman.