Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

376 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
spoiler “hâlâ mı erdem!” marquis de sade (marki dö sad), her şeyden önce önyargıya karşı savaşın onurlu, tutkulu, yılmaz ve sarsılmaz bir neferiydi. bu niteliğinden hareketle sade, onu okumadan önce önyargılarını bir kenara bırakmayanları, anlattığı öykülerdeki vahşet, derin şehvet duyguları ve sadizm unsurlarıyla egale etmeyi başaracağının farkındaydı. hangi çağda ve kimler tarafından okunursa okunsun, önyargının olduğu yerde sade’ın kendisi gibi eserleri de nefes alamazdı. bence bu, onun karizmatik duruşunun yüce ifadesi ve büyük başarılarından birisi olma anlamı taşıyor; bilinçle inşa ettiği yöntemi sayesinde, nefret ettiği kitlenin malzemesi hâline gelme riskini, daha başından böyle bir zeminin altını dinamitlerle döşemeyi asla ihmal etmeyerek bertaraf ettiğini net şekilde görebiliyoruz kendisinin. bunlardan hareketle sade, hitap ettiği kitleyi, eserlerinin içeriğindeki aşırı doz etkisi gösteren erotik detaylar sayesinde belli şeyleri aşmış bir toplulukla sınırlıyor ve kendisinin sevme lütfunda bulunduğu, ciddiye aldığı tek topluluk da önyargılarını aşmayı başarmış insanlardan başkası olamayacağından, bu konuda başarıya ulaşıyordu. özetle, sade’ı okurken, onun neyi nasıl yazdığına, kurgularını neleri gözeterek oluşturduğuna bakarken ilk iş olarak buradan başlamamız gerektiğini bilmeliyiz. böylece önyargıyla nasıl savaşılır, düşmanın malzemesi hâline nasıl gelinmez gibi meselelerin nüveleriyle ilgili ipuçlarını da elde etmiş oluruz. ilk nokta bu. marquis de sade’la ilgili akıldan çıkartılmaması gereken en önemli şeylerden ilki, kendisinin bir ordu mensubu olduğu süreçten geçtiğidir. yani bu adam bir savaşçıdır ve gerçekten savaşlara katılmıştır. bir askerin/savaşçının hayatta kalabilmesi için taşıması gereken niteliklere sahiptir sade. bu nedenle onu bir “nefer” olarak tanımlamak hem kelimenin gerçek anlamıyla hem de cephenin dışındaki alanlarda geçerliliğini koruyan bir teşhis niteliği taşır. ikinci önemli nokta ise fransa’da 1740 – 1814 yılları arasındaki –sade’ın hayatta olduğu tarihler arasındaki- dönemin toplumsal özellikleridir. sade ve onun eserleri özelinde bu dönemin gerçeklerine bir mecburiyet olarak bakmak gerekmektedir; öyleyse bilinmesi gerekenleri özetle saymak zorundayız: 1789 fransız devrimi’ne kadar, yani sade’ın hayatının ilk kırk dokuz yılında kilisenin/hıristiyanlığın, dolayısıyla dogmatizmin toplumu/toplumsalı belirlemede ölçüt alındığı, aydınlanma öncesi bir “son dönem” söz konusudur. hıristiyanlık öğretisi, “erdem” sözcüğüyle kavramsallaştırılmakta ve özetlenmekte; tanrının yolunda yürüyen uslu ve dünyevi keyiflere sırtını çevirmiş insan, basitçe, “erdemli insan” olarak ifade edilmekte ve mutluluğun tek yolunun bu olduğu dikte edilmektedir. bu dönemde, kilise öğretisi, cinsel ilişkinin keyif/haz almak için yapılmaması gerektiğini dayatmaktadır örneğin. ilişkiler, çocuk yapmak amacıyla ve misyoner pozisyonuyla sınırlı kalınarak gerçekleşmelidir kiliseye göre. hamilelik döneminde seks uygunsuzdur ve benzer şekilde “amaçsız seks”, islam dinindeki “mekruh” kavramı gibi ele alınmaktadır; yapmasanız daha iyi şeklinde ifade edebiliriz bunu. kadın, bir günah yuvasıdır ve cinsel ilişkiden haz alması, şehvet duygularını gizlememesi ya da ötelememesi, erkekleri baştan çıkartması gibi şeyler affı olmayan birer erdemsizlik örneğidir; “öbür dünyada” cehennemden kurtulma şansı yoktur o kadının. anal seks ve eşcinsel ilişki kesinlikle yasaktır ve yapan öldürülmektedir. toplumda bir efendi – uşak/efendi – köle anlayışı vardır. kadınlar, erkeklerinin ve/veya efendilerinin hizmetkârıdırlar. sadece kadınlardan müteşekkil olmayan bir alt sınıf da vardır, toplumun neredeyse yarısı dilencidir ve bu olağanlaşmıştır. alt tabakaya mensup sınıfa doğan insanların meşru ve o döneme göre en güzel hedeflerinden biri, bir efendinin hizmetkârı olabilmektir örneğin. iyi huylu bir efendinin bir yoksulu hizmetçisi, arabacısı vb. olarak evine alması, yoksul için hayatının kurtulması anlamına gelmektedir. bu konunun üzerinde durma nedenim, bugünden bakıldığında kabul edilemeyecek bir toplumsal düzenin o dönemde gayet olağan olduğu, bunun alt sınıf için de olağan kabul edildiğidir. ortam budur ve bu ortam kendine has bir kültür de yaratmaktadır (efendi-uşak kültürü denebilir), böyle bir kültüre doğmaktadır insanlar ve efendi kimdir, niye vardır gibi bir sorgulama söz konusu değildir. kilise, işte bu düzeninin temininden sorumlu olarak alt tabakadaki insanları dünyevi olanı boş vermeye yöneltmekte, onların erdem denilen öğretiden şaşmamaları gerektiğini ve ancak bu şekilde sonsuz mutluluğa kavuşabileceklerini vurgulamaktadır. dönemle ilgili en berbat şeylerden birisi ise, nüfuzlu, zengin kişilerin tam anlamıyla bir saltanat hayatı yaşamaları, yasaların da bu tayfadan yana olması, suç işleyen aristokratların/zenginlerin krala, konta mektup yazarak birçok suçtan paçayı kurtardıklarıdır ki bunlardan birisi de marquis de sade’dır. yani aristokratlar çok rahattır. sözgelimi bir hizmetçi efendisinden şikâyetçi olduğunda o hizmetçinin haklı bulunması çok düşük bir ihtimaldir. gerçekten haklı olsa dahi –ki genelde haklıdır– “bir aristokrata mı inanıyorsunuz yoksa bir yoksula, aç kalmamak için her suçu işlemeye meyyal bir hizmetçiye mi?” şeklindeki mantık yürürlüktedir fiilî olarak. diğer yandan yine yoksulun haklı, zenginin haksız olduğu durumlarda mevzular kolaylıkla halı altına süpürülebilmektedir; çünkü yoksulun bir değeri yoktur, görmezden, duymazdan gelinerek kırbaçlanabilir yoksul, teselli ise öteki dünyada sağlanacağı umulan adalettir. fransız devrimi’nin ayak seslerinin yaklaştığı o yıllarda sade tüm bunlara bakar ve yozlaşmanın daha dipte yaşanamayacağı bir dönemin içerisinden geçtikleri teşhisini yapar. böyle bir yozluktan daha ötesi mümkün değildir ona göre ve her dönemde olduğu gibi bu dönemde de yozluğun sürdürülmesi adına insanların “yozlaşmamak için” erdemin yolundan ayrılmamaları gerektiği vurgusu yoğundur; yani kitle, zaten olağan hâle gelmiş bir durumla korkutulmakta, sindirilmektedir. bunun ne tür bir algı manipülasyonu olduğunu, 2002 – 2017 türkiye’sine bakarak birçok örnekte görebiliriz: sarayda yaşayan adamın rakipleri için “bunlar monşer!” demesi ve kitlesini “o monşerlerden” koruyormuş gibi kendisini konumlandırması. egemen, neyi kendi elleriyle gerçekleştiriyorsa kitleyi de ondan koruyormuş gibi bir tavır takınmaktadır. işte sade’ın yaşadığı dönemde “yozlaşma” kavramı da tıpkı böyle bir işleve sahiptir. son bilgi ise, akademik bir çalışmaya dayandırmadığım ancak geçmiş yıllara bakarak çıkarsayabildiğim, aslında metinde önemli bir yer işgal etmeyecek olan ama sade’ın eserleriyle ilgili bugünden kalkılarak yapılacak yorumlamalarda sapmalara neden olabilecek cinsel erişkinlik yaşıdır. sade’ın eserlerinde bir kız çocuğu on dört yaşında yetişkinliğe adım atmakta, on altı yaşına geldiğinde ise tam anlamıyla yetişkin kabul edilmekte ve cinsel ilişki açısından uygun görülmektedir. 1900’lü yılların başında, kendi nenelerimiz ve dedelerimizde de benzer bir şeyi görürüz. bu, sağlıklı ve doğru olduğu anlamına asla gelmemekle birlikte, on dört, on altı gibi yaşlarda evlenen kız çocuklarına sıklıkla rastlanır, evlenecek çağa geldiği iddia edilen kızlarla kast edilen genelde bu yaş grubuna mensup kızlar olarak karşımıza çıkar. sade’ın sözgelimi eşcinsel ilişkiden bahsederken verdiği düşünsel tavize ya da bu görüntü altında gerçekleştirdiği alay edişe, kızların yaşları hususunda rastlanmamaktadır. eşcinsel ilişki dine ve yasalara aykırı ölümcül bir eylem olarak ele alınırken on altı yaşındaki bir kız en güzel çağındaki ideal eş olarak herkes tarafından kabul edilir eserlerinde. zamanla daha geç olgunlaşma, cinsel erişkinlik yaşının daha ileri yaşlara kayması gibi mevzular benim sınırlarımı aştığı için konuyla ilgili araştırma yapmak isteyenler ya da bilenler daha iyi yorum yapacaklardır muhakkak. sadece ne toplumda ne de sade’da bu konuda bir uygunsuzluğun varlığı hissedilmektedir. bunu bilmek, dönemi şartlarıyla ele almak adına önemlidir. diğer türlü bağlamdan sapma tehlikesi ortaya çıkar. evet, bunlar da ikinci nokta. artık mevzuya gerçek anlamda giriş yapabiliriz. başlayalım. sade’ın en önemli niteliği, olabilecek en radikal düzeyde bir din düşmanı olmasıdır. sonsuza dek bu dinin öğretilerini aşağılayalım diye buyurur anti-kahramanlarının sesleri aracılığıyla. mezara gömülmesi ve gömüldükten sonra bir daha asla geri çıkmaması gereken aşağılık bir öğretiler bütünüdür dinin öğretileri ona göre. bu durumda sade’ı anlamak adına, onun “savaşmam gerekiyor!” dediği ilk cephelerden birini teşhis etmiş bulunuyoruz: din. sade, bunu yapabilmek için yaşadığı dönemde çok güçlü olan dinin tanrısı yerine başka bir tanrı önermek zorunda hissetmiştir kendisini. ancak ve ancak alternatifi ortaya koyarak savaşa girebileceğini bilmesi, onun filozof ve devrimci olduğunun en açık kanıtıdır benim için. eğer dine saldıracak isem, onun yerine başka bir şey koymalıyım diye düşünmüştü. henüz saldırıya geçmeden yaptığı stratejik bir çalışmaydı bu ve sade, dinde sözü edilen tanrının olmadığını, tanrıyı arayanlar için tanrının doğa’dan başka bir şey olmadığını öne sürdü. böylece isa’nın ve onun babası olduğu sanılan hıristiyanlık tanrısının yerine doğa’yı oturttu. tanrı yoktur dedikten sonra herkesin ondan bir alternatif bekleyeceğini öngörmüştü ve alternatifini bulduktan sonra işe girişmişti, isa ve babasının alternatifi doğa’ydı ona göre. dolayısıyla sade, bunu zihninde oturtarak ve bu düşünceyi bütün cephanelerinin üretildiği fabrika yerine koyarak aslında vereceği savaşta ve inşa ettiği felsefesinde doğa’yı, doğa kanunlarını merkezine almış oldu. gerçekten de inancı doğa mıydı, doğa kanunları mıydı tartışılır ancak bana kalırsa sade’ın en büyük derdi yaşadığı toplumsal düzen ve bu düzenin mimarı olarak dindi. bunlara çomak sokmaktan başka hiçbir şeyi umursamıyordu. bu çomağı sokabilmek için geliştirdiği strateji de dinin tanrısının yerine doğa’yı ikame etmekti. böylece kendi kendisine bir tartışma alanı üreterek/yaratarak, felsefi tartışmalarını kendi yarattığı alanda gerçekleştirerek yozlaşmış toplumun gerçek yüzünü, önyargılı olmanın pisliğini ve cehaleti işaret eden yönünü, sonsuz aptallığı, sofuluk safsatalarını, hıristiyanlık/din belâsının korkunç maliyetlerini ve tutuculuk adına ne varsa hepsinin özündeki insandışılığı ortaya serebilecekti. içine doğduğu kültüre baktı: olağan hâle gelmiş efendi – köle ilişkisini gördü onda. bu dünyada bir hizmet edenler bir de sefa sürenler vardı sadece. her koşulda güçlüler haklı, güçsüzler haksızdı ve buna benzer her şey doğa kanunlarına uyuyordu; doğada da güçlü olan ayakta kalıyor, zayıf olan eleniyordu: doğal seleksiyon. derken adına uygarlık dedikleri bir örtü serilmişti insanlığın üzerine. bu, durumları değiştirmediği gibi, zaten mevcut olan şartları sözde kötüleyerek ve bazı küçük tavizler vererek sürdürmekten ibaretti; o küçük tavizler en çok sade’a dokunuyordu. erdem kavramı yozlaştırılarak düşmanın eline, kiliseye geçmişti ve sade, düşmanı silahsız bırakmak için erdem kavramına saldırması gerektiğini çok iyi kavramıştı. tam da bu noktada iki tane tezle karşı karşıya kalıyoruz. bir) sade, kötülüğe ve erdemsizliğe yaptığı övgülerle aslında bağlamından kopartılmış gerçek kötülüğün ve gerçek erdemsizliğin karşısında yer almak niyeti gütmüştü. çünkü kendisi aristokrattı ve zaten hâlihazırdaki düzeni bozmak aslında kendi çıkarları için daha işlevsel olan düzeni bozmaktı. gerçekten kötü ve sinsi olsaydı, işine gelen bu sistemin sürmesi için erdemi, dini övmesi gerekirdi ki köleler köle olarak kalabilsinler; böylece o da içine doğduğu konforun keyfini sürebilsin, magazin haberi tadında bir örnekle hizmetçilerini şevkle kırbaçlamaya devam edebilsin. ancak o, bunu yapmadı. o, destekleyerek keyfine keyif katacağı düzenin sürmesini sağlamaktansa tanrıyı ve erdemi hedef tahtasına oturtmayı seçti. eğer bir yoksul, yani alt tabakadan gelmiş birisi olsaydı onun çabasından böyle bir tez çıkmazdı ancak kendisi zengin ve soyluydu, buna rağmen kendisini var eden ve kendisine çok şey vadeden düzenin altına dinamit döşemeyi tercih etmişti. iki) sade, ne olursa olsun, kim ne derse desin ve ne yaparsa yapsın, hazlarından asla vazgeçmeyecek kadar tutkulu, duruşunu hiçbir koşulda bozmayacak kadar onurlu (şövalye onuruna sahip) bir insandı. yazmaya başladığı kırk yaşına kadar birçok kez şehvetinin neden olduğu “suçlardan” tutuklanmış, hapsedilmiş, her ne kadar soylu olmasından dolayı genelde aklansa da rahat yüzü görmemişti –uygarlık yanılsamasının sürmesi adına verilen küçük tavizlerin kurbanı olmuştu-. öyleyse hazlarının peşinden rahatça/engellenmeden gidebilmek için mevcut düzenle savaşa girmesi gerekiyordu. yani tamamen bencil kaygılarla fakat inandığı doğrular adına. benim şahsi düşüncem, sade’ın felsefesinde ortaya attığım iki tezin bir bileşkesini gördüğümüz ve kendisinin bunu matematiksel denebilecek bir sistematiğe oturtmayı başardığıdır. insanları hazzın sularına çekerek ve erdemsizliği överek nefret ettiği dinle ve dinin yarattığı yozlaşmayla savaşmak istiyordu. diğer yandan herkes hazda ve erdemsizlikte biriktiğinde kendisinin sınırsız şehvet duyguları engellenmemiş, dünya tam anlamıyla haz odaklı bir yer hâline gelmiş olacaktı. zaten öbür dünya ve tanrı yoksa –ki ona göre yoktu- bu dünyada yaşamanın en yüce anlamı hazla yaşamak ve hazla ölmek olabilirdi sadece. bedeli kimin ödeyeceğini ise yaşadığı dönemin şartlarından hareketle doğa kanunları işaret ediyordu: zayıflar, yani ahmaklıkta diretenler, kendilerini sınırlayanlar ve bu nedenle başlarına geleni hak edenler. burada, bir noktanın altını çizmemiz gerekiyor. sade’ın “zayıflar” olarak ifade ettiği grupta, sanılanın aksine, “kadınlar ve zayıf erkekler” gibi bir kapsam söz konusu değildir. sade, her ne kadar yine yaşadığı dönemin şartları nedeniyle kadınları erkeklere oranla daha zayıf kabul etse de kadınların da bu hayattan keyif alabileceklerini ve güçlü erkeklere tâbi olarak erkeklere oranla daha zayıf olan varoluşlarını teselli edebileceklerini öneriyordu. sade’a göre kadın cinselliğinin zirvesi, onun tabiriyle “venüs tapınakları,” yani vajina başta olmak üzere kadınların tüm tapınaklarının tarumar edilmesiydi ve haz ancak acıyla taçlandığında doruğa ulaştığına göre, cinsellikte sınır kaygısı gütmeyen bir kadın, doğru tercihi yapmış olan kadındı. ona göre kadının zayıflığı ve aptallığı, erdem/iffet denen şeye tutunmasında ve kendisini sınırlandırmasında ortaya çıkıyordu. yine ona göre kendisini serbest bıraktığı, bütün kaygılarından arındığı ve acıyla bağlantılı hazla yoğrulduğu, ilişkideki konumu gereği itaat etmenin sularına girdiği noktada ise kadının şahsi hazları için en doğru seçimi yaptığı, yani ahmaklaşmadığı ve zayıf insanlara has reflekslere başvurmadığı sonucu doğuyordu. sade, bir kadının erkeğine bütünüyle teslim olmasının kadın için en yüce hazların kaynağı olduğunun, erkeğinin uygulamalarına sorgulamaksızın riayet ettiğinde, yani yönetildiğinde ve bundan hicap duymadığında meta olmanın ötesine geçerek hazdan yararlanabildiğinin, hazzı yaşayan ve duyumsayan bir özne olabilmek için yegâne koşulun bunlar olduğunun inancındaydı. dolayısıyla bedel ödeyecek zayıflar, zavallılar ile kastettiği, tümüyle kadınlar ve zayıf erkekler değildi aslında. o döneme göre kadın, ön tarafındaki boşluktan dolayı sefilliğin anıtıydı zaten ama bundan sıyrılabilirdi sade’a göre. koşul ise şehvet duygularını serbest bırakması ve ipleri onu yönetecek olana gönüllüce vermesiydi. böylece kadın da hazla yoğrularak güçlüler sınıfındaki yerini alabilecekti. sonuç olarak, amiyane tabirle, “alan memnun, veren memnun,” şartları sağlandığında ve bütün kitle buna koşulsuz uyumlandığında, dinin üzerinde şehvetle tepinen ve onu bir daha çıkmamak üzere toprağa gömen, bu gömme eylemini zevk sıvılarıyla katılaştırarak zaferini taçlandıran mükemmel topluma ulaşılabilecekti. insanlar, öbür dünyanın olmadığı, her şeyin burada yaşamakla sınırlı kaldığı gerçeğini kavrayacaklar ve madem öyle, sadece haz için, en büyük hazlar için yaşayalım diyebileceklerdi. kilisenin mutluluk için önerdiği erdemli ve fazlasıyla sınırlı yaşamdansa gerçek mutluluğu deneyimleyecekler ve bu deneyime sadık kalarak kiliseyi tarihin çöplüğüne bir daha oradan çıkmamak üzere gömebileceklerdi. azınlıkta kalan ahmaklar ise, güçlülerin haz duygularının kurbanları olacaklar ve böylece doğa kanunlarıyla uyumlu biçimde tek yaşamda, tek dünyada cennet ütopyası gerçeklemiş olacaktı. sade’ın haz anlayışındaki son önemli nokta ise, onun hazzı, suçla ve acıyla taçlanan/doruğa ulaşan bir duygu olarak ele almasıdır. bir yatağın üzerinde seks yapmaktansa, kutsal addedilen isa figürünün gerilmiş olduğu çarmıhın üzerinde seks yapmak, kurşunu kadının içine değil de sözgelimi jesus figürünün yüzüne doğru ateşlemek daha mükemmeldir ona göre. iki insanın aynı anda isteyerek birlikte olmasındansa bir tarafın diğerini zorla baştan çıkartması çok daha fazla hazla doludur. her iki tarafın elleri serbest ve hareket kabiliyetleri hususunda her iki taraf da özgürken yapılan sekstense tarafların iple falan bağlanarak sınırlandırıldığı ve bir ya da birkaç kişinin kurbanı olma konumuna sokulduğu durumlardır asıl haz veren durumlardır insana. sade, kutsal, uygarlık diye dayatılan aptallıklar adına ne varsa hepsinin üzerini menisiyle lekeleyerek ulaşmak ister doruğa. onun, justine adlı başyapıtında, ipler aracılığıyla cesetlerle dolu mezara sarkıttığı ve öleceğine inandırdığı kurbanının üzerine menilerini fışkırtması aslında simgesel bir anlam taşır. mezara indirilen justine ile dinin ve o dinin öne sürdüğü erdemin mezara indirilmesi ve henüz gömülmeden menilerin havai fişekler misali üzerlerinde patlatılması sahnelenir; sade’ın yazarken bile orgazmın doruklarına çıktığının hissedildiği mükemmel bir bölümdür bu. yeri gelmişken sade böyle sahneler vasıtasıyla simgesel anlatımı, naklettiği olaylara ustaca yedirmeyi başarmıştır eserlerinde. o yüzden dikkatle okunursa daha fazla tat alınır metinlerinden. örneğin ensest adlı kitabında, iyi huylu papazı kaçıran haydutlar, onu “efendisini öldürmeyi planlayan bir serseri olarak” teslim etmişlerdir hapsedileceği şatonun kapıcısına. burada, sade’ın “efendi”den kastı şehevi arzulardır. serserilik ise din öğretisidir. dinler ve dinin yolundaki insanlar arzuları öldürmeye çalışarak aslında efendilerini öldürmeye çalışmaktadırlar sade’a göre. kitabın bu bölümünde olay örgüsünün bir parçasını sunarken simgesel anlatımı da içeriğe yedirmiştir sade. bu ve buna benzer tüm detaylarda sade’ın tanrıya/dine indirdiği kırbacın sesleri duyulur, kendisinin edebi dehâsı, filozof yönü, devrimciliği ve savaşçılığı o anlarda daha mükemmel parıldar. sade, işte böyle bir matematikle kurduğu felsefenin neferi olarak kırk yaşında yazmaya başladı. onun yüceliği, düşlerini ilk etapta pratiğe dökerek gerçekleştirmeye çalışmasıydı. yani konuşmamıştı çoğunluğun aksine, yapmıştı. bu bize onun bir şarlatan olmadığını kanıtlıyor, deneylerini zavallı deneklerinin değil, kendisinin üzerinde gerçekleştiren bir bilim adamı misali! bedelini kendisi ödemişti her şeyin ve bundan aldığı güçle, eserlerine laf edenlere ustaca indirmesini bilmişti kırbacını: "gördüğümü yazıyorum, giyotine uzanan sonsuz sırayı. hepimiz dizilmiş, bıçağın çatırtısını bekliyorduk... ayaklarımızın altından akan kan ırmakları... ben cehennemde bulundum genç adam, sen sadece onun hakkında yazılanları okudun." sonra eylemlerle ilerlemesi sekteye uğratılmış, ona konuşmaktan, yani yazmaktan başka yol bırakılmamıştı: hapis hayatı. kendisinin savaşçı kişiliği de tam olarak bu noktada, bence destansı bir tavırla, bir kez daha net olarak ortaya çıkmıştı: “beni bedensel, günaha ilişkin dayanılmaz bir perhize mahkûm ederek mükemmel bir iş yaptığınızı düşündünüz ama yanıldınız; beynimi coşturdunuz, bana can vermek zorunda kalacağım hayaletler yarattırdınız!” sade’ın, eserleriyle egemenleri deli etmesinin başlıca sebebi, şehvet sahnelerinin “sapkınlığa” varan yönleriyle tasvir edilmesi değil sadece, sunduğu düşüncelerin/felsefi tartışmaların hangilerini savunduğunu açıkça belli etmemesi de diğer bir etken. daha doğru bir ifadeyle sade örtülü biçimde taşak geçmektedir ve bunu kanıtlanamaz biçimde hissettirmektedir. aslında savunduğu şey açıktır ancak o kendi kahramanlarından, “bu korkunç adam,” “bu ahlaksız kadın,” “bu dini reddedecek kadar sapkınlaşmış yaratık,” şeklinde söz eder. işte bu bir alay etmedir. kitlenin dilinden konuşmakta, kötü karakterin kötülüğünü kitleyi rahatlatacak sıfatlarla ifade etmekte ancak anti-kahramanlarının safında yer aldığını da hissettirmektedir. sade, bana kalırsa, bu yönteme iki sebepten ötürü başvurmuştu. bir) yaşadığı dönem açısından zaten çok uçlarda gezinen ve bugün için bile rahatsız edici nitelikteki içerikleri yazmaktan korkmayan sade, kitlelere bir teselli vermesi gerektiğini yoksa önyargıya hem kendisinin hem de eserlerinin bir daha dünya yüzü göremeyecek şekilde kurban olacağını fark etmişti. kendisi öldürüldükten ve bütün eserleri, yazıları yakıldıktan sonra dünya üzerinden sade diye biri geçmemiş gibi, verdiği savaşı bir hiç uğruna yürütmüş olacaktı. bu nedenle aslında neyi savunduğunu açıklamaktan korkmasa da işler ciddiye bindiğinde kendisine gerekecek meşru zemini yitirmeme kaygısı gütmüştü. o yüzden örneğin justine yapıtının sonunda da olduğu gibi, juliette’in, justine’nin felaketlerini dinledikten sonra bir anda tövbekâr olması, doğru yolu, yani erdemin yolunu tercih etmesi gibi nüanslar söz konusudur eserlerinde. iki) sade, her türlü tavize alerji geliştiren bir insandı ve gerekirse ölüme yürüyebilecek kadar da onurluydu. eserlerinde sık sık, “bu dinin öğretileriyle sonsuza dek dalga geçelim,” gibi vurgulara başvuruyordu. dalga geçmek, dünyadaki safsatalara karşı takınılması gereken en doğru tavırlardan biriydi ona göre. eserlerinde sıklıkla dalga geçmeyi övmesi, onun “bu korkunç adam,” gibi kullanımlarının böyle bir teselliye tutunmaya hazır “erdemli” kitleyi alaya almasının bir ifadesiydi. sade, etini sıyırdıktan sonra kalan kemikleri atıyordu erdemli insanların önüne, size bu kadarı yeter dercesine aşağılıyordu aslında onları. bence, bu iki durumun da bileşkesine ulaşmayı mükemmel biçimde başarmıştı sade. hem kendisine küçük de olsa bir meşru zemin temin etmişti hem de bundan onuru zarar görmemişti; egemenleri delirten asıl şey de buydu, sorgulamaya kalktıklarında ben erdemsizliği kötüledim diyecekti, serbest bırakılsa insanları baştan çıkartmaya devam edecekti. erdemin yolundakilerle onların ağızlarını taklit ederek dalga geçiyordu. anlattığı felaketlerin okura “vah, vah” dedirtmesi, aciz kitlelerin, kitaplarındaki anti-kahramanlara sövmeleri onun en büyük eğlencesiydi. böylece bir taşla iki kuş vurmuş oluyordu ve kutlu yürüyüşüne devam ediyordu sade. bu bilinçle eserleri okunduğunda ise, onun “kötü” adamlardan ve kadınlardan bahsetme biçimi kaliteli bir mizah tadı veriyordu insana. sade’ın mizahi yönü, kitaplarında kurban rolü verdiği karakterlerinin felaketlerden kurtulamaması, skandalların ardı arkası kesilmemesi, bir süre sonra böylesine bahtsız bir kişinin kendiliğinden komedinin sınırlarına dâhil olmasıyla ortaya çıkıyordu. zaten erdemle kırbaçlana kadın ile kastedilen, erdemin yolundan inatla sapmayan karakterin acılarla terbiye edilmesinin bir ifadesiydi. “hâlâ mı erdem!” diyordu sade. “erdem sana korkunç acılardan başka hiçbir şey vermedi ve hâlâ erdem öyle mi! o zaman al sana erdem!” işte erdemle kırbaçlamaktan kastı buydu onun. bu nedenle erdemden sapmayan karakterin başına gelen her yeni acı, onun erdemle kırbaçlanmasıydı ve mizahi olan da buydu. diğer yandan sade, porno, erotik dergi gibi materyallerin olmadığı, cinsel ilişkinin günah olarak ele alındığı, yani cinsel tatmin için materyal açlığının çekildiği dönemde yapıtlarının içerikleriyle okurları baştan çıkartmanın keyfini yaşıyordu. vajina, anüs, ağız gibi cinsel anlamda kullanılabilecek her bölgeyi kendine has terimlerle ifade ediyordu. sunak diyordu bunlara, “dinen yasak olan sunağını sundu efendisine” gibi ifadelerle anlatıyordu anal seksi. venüs tapınağı diyordu vajinaya ve orada tütsü yakmak, cinsel ilişkideki sertliğin ifadesiydi. sade, erotik sahnelerde bilinçle başvurduğu böyle ifadeler vasıtasıyla destansı anlatımın alanına sızıyordu ve böylece en tutkusuz, en isteksiz bünyeleri bile harekete geçirmeyi (okur kadınsa onu ıslatmayı, erkekse onu ciddileştirmeyi) başarıyordu. tasvir ettiği cinsel ilişkilerde salt seksin ötesi vardı ve her cinsel ilişki bir haz ayininden farksızdı. böyle bir yöntem izleyerek erdemin yolundan sapmayanları, din öğretisinin arzuyu baskılamasını ve bağnazlığı alaya alıyor, okura “ne kaçırdığınızı görün!” diyordu. diğer yandan eserlerin içeriğiyle şehvetleri kabaran okur, suç addedilen şeye ortak olmuş oluyordu. sade, okurlarını en hassas bölgelerinden yakalamıştı ve erdemli insanları, dinin yolundan sapmayanları kıvrandırıyordu. böylece kitabında erdemle kırbaçlanan justine misali, o da okurlarını erdemle kırbaçlıyordu; haz ayinlerinden azade yaşamlarının bedelini onlara ödeterek ve öbür dünya olmayabileceği fikrini zerk ederek insanları hem tahrik hem de provoke ediyor ve en önemlisi; bundan muazzam bir keyif alıyordu. dolayısıyla benim için eserlerinin bu yönü de mizahın sınırları içerisine girmektedir. özellikle daha fazla yazamasın diye maruz kaldığı işkenceleri, kalemlerine ve kâğıtlarına el konulduğunda kanıyla çarşaflara yazarak savaşı sürdürdüğünü bilmek onun hem yüce niteliği hem de egemenlerle alay etmesi, söndürülemeyen bir meşale gibi parlaması anlamına geliyordu. düşmanlarını her seferinde alt etmeyi başaran alaycı bir kahramanı, onun egemene indirdiği her kırbaç darbesinde kahkahalara boğularak alkışlamak düşüyordu okurlara. sade’ın diğer bir kurşunu ise “mutluluk,” kavramıydı. dinin tanrısı ile doğa arasında yürüttüğü karşılaştırmalı/kıyaslamalı felsefede kendisini “mutluluk nedir?” sorusunu yanıtlandırarak savunuyordu. eğer diyordu, mutluluğun tek yolu erdem ise, erdemin yolundakiler neden hep acılarla sınanıyor da erdemsizler hazzın doruklarında dolaşıyor? bunu engelleyecek tanrınız nerede? en büyük mutluluklar dinin yasakladığı şeylerde ise, böyle bir dinin mutluluğun kaynağı olduğundan söz edilebilir mi? işte sade, kilisenin elinden bir yalanı daha alıyor ve bu şekilde büküyordu. kilise mutluluk için insanları dine davet ederken tek bir ses yükseliyordu, bu ses ulu önder marquis de sade’ın sesiydi: din olmadan da mutluluk mümkün ve hatta mutluluk, sadece tanrı öldürüldüğünde mümkün! yazdıklarımız ışığında justine: erdemin felaketleri ya da erdemle kırbaçlanan kadın yapıtına bakalım. öncelikle şu önemli bilgiyi vermek gerekiyor: sade, eserlerini tehditlerin kıskacında yazdığı için genelde üzerinde tekrar çalışma olanağı olmadan bastırıyordu. bir an önce el yazmaları kendisinden çıksın ve basılsın niyetiyle hareket etmek zorunda hissediyordu kendisini çünkü ele geçirildiklerinde yakılma riski vardı. bu nedenle genelde eserlerini önce bastırıyor, sonra onlara ek yapıyordu. örneğin bütünüyle tamamladığı en önemli eseri sodom’un 120 günü isimli yapıtıydı ve sade onu bastille’in taşları arasına gizlemiş, eseri ölümünden sonra muhteşem bir şans eseri bulunmuştu. kendisi onu kaybettiğini düşünerek ölmüştü üstelik. her neyse, sonuçta sade, engellemeler nedeniyle eserlerini tamamlamakta güçlük çekiyordu. justine: erdemin felaketleri, bu nedenle sadece olayların aktarıldığı ilk nüsha ve daha sonra bu olaylar vasıtasıyla felsefi eklemelerin yapıldığı ikinci nüsha olarak çıktı ortaya. bunlar 1909 yılında bulunan bir ön çalışma ve 1930 yılında bulunan eklemelerle başka bir boyut kazandı; anladığım kadarıyla yaşadığı dönem bastırdığı ve imzasını atmadığı eserin tam hâline 1930 yılında bulunan son ekler sayesinde ulaşabildik. erdemle kırbaçlanan kadın, sadece olayların anlatıldığı, felsefi tartışmaların eksik olduğu metin iken; justine: erdemin felaketleri ise eserin tamamlanmış hâlidir. yani bu iki eser aynıdır; erdemle kırbaçlanan kadın ve justine: erdemin felaketleri kitaplarını okuduğunuzda, iki adet sade eseri okumuş olmazsınız, aynı metnin bir eksiğini bir de tamamlanmışını okumuş olursunuz, evet, bunu koyalım. eserle ilgili diğer önemli bilgi ise, sade, sodom’un 120 günü adlı yapıtının kaybolduğunu düşündüğü için, justine’de kayıp metinlerin küçük telafisine de girişmiş ve bu yüzden kimi sahneleri bilinçli olarak detaylandırmıştır. şimdi kitabın içeriğine gelebiliriz. justine’de ana mesele iki kardeş üzerinden anlatılır: justine ve julliette. bu kardeşler yetim kalmışlardır ve birisi erdemin yolunu seçerken diğeri erdemsizliğin yolunu seçmiştir. erdemi seçen justine, kesintisiz biçimde erdemle kırbaçlanarak acılarla dolu bir hayat sürerken; juliette hazlarla dolu “kaltaklığın” yolunda, ardında bıraktığı aşk sarhoşu erkeklerin servetiyle zenginleşmiş ve mutlu bir yaşam sürmüştür. sonunda, yılların ardından bu iki kardeş karşılaşırlar ve sade okuru içinden çıkılması güç bir ikilemle baş başa bırakarak son kırbacını indirir: hangisi doğru tercihi yaptı? sade, asla “orospu olun!” demez, sizi orospuluğu seçmeye mecbur bırakır. bütün eseri böyle bir sonuç için kurgulaması hem büyüleyici hem de bir devrimcinin neyi niye ve nasıl yaptığını çok iyi bildiğinin göstergesidir. bu mükemmel eserde yürütülen uzun felsefi tartışmalarda sade her ne kadar taraf olsa da anlatımda objektifliğe önem verdiği görülmektedir. kendi düşüncesinin ifade eden felsefeyi nasıl ortaya koyuyorsa düşman addettiği dinin öğretilerini de belli argümanlarla ortaya koyarak bu iki düşünceyi objektif biçimde çatıştırmıştır. bu anlamda dürüsttür gerçekten de ve bu, onun hem filozof kimliği taşıdığının hem de kendi felsefesine duyduğu inancın kanıtıdır. sade, korkmaz, zaten yeneceğini bildiği için diğer düşünceyi de en güçlü argümanlarla savunur eserlerinde. diğer yandan justine ve juliette hem gerçek karakterlerdir hem de simgesel olarak anlamları vardır. bence bu, sade’ın edebi dehâsının en büyük göstergesidir çünkü çok başarılı bir iç içelik göze çarpar. gerçek ve simgesellik sırıtmadan birlikte yürür. öyleyse bir bütün olarak sade’a ve esere bakıldığında: sade bir derdi olan savaşçı, devrimci, filozof ve edebiyatçı niteliklerini ihtiva etmektedir. eserlerinde ise ne anlattığı bir yana; anlatma biçimi, düşüncelerinin sarsıcılığı ile sanatı diğer yanadır. yani sade bir sanatçıdır da. bu nedenle eserleri felsefi ve edebi metinler niteliği taşımaktadır. son olarak sade vasıtasıyla günümüz devrimcilerine ve savaşçılarına birkaç söz söylemek elzem. sade, bir aristokrat olsa da savaşa başladığı günden itibaren sürekli olarak engellemelere, işkencelere, tecritlere maruz kalmış bir adam. ancak o ne yaptı? oturup ağlamadı. onun böyle bir tavır takınması, onurlu duruşundan dolayı imkânsızdı zaten; egemenin zulmü karşısında ağlayan her insan onurunu sorgulamalıdır yani. peki, günümüzde ne görüyoruz? ağlayan devrimcileri görüyoruz. mazlumluğa sığınan ve “bize bunu da yaptılar.” diyen devrimcileri görüyoruz. mevzunun bir savaş olduğunun farkında olmadıklarını da bu sayede anlıyoruz. değerli dostlar, resmî olmasa da fiilî olarak bitmeyen bir savaştır sürdürülen; bize bunu da yaptılar dediğiniz şey de kanıtıdır bunun. ağlamak, mazlumluğa sığınmak yerine, bir savaşın içinde olduğumuzu görün artık. bize düşen alt edilememeye oynamaktır, tıpkı sade gibi, bu nedenle her ilerici insan, sade’ı okurken bir de onun bu yönünü göz önünde bulundurmalı, onun neyle nasıl savaştığına, yöntemlerine bakmalı, bu yöntemleri iyi kavramalıdır. “…değiştirmek sadece sana kalmışken, neden yakınıyorsun kaderinden?” spoiler
Marquis de Sade
Marquis de Sade
Justine
Justine
Justine
JustineMarquis de Sade · İthaki Yayınları · 2022286 okunma
·
666 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.