Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

90 syf.
·
Puan vermedi
·
6 günde okudu
Kitap, Arda Denkel'in Oxford Üniversitesi'ne teslim ettiği Doktora tezinden türetilen bir eserdir. İletişim üzerine yazılan bu eserde Denkel'in bir yakınması var, o da şu; tezini Türkçe'ye çevirirken çok fazla anlam ve kelime kaybı yaşadığını belirtmiş. Türk Dili'nin fakirleştirilmiş bir Dil olduğunu ve bizleri çok kısır bir söz öbeği içine hapsettiğini belirtiyor. Bu durumun düşünme açısından kavramsal fakirliğe yol açtığını, sebebi ise felsefe çevirilerinin ve özgün felsefe üretiminin az olmasına bağlıyor. Şuraya dikkat çekmek istiyorum; farklı dilleri bilme eksikliğimize değil, farklı dilleri kendi dilimize entegre edememe eksikliğinden yakınıyor. İçine sıkıştığımız yetersiz kavram döngüsü ile, diğer dillere nazaran oluşturabildiğimiz cümle kombinasyonları bizi sığ bir düşünce biçimi içine de sıkıştırıyor, genişleyemiyoruz. Farklı lisanlarla kelime alışverişi bir noktada zorunlu zaten ama bu sorunu yabancı dil bilme ile geçiştirenlerin aşırı Milliyetçi tutumları da gerçekten bir oksimoron. Burada yabancı dillerin algıyı katlamasını pejoratifleştirmiyorum, Türkçe'nin algımızı sınırlama sorunundan söz ediyorum. Kitap dört bölümden oluşuyor. Süregiden iletişimi ''çekirdek iletişim olayları'' dizisi diye adlandırıp bu başlıklar çerçevesinde iç dinamiklerine değiniyor; -İletişim ve Düşünce -Anlatma -Anlama -Uzlaşım " İLETİŞİM ve DÜŞÜNCEYİ" bu ikisi arasındaki bağı oluşturan, Dil'in işlevleri ile açıklıyor. Dilin iletişimdeki başat rolü kitap için de başat önem taşıyor. İnsan iletişimi iki cins araç aracılığıyla yerine getirilir: dilsel ve dil-dışı. Dil, iletişim aracı olarak daha doğrudan göze çarpanı olduğundan, bireyler arasındaki düşünce alışverişinin ana yolu olarak kabul edilmiş. Böyle bir kabule dayanarak da, ilgi genellikle dil üzerinde yoğunlaştırılmış. Oysa der Denkel, dil-dışı iletişim biçiminin birçok yönlerden en az dil kadar önemlidir. Bu alanda araştırmalar yapmış olan Argyle de " Dilin, dil-dışı iletişime önemli ölçüde bağımlı olup onunla girift bir biçimde iç içe girdiğini ve sözlerle anlatılamayan çok şey bulunduğunu'' belirtmiştir. Anlam kavramını açıklamaya yönelik olarak Grice ''doğal'' ve ''yapay'' anlamlar adını verdiği iki kavram arasında bir ayrım getirmiş ve Denkel bu ayrımlar üzerinde fazlaca durur. ''Yapay anlam'' kavramı, ''insan iletişimi'' diye adlandırdığımız olguyu belirler ve ''yapay anlam'' yalnız insan iletişiminde ortaya çıktığını belirtirler. ''Doğal anlam'' ise bunun dışında kalan iletişim biçimlerini (ki buna hayvan iletişimini de sokabiliriz) kapsar. Dolayısıyla doğal anlam ve yapay anlam ayrımı, insan iletişimini diğer iletişim biçimlerinden ayırma noktasında büyük önemlilik taşır. Düşünce çoğunlukla bir şey üzerinedir (hakkındadır) . Başka bir deyişle, düşüncede nesneler veya zihin içerikleri simgelenirler (temsil edilirler) . Düşünce çoğunlukla bir şeyler temsil edilerek yürütülür. Öyle ise, düşünce içeriği açısından ele alındığında sorulabilecek en temel sorulardan biri, ''düşüncede simgelenenler nasıl simgeleniyorlar (temsil ediliyorlar) ?'' Düşünce, üzerinde düşünüleni bilinçte simgeleyebilmek için araç gerektirir mi, yoksa saf, araç veya bu gibi dış katkılardan arınmış düşünce var mıdır? Daha basitçe soracak olursak, sessiz düşünme, simgeler, resimler, imgeler, ve (içten) sözcükler aracılığıyla mı yürütülür? Tam bu noktada Harman'ın "Düşünce Dili" tezini öne sürüyor. Burada işler sarpa sarıyor. Özet geçilebilecek izahta değil, mükerrer okumalar yapılması gerekiyor. "ANLATMA", bir edim olarak tanımlanabilir. Anlatma başarılı ya da başarısız olabilen bir şeydir. Anlatmanın başarıyla yerine getirilmesi, anlatmanın amacının yerine getirilmesi demek değildir. Bir kişi bir mesajı, kullandığı imler veya sözlerle başarıyla anlatmış olabilir; ancak ne denli başarılı olursa olsun, dinleyen birey onu anlamayabilir. Anlatmak anlaşılmayı garanti etmez der. İletişim ve anlatma için temel koşul düşünceyi dışa vurmak, yani herkesin görebileceği fiziksel bir edim aracılığı kullanmaktır. Bir şeyin söylendiği bağlam, ve daha geniş olarak, söylenimin içinde söylendiği fiziksel ve (iletişime katılan kişilere ait) zihinsel ortam, anlatma için ikinci gerekli koşul olduğunu belirtir. Tanımsal olarak, anlatmanın böyle bir ortam içinde yapılması zorunludur: bu ortama ''durum'' diyor. Grice'ın Anlatmaya dair düşüncelerini ifade ederek yaklaşımını daha güçlendirmeyi hedefler. Belirli bir durumda, söylenimin bir şey anlatmaya araç olabilmesi için, onu söyleyenin, dinleyen bireyde bu söylenim ile bir düşünce uyandırmak amacını gütmüş olması gerekir. Bu demek ki anlatmak, bir durumda, söyleyen bireyin, X gibi bir şeyi herhangi bir dinleyen bireyde r gibi bir düşünce meydana getirmek amacıyla söylemesi oluyor. Söylenimin böyle bir niyet veya amaçla söylenmiş olması, onu herhangi bir davranıştan ayırt eden özellik olmaktadır der. Söyleyen birey, söylediğini yalnız dinleyende bir düşünce uyandırmak amacıyla söylüyor olmayacak, aynı zamanda dinleyenin bu amacını fark etmesi amacını da taşıyacaktır. Sadece dili kullanıp sözcüklerle bir şeyler anlatıyor değiliz, farkında olmadan kullandığımız ifade biçimlerimiz de var. Toplum içindeki birey ilişkilerinin düzenlenişi, iç durumların (hisler, istekler) bildirilişi ve sergilenişi, ve düşünsel durumların dıştan yorumlanabilmesinde dil dışı imlemenin çok önemli bir yeri olduğunu vurgular. Bireylerin ' bir diğeri ile uzaklık ilişkileri, vücut hareketleri, ses tonu, konuşma hızı, dil dışı sesler, ve en önemlisi yüz ifadeleri ve bakışlar sayılabilir. Bilinçli olmadığımız halde, başkalarının dil dışı serimleme ve imlemeleri ne hiçbir durumda ilgisiz kalmıyoruz. Dinleyen birey her zaman karşısındakinin imlemelerine tepki gösterip, davranışlarını ona göre ayarlar ve davranışta bulunur. "ANLAMAYI" nitelendiren temel işleyiş, bir duyumsal veriden kavramsal ulama dinamik bir çıkarsama süreci olarak görür. Veriden belirli bir parçanın, bu parçanın uyduğu ulama sentezlenmesi, yani kabaca algılama, ulamların öğrenilmesi ve sentezlemenin, verinin zenginleştirilerek sürekli biçimde denetlenmesi gibi ön koşulları içermektedir. Algılamayı asıl nitelendiren, betimlemede verilen ''çıkarsama'' kavramı olduğunu söyler ve bunun felsefe açısından üç anlamı olduğunu söyler; mantıksal çıkarsama, yani çıkarımdır.Tümevarımı niteleyen işleyiş, yani tümevarımsal çıkarsamadır. Herhangi bir şeyden, bir durum veya olgudan bir düşüne geçiş olarak nitelenebilir. Algılamaya dair en açık ve anlaşılır tanımı "yoğunlaşma alanı" kavramıdır. Algılama, girdinin belirli bir alanı üzerine yoğunlaşarak yapılır. Tanım paragrafı şöyle " Eğer bu böyle olmasaydı, ve bütün görsel girdi (görüntü) bir kezde algılanma durumunda olsaydı, insan beyni bunu yerine getiremeyecek kadar küçük kalırdı, Nesnelerin tanınması, yani algılanması, ancak onların kendi dışındakilerden ayırt edilmelerinden sonra Üzerlerinde yoğunlaşılarak sağlanabilir. Girdinin belirli bir alanı (veri) böylece algılamaya içerik olabilir. Öte yandan, bir yoğunlaşma alanının seçilebilmesi için bazı ''yoğunlaşma öncesi'' süreçler gerekmektedir. Bunlarla, salt duyumun yani girdinin ilk ayrıştırması gerçekleştirilir. Yoğunlaşma öncesi işleyişler normal yaşantıdaki davranışların büyük bir çoğunluğunu, yarı otomatik bir biçimde yürütürler. Göz ve baş hareketleri bu türdendir ve yoğunlaşmayı (dikkati) yöneltirler. 'Günlük yaşantıdaki pek çok düşünsel eylem yoğunlaşma öncesidir" Anlama tanımı bitti mi peki? Hayır tabii ki. Bir de anlama sözcüğünün ''sürekli anlama'' ve ''oluşsal anlama'' diye ikiye ayırıyorlar. Bunlar iki kavram-öbeği olarak görülebilirler ama her birinin kapsamında birden çok öge- kavram bulunduğunu söyler. İki kavramı ayırt eden özellikleri şöyle sayıyor; Biri, belirli bir zamanda meydana gelen bir oluşu gösterirken (bir şeyin - bir tümcenin - anlaşıldığı anda meydana gelen) öbürü kişinin (bilinçli veya bilinçsiz olarak) içinde sürekli olarak bulunduğu bir zihinsel durumu gösterir. ''Sürekli anlama''nın bir başlangıcından söz edilebilir: bir sözcüğü anlama durumu onun anlamının öğrenilmesinden itibaren başlar. O andan başlayarak o sözcüğün sürekli olarak anlama durumunda kalınır. Yani derinliği değişen iki "anlıyorum" edimi söz konusu. Bir "Anlıyorum" derken zihnin daha yüzeysel katmanında yol alan anlama var, daha az bağlamdan destek alır, bir de "Annlıyorum" deyip zihnin daha derin katmanlarına gidip daha fazla bağlam ile giriftleşen algılama var. Evet, bu edimleri her salise gerçekleştiriyoruz. "UZLAŞIM" kavramını Lewis'in sözleri ile açıklar. Uzlaşım, bireyler ortak bir amaca yönelik davranışlara giriştiklerinde ortaya çıkıyor. Öyle bir koşullar bütünü düşünülsün ki, bir bireyin davranışı diğer bireylerin davranışına bağlı olsun ve bütün bireylerin çıkarları bir noktada kesişiyor, çakışıyor olsun der. Bu durumlara Lewis, düzenleştirme, uyumlama sorunu adını veriyor. Lewis'in savı, uzlaşımın belirli bir uyumlama sorunuyla yeniden karşılaşıldığında ortaya çıkabileceğidir. Eğer geçen kez yaptıklarının aynısını yinelerlerse, aynı çözümü elde edecekleri ilgili bireyler için bir ''ortak bilgi'' durumunda olacaktır. Yeterince benzer bir durumda aynı yöntem, aynı işlem uygulandığında aynı sonuç elde edilecektir. Öyle ise bireylerdeki ortak bilgi, aynı davranışta bulunmalarının nedeni olacak, ve uzlaşım olarak adlandırabileceğimiz bir davranış düzenliliğini doğuracaktır. D gibi bir işlemin P gibi bir soruna çözüm sağladığı ortak bilgisi kabaca şudur: her bir birey kendi yapmış olduğunun D davranışı olduğunu biliyor, ayrıca diğer bireylerin de bunu bildiğini biliyor, ve onların bunu bildiğini bildiklerini de biliyor, ve. .. sonsuza dek. Ön-uzlaşım ve Tam-uzlaşım ayrımları yaparak bunun da derinlik farklarını vurguluyorlar. Veya yoğunlaşma farkı da diyebiliriz. Ön-uzlaşım ussal bir temel gerektirmezken, tam- uzlaşımın gerektirdiği söylenebilir. Dolayısıyla, ''ortak bilgi'' ile temellendirilmiş bir açıklama fazla ussalcı görülürken, ''olgu-nedensel olarak temellendirilmiş alışkanlık'' da tam-uzlaşım için yetersiz kalmaktadır. Bize öyle bir ''ussal temel'' kavramı gerekmektedir ki, hem ifade edilebilmesi için bir dilin varlığını öngerek olarak almasın, hem de içinden türeyeceği ön- uzlaşım kavramıyla bağlılık göstersin. Bunlardan da uzlaşım dışı söylenimler türer. Kitabını John Locke'un 'İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme' adlı muhteşem eserindeki şu sözlerle bitiriyor "Düşünce, insanın kendine olduğu kadar başkalarına da zevk ve yarar sağlayabilecek çeşitliliğe sahip olmasına karşılık, kendi kendini açığa vuramaz. insanın içinde saklı ve başkalarınca gözlemlenemez olma özelliğini gösterir. Toplumun sağlayabileceği yarar ve rahatlıkları düşüncelerin iletişimi olmadan elde edemeyeceklerinden, insanların, bir araya gelerek düşünceleri meydana getiren görünmez kavramları başkalarına aracılıklarıyla bildirebilecekleri herkesce gözlemlenebilir anlamlı simgeler bulmaları zorunluydu'' Her şeyi birbirine bağlayan ve anlamlı kılan şey gerçekte olmayan o şeyler, yani kavramlar. Şeylere yakın ve uzak durunca şeylerin manası da değişiyor. Bu değişkenler varlık algımızı bile manipüle edebiliyorken, nasıl bir başkasına kendimizi aktarabiliriz ki? Anlaşılmak, Anlamak nasıl mümkün olabilir? Olamaz. Dilbilimi ile alakalı yazılar okudukça bir insanın diğer insanla asla ilişemeyeceğini öğreniyorsun, çünkü kendini aktaramıyorsun, namümkün. Bir başkasını da anlayamıyorsun. Yani kitap sonunda vardığım son nokta; Anlatma ve Anlamanın noksanlığı bizi zorunlu bir Anlaşmaya sürüklüyor. Üzerine düşünmeden uzlaşıyoruz her şeye. İletişim dediğimiz tam olarak bu oluyor sanırım; kendinden taviz vermek. Çok kapsamlı bir çalışma değil ama gayet doyurucu. İçindeki sorular için bile okunabilir, beyin orgazmı yaşatacak türden, ilgilisine duyurulur.
Anlaşma: Anlatma ve Anlama
Anlaşma: Anlatma ve AnlamaArda Denkel · Boğaziçi Üniversitesi Yayınları · 19814 okunma
·
149 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.