Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Çölde Kaybolmak
Develerden sadece birini görüyorum! Diyor: ve çevreye baktığımızda anlıyoruz ki develerden biri kaybolmuş. Sen kal Zeyd, ben bakayım, diyorum, kendi izlerimi takip ederek geri dönmem zor olmayacaktır. Ve şafak sökerken, kum vadisinin içlerine doğru açılarak tepelerin ardında kaybolan yitik devenin ayak izlerini izleye izleye ilerliyorum. Bir saat boyunca gidiyorum, sonra bir saat daha, sonra bir saat daha...Başıboş hayvanın bıraktığı izler, sanki önceden izlediği bir yolu izlemişcesine sürüp gidiyor. Kısa bir mola için deveden inip, birkaç hurma yiyerek, eyere asılı küçük su tulumundan su içtiğim zaman kuşluk vakti iyiden iyiye ilerlemişti. Güneş tepeye doğru yükseliyor, ama nedense o kadar parlak değil. Bu mevsim için olağan olmayan boz renkli bulutlar, öyle asılı duruyorlar göğün altında. Bulanık, ağır tuhaf bir hava kaplıyor çölü ve kum tepelerinin siluetlerini olağan yumuşaklıklarının da ötesinde eritip yumuşatıyor. Önümdeki yüksek kum tepesinin doruğunda kımıldayan tuhaf bir görüntü takılıyor gözüme - bir hayvan mı yoksa? Yitik deve olmasın? Fakat daha dikkatli bakınca, bunun kımıldayan kum tepesinin bizzat kendi doruğu olduğunu anlıyorum : doruk yarıla devrile - yavaşça kırılan bir dalganın doruğu gibi bana doğru eriyip akarak ileri doğru hafif hafif kımıldıyor. Kum tepesinin ardından kasvetli, bulanık bir kızıllık göğe ağıyor. Bu kızıllığın altında tepenin silueti sert çizgilerini kaybedip önüne aniden bir tül gerilmişcesine gittikçe belirsizleşiyor ; ve çölü süratle kızıl bir alaca karanlık kaplıyor. Tepemde ve çevremde bir kum bulutu dönüp duruyor; ve birden bire rüzgar vadiyi kuvvetli patlayışlarla çalkalayarak bütün yönlerden kükremeye başlıyor. İlk tepenin kaya devrile yaptığı hareket görüş alanındaki bütün öteki tepelere de ulaşıyor. Göğün kararıp pas rengini alması bir dakika sürüyor ; ortalık kızıl bir sis halinde günü gündüzü örten bir kum anaforuyla çalkalanıyor. Bu düpedüz bir kum fırtınası. Dehşete kapılarak yere çöken devem doğrulmak istiyor. Artık bir fırtına halini alan rüzgarda ayakta kalmaya çalışarak yularından tutup aşağı çekiyor ve sonunda ön ayaklarını ve sonra daha güvenli olsun diye arka ayaklarından birini bükmeyi başarıyorum. Sonra kendimi yere atarak abayemi başıma çekiyorum. Savrulan kumlarla boğulmamak için yüzümü hayvanın koltuk altlarına bastırıyorum. Aynı güdüyle hayvanında burnunu benim omuzuma bastırdığını hissediyorum. Devenin gövdesinden yararlanıp da koruyamadığım uzuvlarımdan başlayarak kumla örtüldüğümü fark ediyor ve zaman zaman silkilenerek gömülüp kalmaktan koruyorum kendimi. Boşuna telaşa kapılmıyorum ; çünkü çölde karşılaştığım ilk kum fırtınası değil bu. Açık bir yelken gibi ; hayır bir bayrak gibi çırpınıp duran pelerinime - sefere çıkan bedevi ordusunun taşıdığı sanacaklar gibi ya da tıpkı dört beş yıl sonra hacdan sonra Arafattan Mekke'ye dönen - aralarında benim de bulunduğum - binlerce Necidli süvarinin başları üzerinde çırpınan sancaklar gibi dövünüp duran pelerinime sarınıp fırtınanın dinmesini bekleyip, rüzgarın uğultusunu dinlemekten başka bir şey yapamamak...Benim ikinci haccımdı o. Yarımadanın iç bölgelerinde bir yıl harcamış, mübarek şehrin doğusunda.. Çılgın bir koşuydu, ama yine de bu çılgınlığa katılmaktan kendimi alamadım ; içimde vahşi bir mutluluk, o çoşku anına, o mahşeri kargaşaya, o uğultuya kaptırdım kendimi. Yüzümü yalayarak geçen rüzgar, " Bir daha asla bir yabancı olmayacaksın halkının arasında" diye fısıldıyordu kulağıma, " bir daha asla"!... Ve şimdi, abayeme sarınmış olarak kum üzerinde uzanmış yatarken, kum fırtınasının uğultusu yankılanıyor sanki : " Bir daha asla bir daha asla yabancı olmayacaksın... Evet, artık bir yabancı değilim ; Arabistan evim oldu benim. Batılı geçmişim bulanık, uzak bir düş sanki ; büsbütün unutamayacağım kadar reel, ama şimdinin bir parçası olamayacak kadar da realitenin dışında. Kendimi düşsel bir uyuşukluğa kaptırmış değilim. Tersine bir şehirde, sözgelimi içinde Arab bir karım, bir oğlum ve ilk dönem İslam tarihi üzerine yazılmış kitaplarla dolu bir kütüphane bulunan Medine’de şöyle bir kaç ay kalacak olsam sıkılmaya ; eylem ve hareketi, çölün kuru, sert havasını, develerin kokusunu, deve semerinin uyku çağıran sallantısını özlemeye başlıyorum. İşin garibi, otuz iki yaşının biraz üzerindeyim ve neredeyse kendimi bildim bileli beni öylesine huzursuz kılan, beni tehlikeden tehlikeye, rastlantıdan rastlantıya sürükleyip duran bu gezip dolaşmak dürtüsü, macera düşkünlüğünden çok, dünyâda bana ait sükun dolu köşeyi bulmak tutkusundan, başıma gelenlerle düşündüklerim, hissettiklerim ve arzuladıkların arasında açık, yalın bir ilişki kurabileceğim o denge noktasına ulaşmak tutkusundan gücünü alıyor. Ve kanaatlerimde yanılmıyorsam eğer, beni Avrupa'da doğup büyümüş olmanın sürüklediği bütün öteki şeylerden kopararak, zaman içinde, hem idrak tarzı ve zihniyet olarak ve hem de dış tezahürleriyle apayrı bir dünyaya çekip götüren saik de işte bu içe yönelik keşif tutkusu oldu. Sonunda fırtına diniyor ve ben çevremde tepelenen kumlardan sıyrılıp çıkıyorum. Devem yarı yarıya kuma gömülmüş durumda, fakat bu onun çok karşılaştığı bir hal olduğundan, bir tehlikesi yok. Fırtına bir bakışta ağzımı burnumu ve kulaklarımı kumla doldurup, eyer üzerindeki koyun postunu koparıp götürmekten başka bir kayba yol açmamış görünüyor. Fakat asıl büyük kaybımı fark etmem fazla vakit almıyor. Çevremdeki kum tepeleri silüetlerini tamamen değiştirmişler. Benim bıraktığım izler de, yitik deveninkiler de yok olup gitmişler. Yepyeni, dokunulmamış bir çölün ortasında dikilip kalıyorum. Güneşin ve çölde yolculuk yapmaya alışık olanlarda içgüdü halini almış olan genel yön duygusunun yardımıyla konak yerine dönmekten ya da azından dönmeye çalışmaktan başka yapacak bir şey kalmıyor. Fakat bu ilk yardımcı unsur da bütünüyle bel bağlanacak türden şeyler değil ; çünkü kum tepeleri sizin dosdoğru bir çizgi takip etmenize, seçtiğiniz yönde sürüp gitmenize izin vermezler. Fırtına iyiden iyiye susatmıştı beni ; oysa ben, konak yerinden sadece birkaç saat uzaklaştığıma hükmederek, su tulumundaki suyu son damlasına kadar çoktan içip bitirmiştim. Yinede konak yerinden fazla uzaklaşmış olamazdım. Bindiğim deveye gelince, en son iki gün önce bu kuyunun başında verdiğimiz son moladan bu yana hiç su içmemiş olmasına rağmen, emektar bir yol arkadaşı olarak beni geri götüreceği konusunda ona güvenilebilir. Burnunu kampın bulunduğuna hükmettiğim yöne çeviriyorum ve hızlı adımlarla yola koyuluyoruz. Bir saat, iki saat, üç saat geçiyor ; henüz Zeyd'den de, kamp yerinden de iz yok ortada. Portakal renkli tepelerin hiçbiri tanıdık bir görünüş taşımıyor, hani fırtına çıkmış olmasaydı da, buralarda tanıdık bir şeyler bulmak aynı ölçüde zordu gerçekten. İkindiye doğru ilerde kumun içinden yükselip çıkan granit kayalara rastlıyorum ; ıssız bucaksız kumsalda bu, öylesine az rastlanan bir şey ki, hemen tanıyorum onları ; Zeyd'le ben dün öğleden sonra, gece için konaklamadan biraz önce geçmiştik önlerinden. Büyük bir ferahlık duyuyorum ; Zeyd'i bulacağımı tahmin ettiğim yerden, pek tabii, daha epeyce uzakta - şöyle bir kaç millik mesafe- olsa da dün yaptığımız gibi, sadece güneybatı yönünde devam ederek onu bulmak artık çok o kadar zor gibi görünmüyor bana. Hatırladığıma göre bu kayalarla, konakladığım yer arasında üç saatlik bir yol vardı ; fakat üç saatten fazla yol aldığım halde Zeyd'den bir iz yok henüz. Yanlış yola mı saptım? Güneşin hareketini dikkatle izleyerek ileri doğru sürekli güneybatı yönünde yola devam ediyorum ; iki saat daha geçip gidiyor. Ne konakladığım yer ne de Zeyd var görünürde. Gece çöktüğü zaman artık daha fazla devam etmenin anlamsız olduğunu düşünüyorum ; en iyisi kalıp gün ışığını beklemek. Deveyi çöktürerek aşağı iniyorum, biraz hurma yemeye çalışıyorum, ama çok susuzum yutamıyorum ; bu yüzden çıkarıp onları deveye veriyorum ; ve başımı onun gövdesine yaslayarak uzanıp yatıyorum. Düzensiz bir uyku uykuyla uyanıklık arası geçen saatler... Yorgunluk içinde dalıp gittiğim, ama gittikçe dayanılmaz bir hal alan susuzluğun çekip kopardığı bir düşler zinciri ; ve insanın içinde derinde bir yerlerde yaklaşmak istemediği, düşünmekten kaçındığı o kurşuni yapışkan, kıpır kıpır korku ya yolumu bulamazsam, ya Zeyd'de ve su tulumlarına varamazsam? Çünkü bildiğim kadarıyla bütün yönlerde günlerce sürecek mesafelerde bile ne su ne de herhangi bir yerleşim bölgesi vardı, çölün ortasındayım... Şafakla birlikte yola çıktım. Dün gece yatarken, gereğinden fazla güneye gittiğimi ve bunun içinde Zeyd'in bulunduğum yerin kuzey - kuzeydoğusunda bir yerlerde kalmış olması gerektiğini hesaplanmıştım. Böylece kuzey - kuzeydoğu yönünde yol alıyoruz,aç, susuz, bitkin, kum tepelerinin çevresini bir sağdan bir soldan dolaşıp vadiden vadiye sürekli zikzaklar çizerek... Öğlen üzeri mola veriyoruz. Dilim çatlak, kuru bir kösele parçası gibi damağıma yapışıyor ; boğazım sızlıyor, gözlerim kan çanağına dönmüş. Devemin karnına yaslanarak yüzümü abaye ile örtüp bir süre uyumaya çalışıyorum, fakat boşuna. Öğleden sonra yeniden yollara düşüyoruz ; bu sefer daha doğuya doğru - çünkü fazlasıyla batıya gittiğimi anlıyorum şimdi - henüz ortalıkta ne Zeyd var, ne de kamp yeri. Bir gece daha oluyor. Susuzluk bir işkence halini alıyor ; suya kavuşma arzusu, artık düzenli bir düşünce silsilesi takip edemeyen zihnimde hakim tek düşünce. Yine de şafak sökerken yola koyuluyorum : bir sabah, bir öğlen ve bir ikindi daha, Kum tepeleri, sonra yine kum tepeleri, sonu gelmeyecek hiç... Belki de son bu işte, bütün yolların sonu, bütün aradıklarımın, bütün bulduklarımın? Aralarında artık bir garip olmayacağım insanlara katılmanın sonu? Allah'ım diye dua ediyorum, "sonum böyle olmasın... " Öğleden sonra, daha geniş bir görüş ufku sağlamak umuduyla yüksek bir tepeye tırmanıyorum. Doğuda beklenmedik koyu bir nokta seçtiğim zaman, sevincimden bağırabilirdim, ama bunu yapacak gücüm yok ; gördüğüm, Zeyd'in konakladığı yer olmalı, su tulumlarının bulunduğu yer, ağzına kadar su dolu kocaman iki su tulumunun! Yeniden deveme binerken dizlerim titriyor. Zeyd'den başkası olamayacak o kara lekeye doğru yavaş yavaş, temkinle hareket ediyoruz. Bu sefer onu kaybetmemek için olanca dikkatimi sarf ediyorum : Doğru bir çizgi üzerinde kum tepelerine çıkıyor, kum vadilerine iniyorum, böylece çektiğimiz zahmet iki üç kat artıyor ; ama kısa bir süre, en fazla iki saat içinde hedefe ulaşmak umudu kamçı etkisi yapıyor bende. Ve önümüzdeki son kum doruğunu da aştıktan sonra, hedef, açık net bir biçimde görüş alanına giriyor ; deveyi dizginleyerek gözlerimi kısıp ileriye, şimdi yarım milden daha yakında bulunan o kara lekeyi süzüyorum, kalbim duracak sanki : Allah'ım, bu gördüğüm, üç gün önce önünden Zeyd'le birlikte, iki gün önce de tek başıma, geçtiğim kayalık çıkıntı... İki gün boyunca bir dairenin çevresinde dönüp durmuşum! Eyerden kayıp düştüğüm zaman, bütünüyle tükenmiştim. Deveyi çöktürmeyi de düşünmüyordum artık ; zaten hayvan kaçmayı düşünmeyecek kadar yorgundu. Ağlıyorum ; ama kuruyup şişen gözlerimden yaş gelmiyor. Ne zamandır ağlıyorum..? Fakat her şey artık çoktan geçmişe karışmadı mı? Herşey geçmişe karıştı, şimdi yok artık. Sadece susuzluk var, kavurucu bir sıcak, sadece azap. Hemen hemen üç gündür susuzum ve devem son suyunu içeli aradan beş gün geçti. Böyle bir gün daha geçebilir, belki iki gün, biliyorum, daha fazlasına dayanamam. Belki ölmeden önce çıldırırım ; çünkü bedenin acıları zihnin dehşetiyle birlikte büyüyor ; biri ötekini azdırıyor, dağlayıp hırpalayarak ya da korkunç şeyler fısıldayarak... Uzanıp yatmak istiyorum, fakat biliyorum ki yatarsam bir daha kalkamayacağım. Kendimi eyerin üstüne çekiyor ve vurup tekmeleyerek deveyi kaldırmaya çalışıyorum ; hayvan arka ayakları üzerinde doğrulup öne doğru sallanırken eyerden düşüyor, arkaya doğru kaykılıp ön ayakları üzerinde dikilirken kendimi yeniden çekiyorum eyerin üstüne. Yeniden yola koyuluyoruz, yavaş yavaş, acılar içinde kıvranarak batıya doğru. Batıya doğru : ne hoş, ne anlamsız bir söz! Dalgalanıp duran bu alçaltıcı kum denizinde "batıya doğru" sözü ne ifade ediyor? Ama yaşamak istiyorum. Bu yüzden yürümeye devam ediyoruz. Gücümüzü son noktasına kadar zorlayarak bütün gece boyunca düşe kalka yol alıyoruz. Eyerden aşağı düştüğüm zaman sabah olmalı. Öyle sert bir düşüş değildi bu, kumsal yumuşak ve kucaklayıcı. Deve daha bir süre dikilip öylece kaldı, sonra da arka ayakları üzerine çömelip, boynunu kum üzerinde boylu boyunca bana uzatarak yayılıp kaldı. Dışımdaki dünyanın kavurucu sıcağına ve içimdeki dünyanın da sızılarına, susuzluğuna ve korkularına karşı abayeme sarınmış olarak kum üzerinde, devenin daracık gölgesinde öylece uzanmış yatıyorum. Düşünemiyor ve gözlerimi kapatamıyorum artık. Göz kapaklarım kıpırdadıkça gözbebeklerim üzerinde dağlayıcı kızgın metal etkisi bırakıyorlar. Susuzluk ve boğucu sıcak ; susuzluk ve ezici sessizlik ; yalnızlığın ve umutsuzluğun kefeniyle sizi saran ıssızlığı, kulağınızda gümbürdeyen kanın akışını, devenin arada bir işitilen solmasını, sanki bunlar yeryüzünde işitebileceğimiz son seslermiş gibi tehditle, acı vererek beyninize çakan kupkuru bir sessizlik ; siz ve deveniz yaşayan son iki canlısınız sanki, yeryüzünde yaşamaya mahkum edilmiş son iki canlı. Tepenizde, yalazlanan sıcakta bir akbaba yavaş ama durmaksızın dönüp duruyor ; göğün katı donuk mavisi içinde, tüm ufukların üstünde özgür, tek başına dolaşan küçük, kapkara bir nokta... Elim sanki kendi ihtiyarıyla ileri doğru uzanıp eyer kancasına asılı karabinanın dipçiğini yakalıyor ve orada öylece kalıyor ; silahın hazinesinde yatan beş parlak ve ayartıcı fişeği ve tetiği çekerek sağlayabileceğim o apansız sonu umulmadık bir açlıkla görüyorum... İçimde bir ses fısıldıyor : çabuk ol, al tüfeği ; bunu yapacak gücü bir daha bulamazsın! Ve sonra dudaklarımın kıpırdadığını, zihnimin derinliklerinden çıkıp gelen birtakım sessiz sözcükleri biçimlendirmeye çalıştığını hissediyorum : " Seni sınayacağız... Şüphesiz sınayacağız..." ve bulanık sözcükler yavaş yavaş belirginleşip, bir biçim kazanıyorlar "Andolsun, sizi biraz korku, (biraz) açlık, (biraz da) mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenlere (lutf-ü keremimi) müjdele.Onlar ki, kendilerine bir musîbet geldiği zaman: “Muhakkak ki biz, Allah'a âidiz ve muhakkak ki biz, ancak O'na dönücüleriz!” derler."Bakara 155-156 Her şey sıcak ve karanlık ; ama nereden bilinmez, bu sıcak karanlığın ötesinde serinletici bir esintinin soluğunu hissediyorum ; hafif... hafif bir hışırtı... ağaçları hışırdatarak esen yel, suyu hafifçe dalgalandırarak... çimenli bayırlar arasında, çocukluğumun oralarda tembel tembel akıp giden küçük bir dere. Evimizin yakınındaki kıyıda uzanmış yatıyorum, dokuz on yaşlarında küçük bir çocuğum daha ; dişlerimin arasında bir ot sapını çekiştirerek, biraz ötemde büyük, hülyalı gözlerle, dingin bir masumiyetle oylayan beyaz inekleri seyrediyorum. Uzaktaki tarlada köylü kadınlar çalışıyor. İçlerinden birinin başında kırmızı bir başörtüsü var,kırmızı çizgili mavi bir etek giymiş. Derenin kenarında söğüt ağaçları yükseliyor. Arkasından parlak düzgün bir iz bırakarak beyaz bir ördek süzülüp gidiyor suyun yüzünde. Ve hafif bir rüzgar yalıyor yüzümü, evcil bir hayvanın soluğu bu ; kahverengi boynuzlu kocaman bir inek bana yaklaşıyor ve soluyarak şimdi burnuyla dürtüyor beni ; ve ben onun ayaklarının kımıldanışını yanı başımda hissediyorum... Gözlerimi açıyorum, devemin soluduğunu işitiyor, ayaklarının kımıltısını yanı başımda hissediyorum. Başını ve boynunu yukarı doğru uzatıp arka ayakları üzerinde yarı yarıya doğrulmuş ; burun delikleri, öğ­len üstünün havasında beklenmedik hoş bir koku alıyormuşcasına genişlemiş. Tekrar soluklanıyor deve ; ve uzun boynundan omuzlarına, oradan da yarı doğrulmuş kocaman gövdesine doğru bir heyecan dalgasının indiğini fark ediyorum. Günlerce süren uzun çöl yolculuklarından sonra, sesli ve derin soluyuşlarla yakınlardaki suyun kokusunu alan develer görmüştüm; fakat şimdi bu yakınlarda su yok ki... Yoksa.. Yoksa? Başımı kaldırıp, devenin başını çevirdiği yöne dikiliyorum ; en yakınımızda ki kum tepeciği, alçak doruğuyla göğün çelik mavisi boşluğuna doğru yükseliyor; başka ne bir kımıltı ne de bir ses! Bir ses var, evet! Olabildiğince ince, olabildiğince yalın, es­ki bir harpın düşsel titreşimlerini andıran yaygın bir ses :devesinin ritmik adımlarıyla çoşarak türkü söyleyen bir bedevinin tiz ve baygın sesi ; hemen şu tepenin ardında olabildiğince yakında ama - o kadar yakında, hemen bir anlık bir uzaklıkta olduğunu bilsem de- varamayacağım, sesimi ulaştıramayacağım kadar benden uzak. Orada insanlar var ama varamam oraya. Kalkmaya mecalim yok. Bağırmaya, haykırmaya çalışıyorum ; sadece kaba bir hırıltı çıkıyor boğazımdan. Ve elim kendiliğinden eyerdeki karabinanın dipçiğine uzanıyor... zihnim silahın hazinesindeki o beş fedakar fişeği apaçık görüyor... Büyük bir güç harcayacak eğer kancasından silahı kurtarıyorum. Sürgüyü bir dağı kaldırırcasına zorlukla çekiyor ve sonunda başarıyorum. Kurşun zavallı bir ses çıkararak vınlıyor havada. Mekanizmayı yeniden çekiyor ve ateşliyorum. Bir telaş, bir gürültüdür alıyor, çevremi : İki üç adam - onca yalnızlıktan sonra az kalabalık sayılmaz bu! - beni kaldırmaya çalışıyorlar ; hareketleri bir kol-bacak mahşeri gibi geliyor bana... Yakıcı bir serinlik hissediyorum dudaklarımda, buz ve ateş...
Sayfa 32 - İnsan Yayınları 22.Baskı
·
583 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.