Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

ŞAHİNGDRAY VE TATARLAR Fatih Sultan Mehmed'e el veren, O'nun Bizans'ı merkezleştirerek kurduğu yeni Dmparatorluk binasının sutunîan arasına giren, Moskof'u haraca bağlayan ve tâ Avcı Sultan Mehmed zamanına kadar sadakatle Osmanlılık tfiBrinde çalışan Kınm girayları ve tatarları, ilk fiyaskoyu Viyana bozgununda yerdiler. Kara Mustafa Paşa'nın ordusunda, kokmuş ve çürümüş Yeniçeriye taş çıkarttılar, talandan başka bir şey düşünmediler, en nazik noktalarda savaşa seyirci kaldılar, Hanlarına kendilerinden acı acı şikâyet ettirdiler, nihayet Osmanlı bün-yesiyle at başı beraber, tereddi ede ede Üçüncü Mustafa devrine kadar geldiler; bu devirde de, eski tabiriyle «din-ü devlet»e kıyar oldular. Rus casuslarının Kırım'da sistemli çalışmaları ve «hürriyet, istiklâl» öksesiyle halkı avlamaları, mahsulünü bu devrede verdi. Tatarlar Kırım Seraskeri Dbrahim Paşa'ya dirsek çevirip ordu ulaştırma işleri için vermekte 154 oldukları arabaları esirgemeye ve «bize Osmanlı askerinin lüzumu yoktur!» demeye başladılar. Ahmed Cevdet Paşa: «— Çünkü Tatarlar Rusya ile olan mukavele-i hafiyeleri (gizli anlaşmalarını) izhar edemediklerinden, fakat orduca lâzımgelen muavenetten mücanebet (yardımdan kaçınmak) ve ellerinden geldiği kadar ordunun bozulmasına gayret ederlerdi. Ve ordu maiyetinde bulunan Tatar askeri dahi kavga etmeyerek mârekede sabit-kadem (harpte yerinden kımıldamaz) olup da kavga eden yalnız Osmanlı askeri olup...» Türk ordusunun her zaferinde Osmanlı, bozgununda da Moskof tarafına kaymayı âdet edinen Tatarlar nihayet Büyük Bozgun zamanı maskelerini düşürüverdi-ler ve açıkça Moskof'u tuttular. Osmanlı Seraskeri, Rusların (Or) kalesine yüklendiğini öğrenince, hemen zor-belâ tedariklediği nakil vasıtasiyle ve zaif kuvvetlerle o tarafa yürümüş, Kırım Hanı da hilekâr mirzaların «Osmanlıdan hayr yok; bari biz kendi başımıza davranalım!» teşvikine kapılıp (Or) kalesine gitmiş; ve Tatarlar bir taraftan onu karşılarken öbür taraftan kapıları açarak Moskof'u içeriye almışlar, Kırım Hanı kaçmış kuledeki asker kılıçtan geçirilmiş ve (Or) kalesi düşmüştür. (Or) kalesi ihanetine kurban giden Selimgiray solu- _ğu istanbul'da alıyor, yerine Dkinci Sahipgiray geçiyor; o da Kalgaylığa kardeşi hain Şahingiray'ı geçiriyor; Şa- hingiray, peşinde bir sürü Tatar askeri, Kırım'a gelip Osmanlı Seraskerine şu teklifte bulunuyor: — Rusya ile anlaşmamız var! Osmanlı askeri hemen Kırım'dan çekilmelidir. Çekilmeyecek olursa ordusu yağma ve esir edilecektir! Ayak direyen bedbaht Serasker, askerleri kayıklara 155 binip kaçarken esir düşmüş ve Şahingiray tarafından, efendisi Moskof'a hediye olarak Petersburg'a gönderilmiştir. Şahingiray, kardeşi Kırım Hanı tarafından anlaşma şartlarım müzakere etmek üzere 50 60 mirza ile Petersburg'a gönderiliyor; orada, Osmanlılarla sulh yapılacak olursa Kırım'ın Rusya'ya bağlı olması için bir teahhüt senedi yapılıyor, mirzaların hep birden bu senedi imzalamaları isteniyor, fakat Şahingiray'dan başka kimse imza atmaya cesaret edemiyor. Nihayet haini Rus Payitahtında bırakıp Kırım'a dö-. nüyorlar. Şahingiray da, Petersburg'da bir hayli zevk ve safa sürdükten ve Rus yüksek sosyetesinde. îslâm ve Türk haini sifatiyle itibar gördükten sonra Kırım'a doğru yola çıkıyor, ama, korkusundan içeriye giremiyor, kardeşi Sahipgiray'ı bile göremiyor ve bir zaman sonra Rus Çarlarının sayfiyesi Yalta'da yan gelip oturmaya başlıyor. Neticeyi Kurat'ın eserinden alabiliriz : «Barış hükümlerine uygun olarak Han seçilen Dev Ietgiray Türkler tarafından desteklendiğinden, Ruslarca makbul sayılmadı. Bu defa Ruslar Şahingiray'ın şahsında kendileri için elverişli bir namzet buldular ve türlü entrikalar ve zor kullanarak kendisini Kınm tahtına geçirdiler, Babıâli ise Şahingiray'ın Hanlığını tanımadı ve bu yüzden Kırım'da ikilik başladı. Ruslar da karışıklıkları bastırmak üzere asker yolladılar. Rus baskısı altında Şahingiray tahtından feragat etti ve II. Katerina da bir (Manifesto) ile Kırım'ın Rusya'ya katıldığını bildirdi. 1873 yılı sonları ve 1874 yılı başlarında cereyan eden bu olaylarla Kınm ülkesi tamamiyle Türkiye'nin elinden çıktı.» Sonunda Kınm lokmasını Moskofa yutturup Han-156 lığını da kaybeden ve Rus parasiyle sefil hayatını sürdürmeye memur bulunan Şahingiray, tarihimizde nice emsali olduğu üzere öz kökünü inkâr etme ve teftişsiz ve murakabesiz Batı hayranlığı tuzağına düşme Plâketinin (tipik) bir ifadesidir; ve Tatarları Ruslaştırma yolunda, kılıklarından ruhlarına kadar bütün Müslümanlık izlerini silmeye savaşmakla Tanzimat sonrası sahtelerin ilk habercilerinden biri mevkiindedir. tik defa Batılı kılığına 'bürünen, alafrangalığa özenen, Tatarları da aynı yola sürmek isteyen, açıkta içki içen, Evkafı kökünden kaldırmaya yeltenen, göğsünde Katerina'nın haçlı nişanını taşıyan maymun adam... Artık yol haç'a doğrudur. GREK PROJESD VE ÖTESD tkinci veya Büyük Katerina artık ihtiyarlamış ve 58 yaşına basmıştır. Ölümüne daha 9 yıl vardır ve bu müddet cnun doymak bilmez ihtiraslarına yeni sahalar araması için yeterlidir. Zaten onun için yeni saha diye bir şey düşünülemez. Saha tektir: Türk'ü ve Türklüğü, bütün zaman ve mekaniyle ortadan kaldırma aksiyonunun yeni istikametleri... Küçük Kaynarca onu doyuramamış, sadece iştahını açmıştır. Katerina 1774'den (Küçük Kaynarca Muahedesi) nden teri, Osmanlı Dmparatorluğunu devamlı Moskof itişkakışlarına hedef tutmuş, 1779'da Kaynarca Muahedesinin yorumlanması ve yeniden sınırlanması isteğiyle «Aynalı kavak tenkihnamesi» adı altında bir müzakere kapısı açıp kendisine yeni cevelan ufukları sağlamış; 1783'de Kafkasların cenubuna sarkan, Kazbek ve Kobi dağlan arasından geçen, her tarafı tahkimli büyük 157 bir Roma yolu açtırmış, yol üzerinde (Vlâdikovkoz -Kafkaslara hâkim ol!) isimli büyük bir üs kurdurmuş ve aynı yıl bir ferman yayınlayarak Gürcistan'ı Rus himayesi altına aldığını ilân etmiştir. Dngiltere, Amerika istiklâl savaşlariyle uğraştığı, Fransa Büyük Dhtilâle doğru iç bunalımlar çektiği için ortada, Avusturya'dan başka hesaba katacağı kimse yoktur. Elde de Birinci Katerina zamanından kalma «Doğu sisteminin büyük plânı» adlı bir tasan vardır. Kurat'dan : «Osmanlı Dmparatorluğunu yıkmaya matuf bir tasarı hazırlanmıştı. (Grek projesi) ni de ihtiva eden bu tasanda Türklerin Avrupa'dan kovulmaları ve istanbul merkez olmak üzere, bir Rus Prensinin idaresinde bir (Grek Devleti) nin kurulması düşünülmekte idi. tşte bu maksadladır ki, II. Katerina'nın Nisan 1779'da doğan ikinci torununa, Dstanbul'un kurucusu Bizans Dmparatoru Konstantin'in adı verilmiş ve birçok Rum dadısı Saraya alınmıştı. Aynı zamanda Petersburg'da Rum gençleri için bir askeri mektep açılmış ve tasarlanan (Grek Devleti) için Rus subayları yetiştirme hazırlıklarına girişmişti. II. Katerina, Dstanbul'un Ruslar tarafından zaptının bir hatırası olmak üzere bir madalya dahi darbettirmek suretiyle bu tasarıyı ciddiye aldığını göstermek istemişti. Balkanların doğu kısımları ve Ege denizindeki adalar Ue Boğazları içine alacak olan böyle bir (Grek Devleti) tabiatıyle ancak Osmanlı tmparatoriuğu'nun yıkılması ne mümkün olacaktı. Bir de Eflâk Buğdan ülkelerinden ayn bir (Daçya Devleti) de kurulacaktı; bunun başına Prens Potemkin geçirilecekti. Bu geniş plânların gerçekleştirilmesi, tıpkı Lehistan'ın taksiminde olduğu gibi, Avusturya Oe anlaşmaya bağlı olduğu sanılmıştı. 19» Nitekim bu (Grek Projesi) Ekim 1782 tarihinde Viyana Sarayına bildirildi. Nemçe Çasan, II. Kalerina'nın b« plânına esas itibariyle karşı gelmemekle beraber, Avusturya için Balkanlarda ve Tuna boyunda genişçe bir saha istedi.» Anlaştılar ve şu 4 madde üzerinde birlik oldular: «Eflâk, Buğdan, Basarabya'dan mürekkep Dinyes-ter ve Tuna nehirleri arasında Rusya'ya bağlı bir Hris-tiyan hükümeti (Daçya Dmparatorluğu) kurulacak... Dstanbul'da Bizan imparatorluğu ihya edilerek bu hükümetin tahtına Katerina'nın torunu Konstantin için Buğ ve Dinyester nehirleri arasındaki arazi ile Ege adaları Rusya'nın olacak... Şayet bu projeye muhalif durum alırlarsa, Fransa'ya Mısır ve Suriye, Prusya'ya Torn ve Danzig verilecek... tşte bu anlaşma üzerine «Şahingiray» bahsinde kısaca dokunduğumuz gibi, ihtiâl bahanesiyle, güya müstakil Kınm Rusların zaptına geçti ve cenup Kafkaslara yol açıldı. ingilizler, Amerikalılarla uğraşmalarına rağmen Hindistan'ın yanı başında ejderleşmeye doğru giden Büyük Rusya'dan gocunmaya başladılar ve Türk donanmasının Çeşme'de başına gelenleri bizzat desteklemiş oldukları halde, bu defa, Prusya ve Hollanda ile el ele, Bâbıa-liyi, bütün bu olanlara sükûtla mukabele etmekten gayrı bir şey yapamayan Büyük Kapı'yı tokmaklayarak yeni bir Türk-Rus savaşına kışkırttılar... Sene 1787... Tahtta, Üçüncü Mustafa'dan belki daha talihsiz, Birinci Abdülhamîd... Rusya'ya harp Uânı ve Rus Sefirinin Yedikule'ye hapsi. Katerina'nın ekmeğine sürülen tereyağ ve bal... Defter üzerindeki 400 bin Yeniçeriden ancak 20 bini meydanda... Harbi biz ve yalnız Rusya'ya karşı ilân ettiğimiz hal- 159 de, bu defa Avusturya, bizzat kendisi harp açarak işin içinde... Dayanağı da şu : «— Avrupa'yı barbar Türklerden kurtarmak için harbe giriyorum!» Halûk F. Gürsel'den : «Bu savaşta Rusların hedefi Hotin, Bender, Özi kaleleri ile Tuna'ya kadar Buğdan, Avusturyalıların hedefleri ise Adriyatik Denizi ile Hotin arasındaki sahada Türklere engel olmaktı. Türkler ise Kırım'ı kurtarmak ümidindeydiler. Savaşa başlarken Dsveç ile de bir askeri ittifak yapan Osmanlı Devleti, başlangıçta bazı mevzii zaferler kazanmasına, rağmen savaşı kaybetti. Özi kalesi düşüp burada katliam yapılınca padişah I. Abdülhamîd teessüründen vefat etti. Yerine Üçüncü Selim geçti Bundan sonra, Ruslar ilerliyerek Fokşani'de büyük bir zafer kazandılar. Tuna üzerindeki Dsmail kalesi de alınınca duruın tamamen Rusların lehine dönmüştü. 1791de Avusturya gerek harpten yorulmuş olması ve gerekse Polonya ve Prusya'nın kendisine karşı ittifak yapması üzerine Ziştovi anlaşmasını imzahyarak savaştan çekildi. Bu anlaşma ile Bosna'dan biraz arazi ve Yeni Orsova'yı kazanmıştı. Prusya ve diğer devletlerin de araya girmesi ile 1792de de Ruslarla Yaş anlaşması imzalandı.» Neticede : özi kalesi ile Buğ ve Dinyester nehirleri arasındaki arazi Rusya'ya bırakıldı. Eflâk - Buğdan beyliklerinin imtiyazları tasdik edildi. Türkiye Gürcistan üzerindeki haklarından vazgeçti. Rus ticaret gemilerinin garp ocakları tecavüzlerinden korunması teminatı verüdi. 160 Neticesinin neticesinde: Artık Türk'ün Moskof yumruğuna karşı mahcup, mahkûm ve makhur bir devreye girmiş, olduğu ve hiçbir silkinişe mecali kalmadığı resmen tasdik edilmiş oldu. BDRDNCD ABDÜLHAMÎD Evvelce temas etmiş olduğumuz gibi, Türk'ün Rus yumruğuna karşı devamlı bozgun durumuna geçtiği devrenin başında, hepsi de nefs ve hevalarına düşkün vazir-lere rağmen dâvanın acısını derinden duyan, hayatlariy-le ödeyen ve ellerinden hiçbir şey gelmeyen iki padişah vardır: Üçüncü Mustafa ile Birinci Abdülhamîd... Bunlardan Birinci Abdülhamîd, selefine nispetle başı Moskof satm altında ve bir darbede uçurulmuş gibi, son derece açık ve acıklı ve bu bakımdan üstün bir misal belirtir. Ateşi körüklemekte hiçbir suçu olmadı&ı halde, henüz teslim aldığı Osmanlı tahtının son felâketlerinden biri olarak Moskof'u Ayastefanos (Yeşilköy) önlerinde görmenin talihsizi Dkinci Abdülhamîd. bazı noktalarda Birinciye sadık bir ayna teşkil eder. Adaşlıkla beraber, Allaha bağlılık bakımından çönülda3Dık benzerliği... Fakat nerede îkinci Abdülhamîd'in büyük dirayet ve siyaseti, nerede büyük babasının babasmdaki, sadece temiz ve safdil olmaktan ibaret ve hadiselere seyirci, küçük şahsiyeti?.. Artık zehirli yemişini vermekte pıtrak bir ağaç haline gelen, Baltacı’nın Petro'yu salıverme suçu, Üçüncü Mustafa ve Birinci Abdülhamîd devirlerinde en kanlı eserini verirken, sonuncusunda ve fert çerçevesinde, yürek dayanmaz bir (dram) levhası çizmiştir. Şehzade Sultan Mahmud'un çukadan Şehri ismail Efendi, bu dramı şöyle anlatıyor: — Dslâm askerlerinin devamlı bozgununa dair ha-ı berler Serdar-ı Ekrem tarafından yazıldıkça rahmetli Hakanın bünyesinde bu yüzden doğan rahatsızlık derinleşmiş ve nihayet Padişah ayakta duramaz hale gelmişti. Bu hal 1203 senesi Recep ayının başlarında iyice belirli olmuş ve orada «Surre-i Hümayun»un (her sene Hicaza gönderilen Surre alayı) yola çıkarılma zamanı gelmişti. Hünkâr, hastalıkları dolayısiyle Surrenin yola çıkmasında acele ettiler ve «bu sene teberrük olarak bir gün önce yola çıkaralım!» buyurdular. Recebin onuncu günü Surrenin yola çıkarılması kararlaştırıldı ve o gün Padişah Hazretleri dîvan yerine Kub-bealtına vücutlariyle şeref verdiler ve Surreyi aceleyle Surre Emine teslim edip beraberlerinde bulunan Şehzade Mahmud Efendimizi alıp «Hırka-i Saadet» dairesi yakınındaki Sünnet odasına götürdük. Şehzadeler çocukluk oyunlariyle meşgul olurken Sultan Abdülhamîd Han önce Sarık odasına gelip Şehzade Mustafa'yı bağrına taşarak gözyaşlariyle dua ettikten sor.ra Sünnet odasına geldiler ve Şehzade Mahmud'u bir kenara çektiler ve ağlaya ağlaya buyurdular: «Oğlum Mahmud, seni Mevlâya emanet ettim; Allah yardımcın olsun ve iki cihanda yüzün kara olmasın!» Ve gözyaşları yanaklarından akarken dışarıya çıkıp, kahveci ve Berberbaşı koltuklarına girmiş olarak, kendi kendilerine harekete mecalsiz, gayet ağır adımlarla, çamaşırlık binasına bakan köşke uzandılar. Henüz sedire oturup birkaç nefes alacak kadar saman geçmeden, karakulak Ağa, Ser- dar-ı Ekrem Koca Yusuf Paşa'dan gelen bir nâmeyi alıp özi Kalesinin düşman eline geçişini anlatan noktaya geMace yakıcı bir ah çektiler ve çarpılıp kaldılar. Sultana şiddetli bir nünü (inme) isabet etmişti. Hekim- 162 beşi koşarak geldi ve Padişahın nabzını tutup şöyle demekten başka çare bulamadı: «Efendim, Allaha emanet, bir şeyiniz yok! Nezleniz bir parça harekete gelmiş, o kadar!..» Nüzulü nezle ile tevil etmek isteyen bu teselli lâflarına karşı, Padişah Hazretleri melûl melûl Hekimbaşı Hasan Efendi'nin yüzüne bakıp buyurdu: «Hasan Efendi, bu son hizmetindir, iyice bak! Efendini elinden aldırdın!» Bu söz üzerine Hasan Efendi göz yaşlarım zaptedemeyerek huzurdan çıktı ve Başçukadar Ağa'ya «ümitsiz!» cevabını verdi. Gerçekten. Sultan Abdülhamîd Han, sabaha karşı mübarek ruhunu teslim etti. Şu anlatış, Birinci Abdülhamîd'in özi Kalesine ait kötü haber mızrağiyle ta kalbinden vurulup bir gece içinde nasıl gittiğini canlandırmaya yeter; ve Müslümanların Halifesi ve Türklerin Padişahını uzaktan vurucu Moskof'a karşı Müslümanlık ve Türklük hıncını kıyametedek sürdürmeye kâfi gelir. 66 yıl ömür süren ve 16 yıl tahtta kalan Birinci Abdülhamîd, bu 16 yıl içinde kendisini her gün biraz daha iğneleyici Moskof derdine karşı, oğlu Mahmud'un Yeniçeriyi kahretmekte gösterdiği hayatiyeti, Ordu ve idare düzelticiliğinde gösterseydi, işler bambaşka bir mecraya girebilirdi. Ne çare ki, o, pamuk gibi temiz ve yumuşak bir mizaç taşıyordu, bu bakımdan kayaların sivri tepelerine kasma indirerek onları yerle bir edemezdi, olsa olsa kendisini yiyip bitirebilirdi; nitekim öyle oldu ve Pamuk Padişah, pamuk gibi yanıp kül oldu ve gitti. HÂLDMDZ, ORDUMUZ Bütün bu haleri başımıza getiren saiklerin başında I8S ordu ve yeniçeri meselesi vardır. Bu belâya karşı ne düşünüyoruz, onu Dçinden ıslah veya kökünden kaldırmak ve yerine tam bir iman ve ahlâk dayanağı üzerinde, maddî ve manevi şartları mükemmel bir ordu kurmak için hangi hesaplar peşinde geziyoruz? Kanuni'-nin hemen arkasından cevabını bulması gereken bu hayatî sual, işte iki asırdan beri cevapsızdır. Cevapsız olmak şöyle dursun, cevabını aramak ve mutlaka bulmak ihtiyacını her ân arttırdığı halde artık büsbütün çaresizliğe düşmüş olmanın buhranı içindedir. Birinci Abdülhamîd'in «Allah seni iki cihanda yüzü kara etmesin!» diye dua ettiği oğlu Dkinci Mahmud'a kaiar yeniçeri, yan bakılamaz ve el sürülemez bir (tabu) mahiyetini muhafaza edec2ktir. Dünyanın ilk muvazzaf ve mükemmel askeri teşkilâtını belirten yeniçeri, ilk ve müstesna ruhunu zaman ve mekâna tatbik ederek aynı heybet vs hâkimiyeti devam ettireceği yerde, o ruhu tersine çevirmiş, büyük idealinden kopmuş, biribiriyle ilişiksiz, biribiii-ne bağlı 10 kişi karşısında tabanım yağlayıcı 100 kişi halinde, iflâsların en feciine düşmüştür. Hal böyieyksn Peygamber Sancağını At veya Et Meydanına dikip «ey-müslumanlar Şeriati savunma maskesi aitında 5«riata hiyanetten başka davranışı kalmayan bu katilier, çiniler, çapulcular, kaçaklar, ırz düşmanları, vatan hainleri sürüsünü, ya kökünden temizleyip yenisini getirelim, yahut ocaklarına girip cnîara eski ruhlarım iade --edelim!» diye bağıracak bir hamiyet örneğinden ortada eser yoktur. Hal o kadar dokunaklı, öyle acmdın-cıdır ki, şu mısra ile belirtilebilir: Kâfir ağlar bizim ahval! perişanımıza Nihayet, Türk'e dost görünmek, fakat her halde onu bu kadar acze batmış görmemek isteyen Fransa'nın 164 dikkatini çekmiş ve Fransa Kralı tarafından Türk ordusunun yenileştirilmesi ve yepyeni bir teşkilâta erdirilmesi için Dstanbul'a bir teklif gönderilmiştir. Teklifi gönderen, Kralın akrabasından ve itibarlı Fransız kumandanlarından (Dük dö Monmoransi), getiren "de onun başkâtibi... Teklifte deniliyor ki: „— Düşmanlarınızın Türk vatanına taarruz ve tecavüzleri, askerlerinizin harp fennine uzak kalmasından doğmaktadır. Hasımlarınıza karşı koymak için yeni bir aske^r icad etmedikçe ve harp tekniğinden esas olan bilgileri benimsemedikçe, Devlet-i Aliyye, düşmanlarına cevap vermekten âcü kalacaktır. Fransa devletinin öteden beri devletimize karşı beslediği ihlâs ve muhabbet dolayısiyle Ger.eral (Dük dö Monmoransi)ye, size bir miktar yetişkin asker göndermesi ve askeri harp sanayiini memleketinizde kurdurması için her türîü izin ve selâhiyet verilmiştir.» Fransa, ister samimî, ister içten hesaplı, hangi niyeti beslemiş olursa olsun, bu teklifiyle bize büyük bir fırsat hazırlamış olmuyor muydu? Sen bu fırsatı, gizli r.iyet tarafına kadar anlayışlı ve tedbirli clarak kullan da, ena hiçbir şey kaptırmadan marifetini elinden al! Yapıiirası gereken bu değil miydi? Evet, yapılması gereken buyken takın ne yapılıyor ve teklife karşı nasıl bir tavır takınılıyor? Gâvura güvenilemeyeceği ve yardım elini uzatırken onun mutlaka gizli bir niyet kollamış olacağı fikriyle, teklife (ümit ile ye's), evetle hayır arası bir cevap veriliyor ve bu arada soruluyor: — Osmanlı ordusunu talim ve yeni bir teşkilâta tâbi kılmak için çalışma sahası olarak nereyi düşünüyorsunuz? 165 Teklifi getiren Başkâtip, elçi vasıtasiyle: — Meselâ Girit Adası uygun olabilir. Diye cevap veriyor. Bunun üzerine kavuklar sallanıyor ve hemen hüküm bastırılıyor: — Françelû (Fransızlar) demek Girid'e asker yığıp onu içinden zaptetmek niyetinde... Ve Başkâtip memleketine iade ediliyor. Hadiseyi anlatan «Vâsıf Tarihi» sahibi Vâsıf Efen-di'nin bu mevzudaki yorumlan hem din telâkkisi, hem de umumî anlayış, bakımından yürekler acısıdır. Vâsıf Efendi'ye göre Hristiyan askerleri piçhanelerde yetiştirilirler ve en âdi tabakadan seçilirler. Bu bakımdan onları cebr ve kahr ile sevk ve idare etmek mümkündür. Ama müslüman olanlara zapt ve rapt (disiplin) mevzuunda şiddet ve sertlik göstermek imkânsızdır ve onlan ancak teşvik ve bahşiş yoliyîe kullanmak gereklidir. Dslâm milleti bir defa mağlûp olmakla, düşmanlarının silâh ve usulünü öğrenmek ve onlara baş eğmek tenezzülüne düşemez. Harplerde yenmek veya yenilmek bir kader meselesidir ve bunun için üstünlük sebeplerine baş vurmak ve kuvvetli olmaya çalışmak fikri yersizdir.. Nitekim Eğri Seferinde yer -gök götürmez Osmanlı ordusunu düşman bozmuşken, silâhsız ve nizamsız karakullukçu taifesine (karargâh hizmetçileri) mağlûp olmuştur. Hristiyana asla güvenilmez ve onun her iyilik teklifinin altında habîs bir maksat yattığı hesaba katılmak icap eder. Nitekim Girit Adasının talim ve teşkilât yeri olarak öne sürülmesi buna delildir. Vakanüvis Vâsıf Efendi gibi nice elçilik vazifelerinde bulunmuş bir insanın, hem din ölçüsü, hem de dine bağlı akıl aükmü önünde felâket çapında birer safsa- 166 tadan başka bir şey olmayan bu anlayışı, halimizi belirtmek bakımından ibret ve dehşet vericidir; tarihçi Cevdet Paşa'nın en ağır hücumlarına uğramıştır ve cevaptan bile müstağnidir. Dinde, fikirde ve işde halimiz fecaat mefhumunun çok altındadır. BAŞAŞAĞI Şimdi tahtta Üçüncü Selim... Özi felâketiyle neticelenen ve neticede Birinci Abdülhamid'i öldüren harp devam etmekte... Şimdi de Rus ordularının başına, tarihlerinin «dâhi kumandan» diye kaydettiği (Suvarof) isimli biri geçirilmiştir. 1873'te Cenubi Kafkaslarda müthiş bir imha hareketini yürüten adam... Dsveç'in Türkiye safında harbe girmesi, (Suvarof) un Türklere ayrılan kuvvetlerin başına geçirilmesiyle tesirsiz bırakılmak istenmiş ve zulümde insanlık tarihinin emsalini az kaydettiği (Suvarof), bire üç, hattâ beş nispetinde çokluk arzeden Türk kuvvetlerini perişan etmeyi başarmıştır. Ondaki kanaat ve Türk Ordusu hakkında kıymet hükmü, herhangi bir Rus alayının on misli Türk'ü sürüp dağıtacağı ve tuzbuz edeceği merkezinde... Birinci zevki de, harp etmek değil, Müslüman - Türk kanını dökmek... Özi'ye girince sivil halkı, ihtiyar, çocuk, hasta. ka:hn. hiçbir şeye bakmadan kılıçtan geçirtmiş ve Lşte aynı hareketi, Tuna üzerindeki Dsmail Kalesine hücumla girdikten sonra, teslim bayrağını çeken Türk askerlerini ve müslüman ahaliyi sinek avlarcasına öldürmek suretiyle göstermiştir. (Suvarof) un Moskof vasfı olarak Rus tarihine kan rengiyle kondurduğu vahşet ifadesi, bir zamanlar Baltacı'nın «Şeriatte aman dileyene kılıç çekilmez!» hükmünü mevzu dışı göstermekte Dlâhi bir ihtar sayılsa yeridir. 167 I Şimdi bütün ümit Üçüncü Selim üzerinde... Yavuz Sultan Selim'den sonra San Selim'de ilk tereddi bayrağını çeken padişahlar kolu bakalım Üçüncü Selim'de Yavuz'dan bir pay gösterebilecek mi?.. Cevdet Paşa'yı okuyalım: «— Berminval-ı sabık (eskiden olduğu gibi) askerin rabıtasızlığı ve esbab-ı seferiyenin noksanı (Sefer şartlarının yoksun oluşu) hasebiyle musalâhaya (barışa) bayii meyi hasıl olmuşken teceidüd ü saltanat (saltanat değişikliği) hasebiyle zamanede meşhud olan (görülen) zaaf ve fütur halini Hakan-ı merhumun (Birinci Abdülhanud'in) rehavetine ve ihtiyarlığına hamledenler, Sultan Selim gibi bir civan ve civanbaht padişah (genç ve zinde talihli) taht-ı sahipkeraniye (hâkimiyet tahtına) cülus etti, artık Moskofa haddini bildiririz ve Nemçe'yi şöyle böyle ederiz deyû harbin devamını tervice mübaşeret etmeleriyle (harbin devamını istemeye başhtmalariyle) yine harp efkârı tazelenerek halkın ezhânı (zihinleri) harbin istimrarı (yürütülmesi) sureline sarıp güya Yavuz Sultan Selim'in devri avdet etmiş gibi nâsa (halka) gurur-u tam gelmişti.» Bu hava içinde Üçüncü Selim, taht'a çıkışının ertesi Çarşamba günü, Sadrâzam ve Ssrdar Ekrem Yusuf Paşa’nın, makamında kalmasını irade ediyor, cr.a ysni bir «Mühr-ü Hümayun» gönderilmek üzere bulunduğunu bildiriyor vs düşmandan intikam, alınmadıkça gaza kılıcının kınına girmeyeceğini ve bu bakımdan sefer tedbirlerine devam edilmesini ferman eyliyor. Başkumandan, Padişah nâmesini alınca Psygamber sancağını çıkarıyor, bütün kumandanlara öptürüyor vs erdu, Rusçuk taraflarında sahraya çıkarılıyor. Bu sırada Rus birlikleri Buğdan içlerinden kol kol hareket etmek üzeredir ve büyük bir Avusturya kuvveti de Rusu desteklemek vaziyetindedir. 168 Romanya'nın iskelesi Kalas üzerine Rus hücumu, mevcut dört bin îslâm askerinin şehid olması ve esir düşen küçük bir kısmın da kılıçtan gsçirümssi... Rus ve Avusturya kuvvetleri karşısında Osmanlı askerinin başarısız ve birçok yerde gerileyici hareketi devam ederken, Avusturyalılar safında birtakım Arnavutların Türklere karşı cenge katılmış, olduklarını görüyoruz. Cevdet Paşa Tarihi'r.e ve Avusturya kayıtlarına göre, bunlar, Osmanlı ordusundan. ulûf2D?rini alamadıkları için karşı tarafa geçmiş birtakım menfaat düşkünleridir. ' , Cevdet Paşa: «— Taraf-ı Devlet-i Aliyyeden ulûfleri verilemediğinden düşman canibine geçen külliyetlû Arnavut askeridir ki, bir, takımı Rusya ve birtakımı Nemçe'nin hizmetini kabul ile Devlet-i Aliyyeye karşı kurcun ntar-lardı. tşte, harp demek akçe demek olduğu bununla dahi sabit olur* Cevdet Paşa son hükmünde haksızdır. Harp demek, yalnız madde bakımından para demektir. Ruh bakımından ise sadece iman ve ahlâk... Birtakım madde sıkıntılarının, ruhlardaki iman ve ahlâk kayıplarını ortaya dökmekte büyük rolü olsa da, esası ona bağlamak sen derece hatalıdır. Eğer bu tip Arnavutlarda iman ve onun emrettiği ahlâktan küçük bir nasip bulunsaydı, toprak yemeyi tercih ederler ve Salıp emrinde Hilâle kurşun sıkmak için Moskof veya Nemçe çorbasına iltifat ve tenezzül göstermezlerdi. Onları bu hale getiren, yahut gelmiş bulundukları hali açığa vuran askerî, malî ve idari Osmanlı perişanlığı ise ayrıca suçlu... Osmanlı ordusu düşünüyor: — Rusçuk ve Yergöğü sahrasında nu kalayım, Si-lîstre tarafına mı çekileyim?.. 16» I Ne o. ne bu... Sadece para meselesi üzerinde Dstanbul'a feryatnâmeler göndermekle kalıyorlar. ÜÇÜNCÜ SELDM Moskcfun karşısında boyuna yalpa vuran ve gerileyen ordunun «akçe, akçe!» diye çığlığı, Üçüncü Se-lim'e çok dokundu. O kadar ki, Dstanbul'da bulunan Sadaret Kaymakamına şöyle, bir «Hatt-ı Hümayun» gönderdi: «— Devletin irad ve masrafı ve zait sefahati cümlenizin malûmudur. Eğer bana şimdilik kuru ekmeğe kaani ol deseniz ben razıyım. Eğer ben birine taarruz eylesem, pederi dahî böyle eyledi deyû lisana götürürler. Siz bana beyan eyleyin Allah aşkına!.. Devlet elden gidiyor: Sonra faide verme». Ben bildiğimi sise beyan eyledim. Siz de devletten hissemeadsirtiz!» Bu acıklı fermana cevap olarak Kaymakam Paşa tarafından binbir özür ve engel ortaya atılınca, Padişahın cevaba verdiği cevap daha acıklıdır, «— Allah Allah, bu ne keyfiyettir?.. Her şeyde hak setrolunmuş... Traş için huzuruma gelen berberlerden ikisi, topçu esamemiz var deyû naklettiler... Asker denilse, ne yapalım, sefere gidecek vazifelû askerimiz yok, cevabı verilûr. Tahrir olunsun denilse. Beytümalde akçe yok, denîîür. Buna bir çare denilse, şimdi vakti değildir, ocaklara taarruz olr nmaz, denür. Biz demeyiz ki, herkesin elinden alınsın, ama mahlûl (serbest para) oldukça ehline veriisln... Eğer bu söz hak değilse razı olunmasın... Hakka razı olup mum (yardımcı) olmayanı Allah kahretsin!., tşte böyle böyle, memleket elden çıkıyor!» «Sûz-u Dilara» makamının bestecisi, klâsik alaturka musiki sevdalısı Üçüncü Selim, bestesinin lügat mânasına es, olarak «gömül okşayıcı acı» ya tutgun bir mizaç sahibi olarak, rikkat ve hassasiyette nadir rastlanır, halim ve selim bir şahsiyet... Ne var ki, Moskoftan ve Moskofa karşı çatırdamaya başlayan devlet binasının mukavemetsizliğinden aldığı tesir, «gönül okşayıcı acı» yerine, gönül yakıcı acıdır. Kendisindeyse, Moskof yüzünden kahra uğramış amcası ve babasından daha ileride bir irade ve hamle kudreti mevcut değildir. Fakat son derece zarif ve hazin bir içlilikle vatanını ve nefsini murakabe ve muhasebeye çekebilme değerini taşıdığı, yukarıdaki «Hat» 1 ardan da anlaşılacağı gibi, meydandadır. Yine Kaymakama gönderdiği şu «Hatt-ı Hümayun» ne kadar manalıdır: «— Kesreti mezalimden (zulmün çokluğundan) âlem harap oldu! Reayada (tebaada) takat fc»lnn»mı$-tır. Kaadiler ve naipler ve voyvodalar ve ayanlar ve ciz-yedarların etmedikleri zulüm yok... Bunlar hep, emanet ehline sipariş olunmadığından neş'et etmiştir. Gerek sair menâsıb ı Devlet-i Aliyye ve vezaif-i askeriyeyi, yarın Cenab-ı Allah cümlemizden sual eder. Ne cevap vermeli?.. Sana tenbih ettiğim hususu, Semahatlû Efendi dâimiz (Şeyhülislâm), vesair efendiler dâilerimiz ve rical i devletimiz ile birer birer müzakere edip ve defi ilâcını tulup arzedesin'... Bizden evvel gelen Selâtin-i Osmaniyan (Osmanlı sultanları) ve rical birer birer nizam vermişler... Biz onların nizamını yıkmadayız. Onlar da bizim gibi insan değil midir? Ben, avn ve inayet-i Bârî Ue icra-yı siyasete ve re'fette kusur etmem. Dünya siyaset ve adalet ile nizam bulur. Ve elyevm devletimin iki düşmana seferi var... Hal nasıldır? Hazineler malûm, zahire malûm; asker ve barut ve mühimmattn nizamı ve keyfiyeti nicedir? Cülus u Hümayunun henüz vâki olmakla işlerin evvel ve âhirine vâkıf değilim. Devletimin hali nicedir? Ketmetmeyip, doğruca müzakere edip badehu hakikati bildirmekte kusur etmeyesin!.. Bu âlem bana emanettir. Bildirmeniz mat* lubumdur. Bir gûna mülâhaza edip bildirmezseaiz yarin huzur u Bârîde iki elim yakanızdadır. Yârap, bu kulların bana bildirmediler, deyip ben halâs olurum. Bu günden sonra rüşvet alıp ve zulmedip ve edenleri bilip ligarazin ketmederseniz vallah ben ve ecdadım ervahı için, evlâdım dahi olsa kıyarım ve siyaset ederim. Böyle bilip öyle hareket edesin!.. Din ve devletime sadaka edenlere haklarından efzun (fazla) riayet ederim. Doğru söze muğber olmam. Devletimize hayırlı o!an neyse hakikatiyîe bana bildiresin... Allah ü Zelcelâl cümleyi hayra muvaffak eyleye. Amin...» Bu sade, gönülden kopan, halis ve samimi fermanlar, Üçüncü Selim'in de, öbür iki padişah gibi, tek başına, nasıl yanıp kavrulduğunu göstermeye yeter. Ama, ne yazık ki, (Yaş) anlaşmasiyle devletin yeni bir çukura düşmesine mâni olamayacak, üstelik tesellisini de bulacak, hattâ biraralık Moskofla ittifaka kadar gidecek olan Üçüncü Selim, gönül yakıcı Mcskof acısını, saz meclislerinde gönül okşayıcı acıya çevirmekten kandini alamayacaktır. Ve aynı rikkat ve hassasiyet içinde, bir o kadar da gaflete batmış olarak, karşı çıkamadığı iç isyanlara kurban gidecek... TOPLANTILAR, ÇARE ARAMALAR Artık sarayda ve Şeyhülislâm konağında meşveret meclisleri üstüste toplantıda... Hiç kimsede derdin ilâcına ait kafi ve külli bir fikir yok... Padişahta ise ma-lûm samimiyet ve hassasiyet edasmdan başka bir şey mevcut değil... Lâfta kalan sözü: «— Her kim din ü devlete hıyanet ederse başını keserim ve yerine adam bulurum. Evlâdım olsa himaye etmem!» Çıka çıka, zaten çoktan beri dikkat edilmesi lâzım iki hüküm çakabiliyor: — Meyhaneler kapansın! Kılıklar düzelsin ve gi-yim-kuşamda israf ve sefahat havası kalksın!.. Ahmad Cevdet Paşa: «—
·
1.075 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.