Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Haymana'ya doğru ilerlemeğe bütün gayretleriyle uğraşıyorlardı. Top seslerigecenin ıssızlığında Ankara'dan duyulabiliyordu. O zaman Ankara'yı Kayseri'yenakletmek düşünülüyor. Mebuslar, büyük memurlar ailelerini çocuklarınıpeyderpey Kayseri'ye gönderiyorlardı. Ziraat Mektebi daha bazı müesseselerdahi Kayseri'ye göç etmişlerdi. Sıra yine bizimkilere geldi. Sıcak bir yaz günüakşamüzeri Kayseri'ye giden kağnı arabalarından müteşekkil bir kafile ile anamve hemşirelerim de yola çıktılar. Babam beni yanından ayırmadı. Benimkaldığım, icabında öldüğüm yerde oğlum da ölsün dedi. Gözyaşlarımıtutamayarak anamın elini öptüm, kardeşlerim ile vedalaştım. Kağnı arabalarıhazin gıcırtılar çıkararak ağır ağır uzaklaşıyor, Şarka doğru hicret eden buzavallıları taşıyorlardı. Onları teşyi ederken çeteci Eşref Bey'in bana verdiğikısrağa binmiştim. Babamla boş kalan evimize dönerken yedeğimizde gelenkısrağın bile mahzun bir hali vardı. Atın; mahlûkat içinde, Allah'ın özenerekyarattığı bu asîl hayvanın, ne demek olduğunu, ahırların gübre kokan yumuşakzemininde dolaşmayanlar, açlığını sahibine ince kişneyişleriyle ihsas etmeyeçalışan atların dilinden anlamazlar, bu bambaşka bir âlem, apayrı bir ilimdir.Burada uzun uzadıya izah edemeyeceğim.İşte o yaz Ankara en tehlikeli günleri geçiriyor, babam Yunanlıların Türkordusu karşısında bu derece dayanmalarına gıpta ve hayret ediyordu. SakaryaHarbi epeyce sürdü. Düşman hattı müdafaamızı geçemedi, bütün gayretlerine,bütün ısrarlarına rağmen Ankara ufuklarını uzaktan bile seçemedi. Ricat etmekmecburiyetinde kaldı. Lâkin panik halinde kaçmadı, muntazaman çekildi.Sakarya'nın öbür kıyısında tutundu ve kaldı. O zaman bizim de düşmanasaldıracak, onu söküp atacak bozacak kudretimiz yoktu. Bir sene kadar birmütareke devresi geçirdik ki. Bu vakitten mümkün olduğu kadar istifade ettik,hazırlandık, silâhlandık. Şark cephesinde Kâzım Karabekir Paşa Ermenileribozmuş onlardan külliyetli miktarda silâh ve mühimmat iğtinam etmişti. Malûmolduğu gibi bu yıl içinde Afyon taarruzuna kalkabilmek için icap eden bütünhazırlıkları yaptık ve muvaffak olduk.Sakarya'da harp kazanılarak düşman çekilince, Ankara'ya hicret eden memurinve mebusan aileleri, resmî müessese ve mektepler tekrar Ankara'ya avdet etmeyebaşladılar. Bizim eski emektarımız Halil Ağa, annem ve kardeşlerim Kayseri'ye gittikleri zaman o da memleketine düşman ayağı basmayan Bolu'ya gitmişti. O esnada tekrar Ankara'ya yanımıza geldi.Validem Kayseri'den Ankara'ya dönen kafileleri, aileleri gördükçesabredemiyor, Ankara'ya gelmek istiyor, babama bu hususta mektuplaryağdırıyordu. Halil Ağa da gelince babam kendisine epeyce para verdi, beni deyanına katarak ikimizi ailemizi getirmek üzere Kayseri'ye gönderdi.Halil Ağa ile Ankara'dan Kayseri'ye kadar uzayan yolculuğumuz rahat geçti,çünkü oraya gitmekte olan bir tüccarın otomobiline bindik, çok çabuk ve rahatgittik. Kayseri'ye hicret eden mebus ailelerine hükümet kolaylık göstermiş,onları orada çabucak iskân etmişti. Burdur ve Biga Mebusu Mehmet Âkif'in ailesinin oturduğu yeri istihbarattanöğrenerek çabucak bulduk. Bu ev aslen Ermeni olan bir kunduracının hanesiimiş. Lâkin orada ne annem, ne de kardeşlerim mevcut değildi. Sorduğumuzzaman beş gün evvel Ankara'ya hareket eden bir kafileye iştirak ettiklerini ve ikiyaylı araba ile gittiklerini hayretle haber aldık.Artık Halil Ağa ile bana Ankara'ya derhal dönmekten başka yapacak hiç bir işkalmıyordu.Ancak hangi vasıta ile dönecek ve nasıl dönecektik. Bunu düşünerek hiçgörmediğimiz Kayseri sokaklarında serseriyane dolaşırken oraya göç etmiş ulanAnkara Ziraat Mektebi aşçısına tesadüf ettik. Bu bizim için büyük bir hüsnü talihve güzel bir tesadüf oldu. Ziraat Mektebi'nin aşçısından mektebin bir, iki günekadar Ankara'ya gideceğini öğrendik. Halil Ağa'nın ahbabı meslektaşı aynızamanda hemşerisi olan aşçı bizi bırakmadı. Şehrin biraz açığında olan mektebegittik. Hakikaten üç dört gün sonra Ziraat Mektebi öküz ve kağnı arabalarındanmüteşekkil uzun bir kafile halinde Ankara'ya müteveccihen yola düzüldü. Biz deberaber Türkiye'nin yeni payitahtına dönüyorduk. Kırşehir üzerindenKayseri'den Ankara'ya öküz arabalarıyla tam 23 günde varabildik. Annem vekardeşlerim çoktan Ankara'yı bulmuşlar, validem benim için çok üzülüyor, pederile bu hususta her gün münakaşa ediyormuş. Hatta sağ salim eve dönersemadaklar kurbanlar adamış! Ankara'ya bir menzil kala bir yerde rahmetlik HalilAğa'ya bir oyun yaptım. Yalnız o değil bütün, kafile bu işle alâkadar olmuş benibayağı merak etmişler ve üzülmüşler. Geriden iki yaylı araba ile maalesef bugünismini unuttuğum İzmir mebuslarından bir zatın ailesi gelmekte idi, kafilemizeyetiştikleri zaman bizim öküzlerin ayağı ile Ankara'ya daha iki buçuk günlük yolvardı. Yaylıdaki kadınlar beni tanıyor ve seviyorlardı. O zamanlar başımdakikuzu derisi siyah kalpağım, sırtımdaki aynı renkteki paltom ile hoş bir kıyafetimvardı, ayağımda da Kastamonu'da meşhur bir ustanın yaptığı çizmeler vardı.Yalnız haftalarca süren yollarda fena halde bitlenmiş, çok kirlenmiştim. Benigörünce arabalarına davet ettiler, ben de kimseyi haberdar etmeden, bu daveteicabet ettim. Dinç beygirlerinin çektiği yaylı araba o akşam gece yarısı Ankara'yıtuttu.Evimize yaklaşınca arabadan atladım koşarak kapımızı çaldım. Bana kapıyı açan hemşirem anneme yüksek sesle müjde verdi. Emin geldi, diye feryatediyordu. Halbuki zavallı kadıncağızı bu seklide bir çok defalar aldatmışlar,güya şaka yaparak kandırmışlardı. Henüz yatmayan annemin sesini işittim. Artıkçok oluyorsunuz. Vakitli vakitsiz benim heyecanlarımla oynamayınız, sonrakalbinizi kırarım diyordu. Bu sözler üzerine ben bağırdım: «Anne benim,hakikaten geldim.»Gece yarısı evin içi karıştı, anam boynuma sarılıyor, beni göğsüne çekiyordu.Kendisine beni pek fazla kucaklamamasını zira yollarda bitlendiğimi hatırlattım.Zavallı aldırış etmiyor beni bırakmıyordu.Hiç unutmam hemen beni tepeden tırnağa soydu ve eliyle yıkadı. Babam ogece bir yere davetli imiş, geç kalarak henüz gelmemişti. Doğrusunu söylemeklazımsa annemden çok babamı göreceğim gelmişti.Annem, kardeşlerime çocuklar Emin'in geldiğini babanıza söylemeyiniz.Birdenbire görsün derken, kapı çalındı, babam gelmişti, beni güya sakladılar.Ama babam kapının önünde çıkardığım mahud çizmelerimi görmüş, tanımış vegeldiğimi anlamıştı!..İki gün sonra Halil Ağa çıkageldi. Adamcağız beni araya sora bir hal olmuş,bana çok darılmıştı. Kendisine bir daha Halilof demeyeceğime söz vererekgönlünü aldım.. Ruslarla müteaddid muharebelerde dövüşen bu hiç sukatılmamış koca Türk, Halilof lâfına o kadar kızar ve sinirlenirdi ki tarifedemeyeceğim.İşte o sıralarda kendisinden daha önce bahsettiğim Süheylâ ablam, babamınmanevî evlâdı, Ankara'da gelin oldu. Babam onu bilâhare Balıkesir mebusluğunaseçilen Hayreddin Bey'e verdi. Babam Büyük Taarruz'a geçileceğini biliyor, bu uğurda bütün milletin dişilierkekli, geceyi gündüze katarak sarfettiği candan gayreti ve fedakârlığı elindengeldiği kadar körüklemeye gayret ediyor, bu hususta yazılar yazıyor, nutuklarsöylüyordu. Hâttâ Bestekâr Rauf Bey'in bestelediği o zamanlar, ordununağzından düşmeyen «Yılmam ölümden, yaradan askerim! Orduma gazi dediPeygamberim» bu güfte malûm olduğu gibi Mehmed Âkif'indir. AncakErkânıharbiye'nin başında pek mahdut kimselerden başkasının bilmediği büyüktaarruz gününün hangi gün olduğunu tabiatıyla babam da bilemiyordu. Geceleringebe hem de doğurmak üzere hâmile olduğunu söylüyordu.Ankara'nın o günleri büyük taarruz ile başlayan her saat, her gece, ardı arkasıkesilmeyen müjdeli haberleriyle panik halinde kaçan düşmanın elinden kurtulantopraklarımızın, kasaba ve şehirlerimizin istirdadını müjdeleyen o mes'ut günler,Mehmet Âkif'i neşeden sarhoş edecek kadar sevindiriyor, babam yerindeduramıyor, gözleri ümitle, sevinçle parlıyordu.Fazla dayanamadı ordu ile birlikte olmazsa harikalar yaratan o kahramanlarınbiraz arkasından o da ayaklandı. Beni de yanına almayı unutmayarak Ankara'danEskişehir'e oradan da Afyon'a hareket ettik.Yunan Harbi'nin henüz dumanları tüten karmakarışık meydanları, daha hayvanve düşman leşleriyle tamamıyla temizlenemeyen, kırık topların hurdahaş olmuşmitralyözlerin kum torbalarının başa giyilen miğferlerinin doldurduğu omuharebe [meydanını] babamla adım adım dolaştık. Yanan yıkılan kasabalarda,şehirlerde düşman esirlerinin yüksek üniformalı Yunan zabitanının mukadderakıbetlerine şahit olduk. Maneviyatı sıfıra düşen müstevli hâlâ kaçıyor,piyademiz, süvarilerimizle onları kovalamakta yarış ediyordu. Bazı yerlerdemel'un düşman oraları yakmağa, tahrip etmeğe zaman ve fırsat bulmuş,köylerimizi, kasabalarımızı gazla yakarak harap etmiş, halka akla gelmeyenzulümler yapmıştı.Bilecik ve havalisine vardığımız zaman henüz söndürülemeyen yangınlarakovalarla su taşıdık. Babam Mehmet Âkif de bu itfaiye ameliyesine bizzat iştiraketti. Bilecik, kısmen yanmıştı. Henüz söndü[rü]lemeyen kasabanın, için içinyanarak dumanlar çıkan harabelerinde; bu facialara sebep olan yükseküniformalı Yunan subayları, kovalarla su taşıyor, Mehmetçiğin, parlak süngüsüönünde, acımadan yangın yerine soktukları bu güzel yurdun, yangından zarargörmeyen yerlerini kurtarmağa mecbur ediliyorlardı.Bu arada düşman ordusunun mümtaz sınıfından sayılan fistanlı Efzunaskerleri, garip kıyafetleri, püsküllü serpuş ve pabuçları ile ortalıktadolaşıyorlardı.Bilecik'ten Eskişehir'e döndük. Bereket versin, Yunanlılar kaçarlarken bu şirinve mamur ülkemizi yakmaya, tahrip etmeğe fırsat bulamamışlardı. Orada fazlakalmadık, Ankara'ya avdet ettik. Ankara daha önce arz ettiğim gibi, en neşeli, enmesut günlerini yaşıyordu. Gazeteler Akdeniz sahillerine yaklaşan bu müthişzaferin kulaklara saadetler, ümitler fısıldayan haberlerini yazıyor, arkasınabakamadan silâhını atarak kaçan, yenik halindeki bozgun düşman ordusununtahliye ettiği memleketlerimizi, bu gazetelerde okuyor ve haber alıyorduk.İşte o sırada, bizim, bir de Edirne seyahatimiz vardır:Düşman İzmir'den denize dökülmüş, İstanbul'dan müttefikler henüz çekilmiş,memleket iç ve dış düşmanlarından temizlenmişti. Edirne'de Türk Bayrağıdalgalandığı halde, şehre biraz ilerideki tren istasyonu, Yunanlıların elindekalmıştı. O zamanlar muvakkat bir hudut tesbit edilmişti. Edirne'ye gitmek üzereAnkara'dan İstanbul'a gelmiştik. İki sene evvel şirin sahillerinde korkunçkâbuslar şeklinde yükselen ecnebi diritnotları, kara ve meş'um ağızlarınıminarelere doğru çevirmiş, güzel sularımıza demir atmış, koca Boğazı büyükhacimleriyle kaplamışlardı.Allah'a çok şükür, artık şimdi onlardan eser kalmamış, İstanbul kurtulmuş,üzerine yıllarca abanan o korkunç heyulalar ortadan kalkmış, Fatih'in surlarına,kahraman şehitleri merdiven yaparak yükseldiği bu tarihî şehirde, ay yıldızlısancağımız dalgalanıyordu.İstanbul'da ancak bir hafta kaldık. Hedefimiz Edirne olduğu için, Sirkeci'den trene bindik. Evvelce de söylediğim gibi, Edirne'ye gidecek olan Türkler, ozaman Babaeski İstasyonu'nda treni terk ediyor, oradan Edirne'ye başka birvasıta ile gidiyorlardı. Çünkü Edirne tren istasyonu, Yunan hudutları dahilindebulunuyordu. Çatalca'yı geçerken, gece yarısına yaklaşıyorduk. Babamla birlikteişgal ettiğimiz kompartımanda iki kişi yalnızdık.Mevsim kış, lâkin kompartıman sıcaktı. İstanbul'da kaldığımız yedi sekiz günzarfında her gece bir yere gitmiş, geç vakitlere kadar kalmıştık. Demekistiyorum ki, uykusuzduk. Trenin malûm olan muntazam sarsıntıları ve çıkardığısesler, bize bir ninni tesiri yapmış olacak. İnmekliğimiz elzem olan Babaeski'deuyuya kalmışız.. Bize hiç kimse dokunmamış. Uyandığımız zaman tan yeriatıyor. Tren de Edirne'ye vasıl olmak üzere bulunuyordu.Benim başımda, mahut siyah kalpağım, babam da fesli idi. Artık bunlarıgizlemeye lüzum görmeyerek, Edirne'de treni terk ettik. Bizi o zamanYunanlıların hudut kumandanına çıkardılar. Bir albay rütbesini taşıyan bu Yunankumandanı, babamla tercüman vasıtasıyla konuştu. Mükâleme çok sürmedi.Babam vaziyeti olduğu gibi anlattı. Yalnız mebus olduğunu söylemedi. Ticaretiçin Edirne'ye giden, yolda uykusuzluğa tahammül edemeyerek Babaeski'deinemeyen bir tüccar olduğunu söyledi. İki Yunan subayı kendi hudutkarakollarını geçerek Edirne'ye yakın bir köprübaşında olan Türk hududunakadar bizi getirdiler ve bizi kendi ırkdaşlarımıza teslim ettiler.Edirne, Mehmet Âkif'in pek güzide hatıralarıyla andığı bir şehirdir. Babam çokgenç yaşta yüksek baytar mektebini ikmal edince, Edirne'ye tayin edilerekoralarda epey zaman kalmış. Yirmi bir, yirmi iki yaşlarında iken bu memleketteçok tatlı ve heyecanlı günler yaşamıştı. Biz, Edirne'ye vasıl olunca Bekir Efendi'nin evine indik. Bekir Efendi, aslenEdirneli, babamın pek eski gençlik arkadaşlarından bir zattır. Ben babamhakkında, bilmediğim, kendisinden işitmediğim birçok hatıraları bu adandanöğrendim:Babamı cidden sevdiğini, onu görünce gözlerinden dökülen sevinç yaşlarındananladım. Bize öyle derin bir hürmet ve samimiyet gösteriyordu ki, tarifedemeyeceğim. Yaşça Safahat şairinden büyük olan Bekir Efendi, babamınbütün ısrarlarına rağmen kendi eliyle bize hizmet ediyor, artık ne biçim hareketedeceğini şaşırıyordu, O zamanlar Edirne'deki bütün ekalliyetler yerli Rumlar,Ermeniler, hattâ Yahudiler memleketi terk etmişler... Bu hicret o kadar âniolmuştu ki: mallarını mülklerini bile alamayacak kadar acele etmişlerdi. Herhalde onların bu isticallerinde bildikleri bir şey vardı, kabahatlerini biliyorlardı...Öyle olmasa mal canın yongası imiş, hiç cana pek lüzumlu olan bu yongadangeçilir mi?!Ben Edirne'de kendime tam aradığım bir muhit bulmuştum.Kış mevsimlerinde orada kızak kaymak adetmiş. Oturduğumuz mahalle ise buiptidaî (kayak) sporuna en müsait bir yokuşun başındaydı.Edirne'de on beş gün kaldık. Edirneliler, oturmamızı uzatmamızı istiyorlardı.Fakat babamın pek hürmetkârı olan merhum Prens Abbas Halim Paşa, 1923 deKahire'den İstanbul'a gelmişti. Âkif'in Edirne'de olduğunu anlayınca, uzun birtelgrafla bizi Heybeliada'daki köşküne davet etti. Önümüz yazdı. Bizi ısrarlaMısır'a davet etti. Kahire'nin kışlık bir mesiresi olan Hilvan'da kalacaktık.Babam, ömrümün arta kalan yıllarını bu İslâm diyarında geçirmek, kendisinişiirlerine ve eserlerine tamamen vermek kararında idi. Nil kıyıları ona, aradığıasude hayatı verebilecekti.Babamla Ankara'ya gittik ve Safahat şairi, milletvekilliğinden istifasını verdi.Annemi ve kardeşlerimi alıp İstanbul'a döndük. Çengelköy'le Beylerbeyiarasında Havuzbaşı'nda, Çakaltepe'nin üstünde rahat, geniş bir eve yerleştik.Babam, eski dostlarına kavuşmuştu. Bu arada bilhassa, Çamlıca'da oturan Şerif Muhittin Bey'i ziyaret ederdik. Amerika'da viyolonsel konserleri muvaffakiyetkazanan bu şair ruhlu sanatkâr, aynı zamanda çok güzel ud çalardı. O zamanBabanzâde Naim Bey'le de sık konuşurduk. Bu kıymetli ilim adamı, biz Mısır'daiken ölmüştü. Babamın bu kadar içten ağladığını hiç hatırlamam... «Bir günanavatanıma dönebilirsem, beni onun yanına gömünüz.» dedi.Kudretine bütün varlığıyla inandığı ve bütün hayatında ilâhî adaletini terennümettiği Allah'ı, bu dileğini kabul buyurdu. Safahat şairi bugün, EdirnekapıŞehitliği'nde. Babanzâde Naim Bey'le beraber yatar. Dünya dostluğu, ahiretâleminde de devam ediyor.Akif, son senelerini, gördüğü bazı vasıfsızlıklara karşı bedbin geçirdi:Şu serilmiş görünen gölgeme imrenmedeyimNe saadet hani... Ondan bile mahrumum ben...diyordu. Vefasızlıklar, onu çok üzüyordu. Temiz kalbi, dürüst seciyesi,karaktersizliklere hiç tahammül edemezdi:Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağınıBana çok görme İlâhi bir avuç toprağını...1923 senesi eylül sonlarında Prens Halim Paşa ile birlikte Mısır'a gittik. O kışıKahire'de geçirecek, yaza doğru Prens ile birlikte İstanbul'a dönecektik. Âkif,Umumî Harp'ten önce Mısır'ı bir defa daha görmüştü. Hilvan'da çok rahat bir yazgeçirdik. Âkif'e Mısır'da gösterilen alâka ve yakınlık, hayatımın en sıcakhatıraları arasındadır. Bu müşfik alâka, şairi pek mütehassis etmişti: Bileydim ey Koca Şark... Ey cihan-ı duradur Senin nerendeki evlâdının nasibi huzur...diyordu. Safahat şairinin Mısır'da geçen hayatı, ayrı ve bakir hatıralarladoludur. Onu, münasip bir zamanda vatandaşlarıma anlatmayı vazifeaddediyorum.Şair, canından pek çok sevdiği vatanına dönerken: Ben ki yaşlıyım artık, düşük kolum kanadım... diye fâni hayatının son günlerini yaşadığını anlatıyordu. Vefalı Türk milleti,onu, kadirbilirlikle bağrına bastı.Ruhu, yurdunun ufuklarında huzur içindedir.
504 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.