Postmodernizmi iliklerine kadar hissetmekBir taraftan yazarının yeteneğine ve hayal gücüne hayran olduğunuz, diğer taraftan çok sıkılıp bir an önce bitirmek için can attığınız bir kitap oldu mu hiç? Beni işte böyle bir çelişkiye sürükleyen az sayıdaki romandan biri “Beyaz Gürültü”.
İki önemli sebebi var: İlki, ben postmodern edebiyatla zaten pek iyi anlaşamıyorum -çünkü hakettiği dikkati veremiyorum-, ikincisi “Amerikan tarzı yaşam” klişelerinden ve esprilerinden pek hoşlanmıyorum. Ancak benim sıkılmış olmam, “Beyaz Gürültü”yü eli yüzü düzgün şekilde inceleme isteğimi baltalamamalı.
Don Delillo’yu ilk okuyuşum bu. Postmodern edebiyatın bu ünlü Amerikalı yazarı uzun yıllardır listemdeydi, ancak okumayı sürekli ötelemiştim. Kütüphanemi hüzün içinde gerilerde bırakıp gelirken yanıma aldığım az sayıda kitaptan biri olunca, sonunda okumak zorunda kaldım!
Don Delillo baş döndürücü, delice bir akışla günümüz dünyasının değerlerini hicvediyor; hatta hiciv ne demek, yerle bir ediyor! Kutsal atfettiklerimizin tümü; inanç, aile, sadakat, dürüstlük ve çocuk sevgimiz, modern dünyanın malum tehditleri olan bireysel hırslar, tüketim çılgınlığı, reklamlar, susmayan medya tarafından darmadağın ediliyor.
Romanın merkezinde küçük bir üniversite kasabasında Profesör olan Jack Gladney var, hikayeyi de bize o aktarıyor. Son derece az yetkinliğe sahip olmasına rağmen sadece dikkat çekici bir konu bulabildiği için üniversitede hocalık makamını kapmış ve her zaman cüppesi ile dolaşarak herkese bu makamın gerçek (!) sahibi olduğunu göstermeye çalışan biri Jack. Almanca bilmemesine rağmen “Hitler araştırmaları kürsüsü” kurmuş, ortaokul seviyesindeki kendi çocuklarından bile daha cahil olan bu adam, havalı duruşunu bozmadan makamını korumaya çalışıyor. Eh, itibardan tasarruf olmaz, Jack de “itibarını” korumak için elinden geleni yapıyor.
4 kadınla yaptığı 5 evlilikten doğan çocuklarının bir kısmı ve son karısının eski evliliklerinden olan çocukları ile birlikte kocaman bir evde yaşıyor, sürekli markete gidip alışveriş yapıyor, Amerikan tarzı hazır gıdalar yiyor, seks gücünü canlı tutmaya çalışıyor, boş konuşmalarla günlerini geçiriyor, tüketiyor, felaket haberleri izliyor ve ölümden ölesiye korkuyor. Karısı da ölesiye korkuyor ölümden. “Sosyal sorumluluk projesi” olarak yaşlılara aptal bulvar gazetesi haberleri okuyarak içini rahatlatmaya, hayatına anlam katmaya çalışıyor.
Romanın ilk bölümünde bu sıra dışı aileyi ve Amerikan tarzı yaşamı tanıtıyor bize Delillo. İzleyen bölümlerde ise medyada önemsemeden bakıp geçtikleri, dünyanın başka bölgelerinde olduğu için umursamadıkları, hatta birbirlerine gülerek aktardıkları facia haberlerinin parçası yapıyor bir anda Jack ve ailesini: Önce havada aniden beliren gizemli bir kimyasal bulutun, sonra ölüm korkusunu yendiği söylenen deneysel bir ilacın, en sonunda ise ölümle savaşma deneyinin kurbanı oluyorlar.
Delillo etkileyici bir anlatım yeteneğine sahip. Müthiş betimlemeleri ile sahneleri istediği şekli ile okuyucusunun önüne seriveriyor; öyle ki bir roman okumaktan ziyade bir fotoğrafa bakıyormuş, ya da bir film seyrediyormuşçasına net izliyorsunuz yaşananları. Hiciv dili muazzam; Amerikan yaşamının klişelerini alıyor, ortaya seriyor, dalgasını geçiyor ve paramparça ediyor. Ne tüketim çılgınlığı kurtuluyor dilinden, ne medya maymunluğu, ne akademik camianın kofluğu, ne ailenin lafta kalmış kutsallığı, ne de materyalistleşmiş din… Süslü ambalajlara sarılmış, her gün üzerimize pompalanan değerlerin kılıflarını birer birer soyuyor ve tüm aptallığı ile, anlamsızlığı ile gerçek yüzlerini ortaya döküyor.
Benim sıkıcı bulduğum kısıma gelirsek… Romanın fazla Amerikalı dili, inceden dalgaya alışları ile barışamıyorum bir türlü. İlk bölümde aileyi tanırken bu uzun, absürd konuşmalar ilgimi çekiyor çekmesine de, 400 sayfaya yayıldığında sıkılıyorum. Peşi sıra garip olayları da bir süre sonra kanıksıyorum, öyle ki şaşırma duygumu yitiriyorum ve her şeyi normal karşılamaya başlıyorum.
Aslında istediğini elde ediyor yazar benim üzerimde: O kelimelerle çizdiği fotoğrafın içine giriyorum ve o aile ve çevresinin maddi olarak dolu, içten ise bomboş yaşamları beni bunaltıyor. Modern dünyanın yan ürünleri bir dolu absürdlüğü birebir bizlerin de her gün yaşadığımızı bilmeme rağmen hem de.
Sanırım aynı Jack gibi, değerlerimizin çoğunu kaybetmemize, aklımızı kullanmaktan vazgeçmemize rağmen içimizdeki bu boşluğu göstermemek için süslü kıyafetlerimizle salınarak dolaştığımızı anlamak acıtıyor canımı en çok. Kimbilir?