Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

" İstanbul halkı, hiç değilse, kendini kurtaranın bir resmini görmek istiyordu. Heyhat, bir yıl geçmeden onun ismi bile unutuldu. Daha sonra artık Çanakkale zaferinden hiç bahsedilmez oldu... " ..... İşte, bir şeyler mırıldanıyor. Milletin, bütün hayatî prensipler gibi, en canlı hikmetlerin kaynağı olan bağrından birtakım nidalar geliyor. Ne diyor? Bir rüya mı görüyor? En son haddine varan şu felâket sıtmasıyle mi sayıklıyor? Yoksa insanlığın ilk çağlarında olduğu gibi yeni bir efsane mi yaratıyor? Zira, bunun ağzında, Çanakkale harbi âdeta bir “İlyada" destanı şeklini almaya başladı. Bunun içinde şimdiden birçok hamasî menkıbeler [kahramanlık öyküleri], ruhu bir deniz gibi coşturan dinamizmasıyla birbirini takip etmekte ve muhayyilemizde, keskin profili, otuz ikilik topların fâsılalı ateşinde parlayıp sönen, sönüp parlayan bir genç kahramanın yalın endamı çizgilenmekte idi. Bu kahraman, bu genç kumandan -gene halkın söylediğine göre- yanında bir avuç süngülü askerle, yerden, gökten, denizden kopan sürekli bir gülle, kurşun ve şarapnel sağanağının ortasında durmadan ileriye doğru atılıyor ve kollarıyle kızgın boyunlarından yakalayıp denize yuvarlıyacakmış gibi düşmanın sıra sıra topları üstüne saldırıyordu. Bu insan, ateşte yanmıyordu. Vücuduna kurşun işlemiyordu ve zırhların attığı gülleler başının üstünden munisleşmiş yırtıcı kuşlar gibi geçip gidiyordu. Kimdi bu acayip adam? Nereden peydah olmuştu? Adını hiçbir gazetede, hiçbir resmî tebliğde görmedik, okumadık. Fakat, halk onun adını da biliyordu: Mustafa Kemal! diyordu. Bir paşa mı? Bir miralay mı? Kimi bir paşa, kimi bir miralay olduğunu söylüyor. Zaten rütbesinin ne hükmü vardı? Böyle adama rütbe ne ilâve edebilirdi? İşte, onun ismini, halkın arasında, atmosferinin böyle bir efsane içinden, ilk defa böyle işittimdi. Fakat, ona, henüz "beklediğimiz millî kahraman işte budur!" diyemiyordum. O, Türk ordusuna yüz elli, belki iki yüz seneden beri mahrum olduğu bir "zafer"in gururunu ve Türk milletine bunun şevkini vermişti. O, yüz elli yıldan beri, bütün Osmanlı devletini korkudan titretmek için Şimal Denizindeki adasının üstünden Saray ve Babıâli'ye ufak bir tehdit işareti yapması kâfi gelen bir imparatorluğun -bütün manasıyle emperyal- ordusunu bir avuç çarıklı Anadolu çocuğu ile tepeleyivermişti. Beş kıtanın askerleri bu ordunun içindeydi ve buna diğer bir imparatorluğun kuvvetleri de yardım ediyordu. Boğaz boyunca aylardan beri, her bir tanesi “Niebelungen”deki ejder gibi ateş kusup duran sıra sıra “drednot"ların çelikten kale duvarı da bir an içinde eriyip gitmiş, "hak ile yeksan [yerle bir]" olmuştu. Birtakım yüz yıllık havan topları, birtakım perakende sahra bataryalarıyle başladığını bildiğimiz bu müdafaanın böyle katî bir zaferle nihayet buluşunda, halk muhayyilesinin masal kabiliyetini geçen bir şey, bir mucize mahiyeti vardı. Fakat, ne yazık ki, İstanbul’un fethinden Viyana muhasarasından beri Osmanlı ve saltanatının bütün harp tarihinin, belki bu kadar mühimmini kaydetmediği bir askerî muvaffakiyeti bize izah edecek tek bir söz söylenmiyor, tek bir satır yazılmıyordu. Bir sabah, gazetelerde çıkan bir resmî tebliğ bize, "düşmanın sisten bilistifade" topraklarımızdan çekilip gittiğini bildirmekle iktifa etmişti. İstanbul halkı, hiç değilse, kendini kurtaranın bir resmini görmek istiyordu. Heyhat, bir yıl geçmeden onun ismi bile unutuldu. Daha sonra artık Çanakkale zaferinden hiç bahsedilmez oldu... Mütareke devrinde ise, buna dair, yanık bir halk türküsünün şu nakaratından başka bir şey kalmamıştı: Vah gençliğim... Eyvah!
·
167 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.