Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

184 syf.
·
Puan vermedi
''İnsan Olmak'' Üzerine
‘’Yaşamak, kendisi olabilmeyi ve yaşama etkin bir biçimde katılabilmeyi tanımlar.’’* İnsan Olmak, bana çok sevdiğim Dostoyevski çözümlemelerini anımsatıyor. O yoğun, okuyunca bazen saatlerce, bazen günlerce düşündüğümüz; içinde kendimizden ve sevdiklerimizden, ‘’insanlıktan’’ birçok şey bulduğumuz değerli çözümlemelerin harika bir psikiyatristten çıkmış versiyonu gibi. Hayatın, ‘’insan olmak’’ın ve davranışlarımızın nedenlerinin özel bir açıklaması, özeti. Umarım ben de bu değerli metne yeni bakış açıları katabilmiş, bazı bölümlerin görünmeyen taraflarını gösterebilmiş ama en önemlisi, ‘’insan’’ı hakkınca inceleyebilmişimdir. ‘’Yine de böylesi kendiliğinden yaşantıların ve oluşumların, birden fazla etkenin rastlantısal buluşmaları sonucu ortaya çıktıklarına inanma eğilimindeyim. Hayatın kendi akışında yaşanabildiği, evrenle birlikte dans edilebildiği zamanlarda.’’¹ İnsanın başına rastgele bir şeyler geldiği zaman gerçekten de ‘’rastgele’’ olmuyor, aslında çoğu ‘’rastgele’’lik başka insanı etkiliyor. Bir adam arkadaşı vasıtasıyla Engin Geçtan okur ve sonrasında hayran kalıp onun yanına gider, ondan bir kitap ister. Sonrasında Engin Geçtan bundan etkilenir ve bir kitap yazar, o kitap da hem kendini hem de birçok insanı, ailesini, okurlarını, okurlarının yakınlarını etkiler ve bu zincir böyle devam eder. Yani yaşamımız da başka insanların yaşamına bağlanmış (ya da bağlanmış olma olasılığı olan) bir ‘’rastlantılar kümesi’’ gibidir. Bu kümeyse bazen bizi şaşırtır, bazen mutluluktan havalara uçurtur, bazen üzer, bazense yorar. Dolayısıyla bu küme ve getirdikleri hayatın ta kendisidir. Peki sizin böyle bir anınız var mı, rastlantı olamayacağını düşündüğünüz ve şaşırdığınız? Anne babaların insan yaşamında ne kadar büyük bir etkisi olduğunu net bir biçimde görüyoruz: Kaygılı bir anne-kaygılı bir çocuk; bastırılmış bir anne-bastırılmış bir çocuk; kendi ilişkisinden memnun olmayan bir anne-çocuğuna fazlasıyla ilgi gösteren bir anne; ebeveynlerinden yeterince sevgi alamayan bir çocuk-ileride öz güvensiz olan bir yetişkin; geleneklere bağlı ve sorgulamayan bir çocuk-modern yaşamda zorluk yaşayan bir yetişkin ve daha birçoğu… ‘’Bir insanın kendine güvenmesi çocukluk yıllarında çevresine duyduğu güvenle başlar. Bu duyguyu sonradan, kendinden elde edebilmesi oldukça güçtür.’’² Distopyalarda nasıl ki çocuklar yönlediriliyor ya da bir şeye ‘’zorlanıyor’’sa anne babamız da bizi (iyi ya da kötü) belli düzeyde ‘’zorluyor’’. İnkâr edemeyiz ki yaşamımızın Büyük Birader’i ebeveynlerimizdir ve bazen belli bir döneme kadar bazen de ömrümüzün sonuna kadar öyle kalırlar. Yaşadığımız ve şu an yaşıyor olduğumuz şeylerin birçoğu çocukluğumuzdan ve ebeveynlerimizden kalma: belki öfkemiz, belki huzurumuz, belki kaygılarımız, belki rahatlığımız… Evet, bu konuda şanslı veya şanssızız fakat bu demek değildir ki hiçbir şeyi değiştiremeyiz. Aksine, gerek bir anne ya da baba, gerek bir evlat gerekse her ikisi olarak da bunları değiştirebiliriz. Görmezden gelmek, kabullenmemek, sorumluluk almamak ya da umutsuzluğa kapılmak daha büyük sorunlara yol açacaktır şüphesiz. ‘’Aşırı hoşgörü ve disiplin noksanlığı çocukta bencil ve topluma karşıt davranışlarla sonuçlanır. Katı bir disiplin ise ana-babaya karşı korku ve öfke yaşanması, girişim noksanlığı ve insanlara dostça yaklaşamama gibi zararlı sonuçlar doğurabilir. Aşırı kısıtlayıcı tutumlar da baş kaldırıcı davranışlarla sonuçlanır ve çocukta ana-babanın görüşleriyle uyuşmayan dış etkilere doğru bir yönelme görülebilir. Önemli olan, çocuğu kendine özgü dünyası olan bir varlık olarak kabul edebilmektir.’’³ ‘’Gerçekte her yaşta her şey yaşanabilir, ama yaşını da yaşayarak!’’⁴ Her insanın yaşamında bulunur bu ‘’yaşından büyük’’ ve ‘’yaşından küçük’’ insanlar, bazen de insanın kendisidir. Bazıları çok soğuk, çok sert davranırlar, bazılarıysa çocuksu ve komik. Toplumumuzda ‘’fazlasıyla ciddi olma’’nın, bunu abartmanın ‘’önemli ve ağırbaşlı’’ biri gibi görünmekle özdeşleştiğini düşünürsek aşırı soğuk olmaları ve bunun ölümü anımsatması pek de şaşırtıcı değildir. Aynı şekilde mutlu olmanın, gülmenin ve rahatlamaya çalışmanın da ‘’kötü bir şey’’ olarak algılandığını düşünürsek ikinci durum da şaşırtıcı değildir. Bu durumların normal olduğu zamanlar da vardır, bazen insan akranlarında kendi bilinç düzeyinde kimseyi bulamaz ve yalnız hisseder, içine kapanır. Ta ki o içine kapanıklığı dışa vuracak biri ortaya çıkana kadar bekler, yaşını da kendini de yaşayamaz… Tabii yaşından büyük ya da küçük olan, hayatından memnun, sosyal yaşamında da başarılı, ‘’yaşını yaşayan’’ insanlar da vardır (ilki için daha olasıdır). Aynı şekilde, yalnız kalmayı ve yaşını aşmışlığıyla yaşamayı tercih eden, mizacı böyle olan insanlar da olabilir. Toplumun ‘’normal’’ algısı ne kadar geniş olursa ve farklılıklara hoşgörüyle karşılayabilirse, hangi türden olursa olsun insanlar kendini soyutlamaz. ‘’Bir grubun genç üyelerinin eğitimi ne kadar yoğun ve tek yönlü olursa, üyeler de o ölçüde birbirine benzerlik gösterir ve bireysel farklılıklar azalır. Böylece sınırlı ve değişmez görüşleri olan bir toplum oluşur,’’⁵ der Engin Geçtan, ''normal'' algısının eğitimle nasıl şekillendiğini göstermek, eğitimin önemini tekrardan vurgulamak için. Asıl önemli olan yine dengeyi sağlamak, ‘’yaşını da hayatı da yaşamak’’tır. Peki siz neler düşünüyorsunuz? Sizce ülkemizde ya da başka yerlerde insanlar ‘’yaşını yaşıyor’’ mu? Farklılıklara nasıl bakılıyor, nasıl bakılmalıdır? Farklılıklar neyi ifade eder? ‘’Kızgınlığı sevmek ilk başta anlamsız bir tanım gibi görülebilir. Ancak, gerçekten de bazı insanlar yalnızlıklarını ve boşluklarını gidermede kızgınlık duygusunu uyuşturucu bir madde olarak kullanır ve diğer insanlara karşı yaşadıkları sürekli öfke sayesinde kendileriyle yüzleşmekten kaçınırlar.’’⁶ Aslında Engin Geçtan, sadece burada değil, kitap boyunca ‘’kızgınlık’’ ya da ‘’kızgın biri olmak’’ kavramlarını her an somurtan ve insanlara ha bire bağıran biri olarak ya da her an huzursuz olmak gibi değil, kızmaya ve her an somurtmasa da somurtmaya, ters, anlamsız tepkiler vermeye meyilli olmak anlamında kullanmıştır. Dolayısıyla bazı insanlar (belki de çoğu) günlük yaşamlarında kızgın olarak adlandırılıp adlandırılmasa da kendilerinin kızgın olduğunu bilirler, hatta bazen dile getirirler. Tartışmalarda konu her ne kadar normal veya sıradan olursa olsun kendilerine bir an (genellikle konu açılır açılmaz) ‘’saçma’’ göründü mü hemen kızarlar ya da kızar gibi tepki verirler. Konuyu düşünmek ya da konu ne olursa olsun bunun bir sorun olabileceğini düşünmek yerine kızgınlığı uyuşturucu bir madde olarak kullanıp ‘’yüzleşmekten kaçınırlar’’. Sizin etrafınızda böyle insanlar var mı? Onların kendilerine bakış açıları ve sizin onlara bakış açınız, davranışlarınız nasıl? Onlar hakkında neler düşünüyorsunuz? ‘’Bir insanı sevmek, onun gerçeklerini anlamaya çalışmayı da içerir.’’⁷ Bu alıntının önemi sadece insanlar arası ilişkiyi çok güzel özetlemesi değil, aynı zamanda bunu ‘’anlamaya çalışmak’’ fiilini de kullanarak yapmasıdır. Günlük yaşamda az ya da çok ilişkimiz olur ve bu insanların bazılarını severiz, bazılarını sevmeyiz, bazılarına karşı da araftayızdır. Ama bu insanlar hakkında hiç düşündünüz mü, sevmediğiniz ya da sevdiğiniz bir hareketi yaptıklarında onları neden yaptıkları hakkında kafa yordunuz mu? Özellikleri, neden sevdiğiniz ya da sevmediğiniz hakkında? Onların ‘’gerçekler’’i, düşünceleri, duyguları, hareketleri, ‘’ruhları’’ hakkında? '’Ruhu anlatmak olanaklı mı?’’⁸ der Lermontov ve şüphesiz ruhu anlatmak olanaksızdır; kendimizi dışa vurduğumuz dil, içinde çoğu şeyi barındırmaz. Aktardığımız şeyler kendi süzgecimizden, tecrübelerimizden ve düşüncelerimizden hedefin ya da hedeflerin süzgecine, tecrübelerine ve düşüncelerine varır ve farklılaşır. Ruhu, gerçekleri anlatmaya ve ‘’anlamaya çalışmak’’ vardır. Bir insanı ne kadar çok anlamaya çalışıyorsanız ve onun ‘’gerçekleri’’ üzerine ne kadar çok düşünüyor, harekete geçiyorsanız ilişkiniz o kadar verimli, huzur verici ve devamlı olur. Sadece bir ömrümüz var ve ömrümüzdeki değerli insanların (ya da incelemek istediklerimizin) gerçeklerini bilmeden, onları anlamaya çalışmadan ve değerlerini yeterince bilmeden göçüp gitmek ister miyiz? ''Anlamaya çalışma'' olgusunun belki de en güzel örneği Dostoyesvki'nin Suç ve Ceza'sında bulunur. Bir katil olan ve toplumun hiçbir şekilde anlamak isteyemeyeceği (nitekim Diriliş'te de Tolstoy katilleri, suçluları ''anlamaya çalışır''), haksız da olmadığı, hemen dışlayacağı ve ''Neden bunu yapmış, yapıyor ki?'' diye sormayacağı Raskolnikov'u anlamaya çalışır Sonya. Raskolnikov ona kasvetli bir ortamda kendi durumunu anlatır fakat bunu ona yakın hissettiği için yapar, beklentisi olduğu için değil. Sonya'ysa onu anlamaya çalıştıktan, üzerine düşündükten sonra etkileyici, gözü yaşlı bir bakış atar ve ''Kim bilir ne acı çekmişsindir!'' der. Sonya'yla Raskolnikov'un duygularının ve ruhlarının birleşimini gösteren, anlamaya çalışmanın ne kadar değerli olduğunu vurgulayan çok önemli, insanı çarpan bir sahnedir. İsterseniz devam etmeden önce arkanıza yaslanın ve kendinizi, hayatınızdaki insanları, okumuşsanız Suç ve Ceza'yı, okumamışsanız da okumayı düşünün… ’’İyi insan, çevresine olduğu kadar kendisine karşı da iyi olan kişidir.’’⁹ Biraz önce başkalarını anlamaya çalışmanın öneminden bahsettik fakat kendini anlamaya çalışmayan, ne düşündüğünü bilmeyen, kendine saygısı olmayan, kendini hor gören insanın uzun ve verimli bir şekilde başkalarına değer vermesi olanaksızdır çünkü anlama süreci başkalarından değil, insanın kendi tecrübelerinden, duygularından ve düşüncelerinden ileri gelir. Bunlar her daim şekillenir ve devinir fakat insanın kendine olan bir bakışı, düşünceleri, ‘’eskiz’’i olur. Burada kastettiğimiz şey insanın ruhsal açıdan harika olması değildir, insan savrulabilir ve hem kendine hem de başkalarına olan düşünceleri bulanıklaşabilir fakat olay ‘’kendi’’ olunca belli bir tutum sergiler; kendine iyi olmaya, her daim devinmeye, çabalamaya, umutsuzluğa kapılmamaya, çevresindekilere ve kendine yardım etmeye ve bilinçlenmeye çalışır. İşte bu da ‘’kendine karşı iyi olan kişi’’dir. Bu ‘’iyi kişi’’ye ulaşmak için de kendimizle yüzleşmeli, o zor süreçlerden geçmeliyiz. Yüreklilik gerektiren bu ‘’yüzleşme’’ler bazen çok zor, yıkıcı olabilir; insan metafizik kaygılar, ön yargılar, sosyal problemler, kişiliğinde kusur bulmak gibi birçok sorun yaşayabilir. Her ne kadar zor, yorucu olursa olsun bunlar geçip gittiğinde, insan o ‘’yüzleşmeler’’in huzursuzluğunu atlattığında kendine çok daha yakın olduğunu hissedecektir, aynı şekilde kendini hem geliştiren hem de ‘’ben’’ yapan şeyin onlar olduğunu da. ‘’Acı da verse hoşlanmadığımız kendimizle yüzleşebilmeli ve bu yüzden asla kendimizi lanetlememeliyiz. Kendini lanetlemek ya da kendine acımak insanın sorumluluklarını görebilmesini engeller. Güçlülük, yürekli olmayı gerektirir. Yüreklilikse insanın kendi gerçekleriyle yüzleşebilmesini içerir.’’¹⁰ ‘’Bir insan ancak kendi içinde devrikse başkaları tarafından devrilebilir.’’¹¹ Bir insanın kendine güvenmemesi için birçok sebebi olabilir çünkü bazı insanlar kötü şeyler için sebep bulmada oldukça profesyoneldirler. Mutlaklığın olmaması, şüphecilik, entelektüel yetersizlik, aile baskısı, sosyal hayatın baskısı, toplum baskısı ve daha birçok şey… Bazı insanlar da pek tabii karamsarlığa ya da karamsarlığı beraberinde getirebilecek bazı yapılara daha yatkındır; kaygı, obsesyon gibi. İnsanın geçmişi ve tecrübeleri onu böyle olmaya itiyor da olabilir, zihninde oldukça olağan bir durum için bile korku ve kaygı dolu, olumsuzluk dolu kodlar vardır. Hepsi insanı kendine yabancılaştırmaya götürebilir fakat insan kendine inanırsa, düşüncelerine güvenirse kimse onu deviremez. Fazla iddialı bir cümle mi oldu? Devirebilir mi? Devirebilir ama bu devirme bazı insanlar için yıkıcı olmaz, bazıları için olur. Örneğin Diriliş’teki Maslova karakteri kendi yaptığı işin pek değerli olduğuna o kadar çok inanmıştır ki, değersiz olduğunu fark edince çıldırır. Düşüncelerine körü körüne inanan bir insanın kabuğunu kırmak (eğer bir kişi kırıyorsa), hem kıran kişiye sert karşı çıkacağı hem de bunu fark edince ciddi bir çöküş yaşayacağı için zordur; nitekim Maslova da kabuğunu kıran Nehlüdov’a oldukça sert davranmıştır. Bu sertlik ve çöküş, başkaları ya da kendin tarafından, içinde ‘’devrik’’ olduğun için, oluşur. Düşüncelerine yanılma olasılığı olabilecek şekilde, o anki durumun en iyi açıklamasını benimseyerek, bazen de Puşkin’in Seviyordum Sizi şiirindeki gibi tatlı bir şekilde güvenenler için düşüncelerini değiştirmek bazen zor olsa da çoğu zaman ilk durum kadar acı verici, ‘’devirici’’ değildir. Siz devrilme konusunda, düşüncelerinize ve kendinize güven konusunda nasılsınız? ‘’İnsan bir zaman tüketicisidir. Üstelik bize ayrılan bu zaman oldukça sınırlıdır da. Ama yine de çoğumuz yapmak istediklerimizi sonsuza dek zamanımız varmışçasına erteleriz. Yaşamımız boyunca yitirdiğimiz bazı şeyleri yeniden elde edebilir ya da yerine başka şeyler koyabiliriz. Ama tükettiğimiz zamanı asla!’’¹² Bu alıntıyı okur okumaz aklımıza hemen kendi zaman algımız gelir. Zaman harcama konusunda nasılızdır, zaman algımız nasıl, zamana gereken değeri veriyor muyuz, zamanımızı neyle geçirmek istiyoruz, neyle geçirmeliyiz, bu konuda ne yapmalıyız?.. Bunun ardından da hemen sorgulamalar, huzursuzluklar ve bazen de takdirler gelir. Belirli zamanlarda algımız öyle geniş, öyle hassastır ki ne yaparsak yapalım bizi rahatsız eder çünkü zaman akıyordur ve biz bir şey yapamıyoruzdur. Bu tedirgin edici ruh hâlinde insan istemsizce baskı altında hisseder, aslında bunun bazen verimle bile alakası yoktur, sadece ‘’zaman harcamak’’ın rahatsızlığı vardır üzerimizde. Bunu atlatmak için pek çok yöntem geliştirilebilir tabii birçok farklı disiplin tarafından ama en önemlisiyse buna fazla takılmanın zamanımızı harcamasıdır. Bu zorunlu ironi zihnimizde belirdiğinde bir tık daha rahatlarız ve rahatladığımız için de hayata ve çözüm yollarına daha çok odaklanırız; bazen de rahatlamayız çünkü zamanımızı boşa geçirdiğimizin farkına varıp yine o hâle odaklanırız. Bu zinciri kırmak kolay değildir fakat ‘’her şeyden değerli zamanımız’’ için zor da olsa göğüs gerilebilecek bir şeydir. ’’Eksiklik duygusu, yarattığı hoşnutsuzluğa karşın yaşanması da kaçınılmaz bir olgudur. Üstelik insanın yaşamını sürdürebilmesi ve gelişebilmesi için zorunludur. Çünkü eksikliğin fark edilmesi insanı güdüler ve eyleme geçirir.’’¹³ Eksiklik duygusu da belli bir zaman algısı sorunudur ve bunun yoğun hissedilmesi rahatsız edicidir fakat belli açılardan faydalıdır. Zaman algısının olmamasının, o ‘’eksiklik’’i hissetmemenin de aynı şekilde yıkıcı ya da yapıcı olabilir; bir yaşlı için geçmişini boşa geçirdiğini düşünmek ya da hissetmek, onun için ciddi sorunlara yol açabilir, aynı şekilde kendine çekidüzen de verebilir. Bir genç ise zamanını boşa harcadığını görüp kendini düzeltirse ve zaman algısını daha hassas, daha dikkatli kılarsa bu onun için oldukça yapıcı bir şeydir çünkü zaman algısı hayattaki çoğu şey gibi ikilik içerir: Boşa geçirmezsek dolu zamanları, dolu geçirmezsek boş zamanları algılayamayız. Bu açıdan bakarsak iki zaman da bizim için oldukça değerlidir, önemli olan ikisinin arasındaki dengeyi kurup zihnimizi bu konuda boğmamaktır. Kaynakça: *(Engin Geçtan, İnsan Olmak, Metis Yayınları, s. 159) ¹(Engin Geçtan, İnsan Olmak, Metis Yayınları, s. 7-8) ²(a. g. e, s. 32) ³(a. g. e, s. 48) ⁴(a. g. e, s. 155) ⁵(a. g. e, s. 19) ⁶(a. g. e, s. 63) ⁷(a. g. e, s. 41) ⁸(Lermontov, Hançer, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 114) ⁹(Engin Geçtan, İnsan Olmak, Metis Yayınları, s. 58) ¹⁰(a. g. e, s. 82) ¹¹(a. g. e, s. 83) ¹²(a. g. e, s. 105) ¹³(a. g. e, s. 74)
İnsan Olmak
İnsan OlmakEngin Geçtan · Metis Yayınları · 201922,8bin okunma
··
1.368 görüntüleme
Yasemin okurunun profil resmi
Yine kendi düşüncelerin ve başka yazarların eserleriyle harmanladığın özverili bir inceleme olmuş. Kitabı okumasam da incelemeden çok şey öğrendim. Emeğine sağlık:)
Fëanor okurunun profil resmi
Bir şeyler öğrenmene çok sevindim; benim de amacım yeni bakış açıları kazandırmak, yeni duygular oluşturmak, yeni düşünceleri ateşlemek. Faydam dokunduysa ne mutlu bana, teşekkür ederim. :)
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.