Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Hasib Efendi'nin Cumhuriyet Devri Anıları
Şimdi kendi kendime düşünüyorum: Tarihte bizim kadar kendi kültür değerlerine, güzel sanatlarına düşmanca duygularla yüklü diplomalı cahiller yetiştiren bir başka devlet var mıdır acaba, diyorum. Hasib Efendi'yi dinledikten sonra siz de kendi kendinize bu soruyu soracaksınız. Söz şimdi onundur artık: “...O, 1925'li, 1930'lu yıllar korkunç yıllardı. Allah bize bir daha öyle yıllar, öyle valiler göstermesin! Başımızdaki adamlar lâikliği “din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması” şeklinde anlıyor ve anlatıyorlardı. Bu, din düşmanlığının kibar bir şekilde ifadesidir. Çünkü din dünya için indirilmiştir, ahiret için değil. Hiç din ve dünya işleri birbirinden ayrılır mı? Din diyor ki: “Namaz kılacaksın, oruç tutacaksın, zekât vereceksin, hacca gideceksin, Allah'ın birliğine ve Hz. Muhammed'in onun elçisi olduğuna inanacaksın!” Nerede peki? Dünyada tabii! Din diyor ki: “Yalan söylemeyeceksin, kul hakkı yemeyeceksin, tembel olmayacaksın, beşikten mezara kadar ilme çalışacaksın. İçki içmeyeceksin, kumar oynamayacaksın!.." Bunları nerede yapacaksın? Dünyada tabii. Dünya ahiretin bir tarlasıdır. Din dünya içindir. Ama gel gör ki Cumhuriyet Devri'mizin ilk valileri: “Din ayrı, dünya ayrı” diyorlardı. 1925 yılında ben 15-16 yaşlarımdaydım. Kur'an'ı çoktan hıfzetmiştim. O yıllarda Kastamonu'da Benli Sultan Şeyhi Nurettin Karasu Efendi vardı. Şeyh efendi beni ve hafız-ı kelâm olan Ömer Aköz'ü alarak İstanbul'a götürdü. O zamanlar Kelâmi Dergâhı, Topkapı'da, Çapa Kız Muallim Mektebi karşısındaki sokaklardan birindeydi. Beni Kelâmi Dergâhı Şeyhi Erbilli Mehmed Esat Efendi'ye teslim ettiler. M. Esat Efendi Irak Türklerindendi. Seksen yaşının üzerinde bir âlim adamdı. Arapçası, Farsçası mükemmeldi. Nakşi tarikatına mensuptu. Onun, ima yoluyla olsun siyasi meselelere girdiğini, şu veya bu siyasi kişi hakkında şöyle veya böyle konuştuğunu hiç duymadım. Siyasetle kıl kadar ilgisi yoktu. Said-i Nursi Hazretlerini de ben o Kelâmi Dergâhı'nda tanıdım. Esad Efendi'ye gelir gider, onu can kulağıyla dinlerdi. Kelâmi Dergâhı'nda benim gibi yirmi kişi daha vardı. Hoca Efendi'den Arapça-Farsça yanında fıkıh, kelâm, sarf, nahiv, tecvid gibi dersler de görüyorduk. Dergâh'a gireli daha bir yıl bile olmadan Seyh Said ayaklanması başlamasın rılacaktır. O bakımdan senin hemen Kastamonu'ya dönmen lâzım. Toparlan ve en kısa zamanda yola çık!” Hocanın elini öpüp İstanbul'dan ayrıldım. Ben Kastamonu'ya döndükten bir süre sonra tekkeler ve türbeler kapatıldı. Esad Efendi'nin dedikleri bir bir çıkmaya başladı. Dindarlar göz hapsine alındı. Kur'an kursları yasaklandı. 1928 yılında Harf İnkılâbı ilân edilince, biz Kastamonu'da iki dehşetli hadiseyle karşı karşıya kaldık: CHP valisi tellâl bağırttırdı: “Ey ahali! Artık Harf İnkılâbı ilân edilmiştir. Bundan sonra hiç kimse Arap alfabesiyle okuyup yazmayacak! Arap alfabesi yasaklanmıştır. Yeni alfabemiz Latin alfabesi olacak! Kimin evinde eski Türkçeyle yazılı kitap varsa getirip vilâyete teslim etsin! Evlerinde, dükkânlarında eski Türkçe eser bulunduranlar şiddetle cezalandırılacaktır! Duyduk duymadık demeyin haaa!” Halk korku içindeydi. Bazı kimseler evlerindeki eski Türkçe kitapları bahçelerinin bir tarafına gömdüler. Bazı kimseler değerlerine bakmadan o kitapları götürüp sulara attılar. Bazı kimseler de getirip vilâyetteki yetkililere teslim ettiler. Gözlerimle gördügüm dehşetli bir hadiseyi hiç unutamıyorum: Hacı Kadı Camii'nin (Ferhat Paşa Camii) kitaplığında binlerce kitap vardı ki hepsi de eski harflerle yazılıydı. O kitaplar arasında el yazması çok kıymetli eserler, salnameler, cönkler, divanlar, padişah fermanları, ilim ve fen kitapları da bulunuyordu. Bir gün o eserlerin hepsini belediyenin gübür (çöp) arabalarına abur cubur yığarak şehrin dışına çıkardılar ve orada hepsini birden cayır cayır yaktılar. Dersaadet'ten gelen - padişah fermanları gümüş çerçeveliydi. Kitap yangınına o gümüş çerçeveli fermanlar da atıldı. Halk üzerinde öyle büyük bir korku vardı ki oradaki vazifelilerden hiçbiri cesaret edip de o gümüş çer çeveleri olsun alamadı. Kastamonu sanki gâvur işgaline uğramıştı. Düşündüm ki gâvur gelse böyle yapmazdı. Artık Kur'an okumak da, okutturmak da suç sayılıyordu. Sokaklarda zaman zaman şöyle manzaralarla karşılaşıyorduk: Bekçiler veya jandarmalar önünde bir cami imamı görüyorduk. Adamın elleri kelepçeli olurdu. Bazen da bilekleri bir dana ipiyle bağlanırdı Esad Efendi üzüntüden ne Yapacağını şaşırdı. Bir gün beni yanına çağırdı: "Oğlum dedi İslâm'ın sancılı günleri yakındır! Bu ayaklanma Yüzünden başımıza birtakım belâların geleceğini görür gibi oluyorum. Artık senin buralarda kalman doğru olmaz. Çünkü din eğitimi İçin gerekli zeminler kurutulacak, birtakım kimseler ortadan kaldırılacaktır. O bakımdan senin hemen Kastamonu'ya dönmen lâzım. Toparlan ve en kısa zamanda yola çık!” Hocanın elini öpüp İstanbul'dan ayrıldım. Ben Kastamonu'ya döndükten bir süre sonra tekkeler ve türbeler kapatıldı. Esad Efendi'nin dedikleri bir bir çıkmaya başladı. Dindarlar göz hapsine alındı. Kur'an kursları yasaklandı. 1928 yılında Harf İnkılâbı ilân edilince, biz Kastamonu'da iki dehşetli hadiseyle karşı karşıya kaldık: CHP valisi tellâl bağırttırdı: “Ey ahali! Artık Harf İnkılâbı ilân edilmiştir. Bundan sonra hiç kimse Arap alfabesiyle okuyup yazmayacak! Arap alfabesi yasaklanmıştır. Yeni alfabemiz Latin alfabesi olacak! Kimin evinde eski Türkçeyle yazılı kitap varsa getirip vilâyete teslim etsin! Evlerinde, dükkânlarında eski Türkçe eser bulunduranlar şiddetle cezalandırılacaktır! Duyduk duymadık demeyin haaa!” Halk korku içindeydi. Bazı kimseler evlerindeki eski Türkçe kitapları bahçelerinin bir tarafına gömdüler. Bazı kimseler değerlerine bakmadan o kitapları götürüp sulara attılar. Bazı kimseler de getirip vilâyetteki yetkililere teslim ettiler. Gözlerimle gördügüm dehşetli bir hadiseyi hiç unutamıyorum: Hacı Kadı Camii'nin (Ferhat Paşa Camii) kitaplığında binlerce kitap vardı ki hepsi de eski harflerle yazılıydı. O kitaplar arasında el yazması çok kıymetli eserler, salnameler, cönkler, divanlar, padişah fermanları, ilim ve fen kitapları da bulunuyordu. Bir gün o eserlerin hepsini belediyenin gübür (çöp) arabalarına abur cubur yığarak şehrin dışına çıkardılar ve orada hepsini birden cayır cayır yaktılar. Dersaadet'ten gelen - padişah fermanları gümüş çerçeveliydi. Kitap yangınına o gümüş çerçeveli fermanlar da atıldı. Halk üzerinde öyle büyük bir korku vardı ki oradaki vazifelilerden hiçbiri cesaret edip de o gümüş çer çeveleri olsun alamadı. Kastamonu sanki gâvur işgaline uğramıştı. Düşündüm ki gâvur gelse böyle yapmazdı. Artık Kur'an okumak da, okutturmak da suç sayılıyordu. Sokaklarda zaman zaman şöyle manzaralarla karşılaşıyorduk: Bekçiler veya jandarmalar önünde bir cami imamı görüyorduk. Adamın elleri kelepçeli olurdu. Bazen da bilekleri bir dana ipiyle bağlanırdı. Koltuğunun altında suç unsuru olan bir Kur'an-ı Kerim bulunurdu. İmamın yanında da 8-10 yaşlarında üç beş çocuk yürürdü. Adamın suçu: Çocuklara Kur'an okumayı öğretmekti. Bu kitap yakma işinden sonra sıra vakıf eseri olan camilerimizin satışına geldi. Diyeceksiniz ki "Vakıf eseri hiç satılır mı? Vakfeden kişilerin maksatları dışında kullanılır mı?” Devir, CHP devri beyefendi! Memlekette muhalefet yok! Muhaliflerin kafaları koparılıyor! Muhalifler zindanlara atılıyor! Padişahlık kaldırılmış ama her vali yeni bir padişah gibi! Ve her vali aynı zamanda CHP il başkanı, Adamların yakalarında altı oklu rozetler... Vali'nin her emri bir kanun gibi uygulanıyor! Kastamonu'da yaşadığım dehşet verici ikinci hadise vakıf eseri olan camilerimizin satılması oldu. 1930'lu yıllarda şehrin içinde 42 veya 44 camimiz vardı. Devrin CHP valisi bu camilerden 33'ünü satışa çıkardı. Satışı istenen camiler arasında, bizim Yılanlı Camii'miz de vardı. Onu belki üç yüz sene önce benim dedelerim hayır için yaptırmışlar ve halkın ibadetine cami olarak vakfetmişlerdi. Şimdi o CHP valisi geliyor, sanki Yılanlı Camii kendi babasının tapulu malıymış gibi onu satışa çıkarıyordu, iyi mi? Biz kendi camimizi devletten o zamanın parasıyla beş bin liraya yeniden satın aldık ama onun cami özelliğini katiyen bozmadık. Onu yine cami olarak halkın ibadetine açık tuttuk. Satılan otuz üç camiden bugün sadece üç tanesi ayaktadır: Biri bizim Yılanlı Camii'mizdir. Diğer ikisiyse: Karanlık Camii'yle, Keskin Efendi Camii. Diyeceksiniz ki öteki camiler ne oldu? Onlar yeni sahipleri tarafından yıkıldılar. Yerlerine ya ev yapıldı ya dükkân ya bahçe! Şimdi burada belirteceğim önemli bir husus var: Ben ömrüm boyunca çeşitli tecellilere şahit oldum. Vakıf eseri o otuz camiyi devletten satın alarak yıktıranların hepsi de perişan oldular. Vallahi billahi onlardan kimisi iflâs etti. Kimisi amansız hastalıkların pençesinde inleye inleye öldü. Kimisi zürriyetsiz kaldı. Zamanla dilenenleri bile gördüm, Kimisi de paraya pula rağmen huzurunu kaybetti. Bir lokma ekmeği ağız tadıyla yiyemedi. Ya CHP diyeceksiniz? O da ilk serbest seçimde iktidarı kaybetti. "Açık oy, gizli tasnif!” diktatörlüğüne rağmen yıkılıp gitti, CAP 1950 yılında yine kaybetti. 1954'te, 1957'de yine kaybetti. 1960 yılında hükümet darbesi yaptırdı. Ama 1961'de yine kaybetti. 1965'te, 1969'da, 1973'te yine kaybetti. Bugüne ka, dar yapılan her seçimden sarsılarak, hırpalanarak, halk tarafından tokatlanarak çıktı. Adına rağmen halkı yanında veya arkasında gö, temedi. Son seçimde ise barajı zor aştı. Peki, bundan daha büyük bir cezalandırma olur mu beyefendi? 0 1930'lu yıllarda halk, korkusundan cuma namazlarına bile gelemiyordu. Hazin hatıralarımdan biri de şudur: Ben bizim Yılanlı Camii'mizde müezzinlik yapıyordum. Camimizin bir de imamı var. dı. Vakit namazlarını genellikle ikimiz kılardık. Ama cuma nama. zı için en az üç kişi olmak lâzım! Cuma vakti girince kalkıp ezan okuyordum. Görüyordum ki üçüncü kişi yok. Kapının önüne çıkıp gelene gidene yalvarıyordum. “Yahu biriniz Allah rızası için gelin de cemaat olup cuma namazını kılalım!” diyordum. Halk ürküyor, omuz silkip geçiyordu. Kastamonu bir gâvur işgaline uğramış olsaydı, halk bu zulme karşı direnirdi. Ama kendi devletinin zulmü önünde kan kusuyor, kızılcık şerbeti içtim, diyordu. El yazması eserlerimiz, kitaplarımız yakıldıktan, camilerimiz satıldıktan sonra sıra kıymetli halılara ve antika eşyalara geldi. Size hangisini anlatsam beyefendi? Musa Fakih veya Zihnizade Camii'nin çok güzel ve çok büyük bir halısı vardı. Bütün Kastamonu o halının vakti zamanında beş yüz altına alındığını bilirdi. İşte o güzelim halıyı bir gün Zihnizade Camii'nden alıp valinin makam odasına serdiler. İtiraz etmek kimin haddine düşmüş. Hah, bir süre valinin ayakları altında kaldı. Sonra bir gün nasıl olduysa o nadide halı Vilâyet Konağı'ndan, hem de valinin makam odasından çalınıp gitti. 7080 metrekare büyüklüğünde bir halıyı tek başına kim dürebilir, tek başına kim omuzlayabilir ve sonra hiç kimseye görünmeden Vilâyet Konağı'ndan kim sıvışıp gidebilir? Hiç kimse o halının bir gece yarısı nasıl kanatlanıp uçtuğunu öğrenemedi! Hiç kimse o modern hırsızlık üzerine yürümek cesareti gösteremedi. Halka dönük, halk için, halktan yana olan bir parti zamanında zavallı Kastamonu halkı “Bizim o antika halımız ne oldu?” diyemedi. Zamanın Kastamonu valisi de o müthiş hırsızlık üzerinde hiç durmadı. Sanki odasından eski, günü geçmiş bir gazete parçası alınıp götürülmüş gibi bir tavır çakındı. Polisler eskici pazarlarında bir iki dükkâna şöyle bir girip çıktılar, sonra onlar da işin peşini bıraktılar. Halının nerede, kimin evinde dürülü kaldığını çok iyi bildikleri hâlde oralara yanaşamadıfar. Hatta çalınan halının çok yakınlarında nöbet tuttular. Hırsızlığa göz yumdular. Şimdi bana Erbilli Mehmed Esad Efendi'yi soruyorsunuz! 1930 yılında, Menemen'de, beş on zırcahil adamın, beş on beyinsiz yobagn gayriislâmi, gayriinsani, gayriahlâki vahşetini biliyorsunuz: Kubilay hadisesinden bahsediyorum. Ben dinsiz münevverden de dindar cahilden de yobazdan da daima endişelenmişimdir beyefendi! Çünkü dinsiz münevverle dindar fakat zırcahil adamlar milleti öylesine uçurumlara sürüklemişlerdir ki içinden kolay kolay çıkamamışızdır. Nitekim o Menemen Hadisesi'ni fırsat bilenler, Menemen Katliamı'yla hiçbir ilgisi olmayan ve İstanbul'da oturan Mehmed Esad Efendi'nin dağ gibi oğlunu da darağacına çektiler. Esad Efendi 1930 yılında doksan yaşına basmış bir pir-i fâni idi. O yaştaki Esad Efendi'yi ipe götüremediler. Hiçbir suçu olmayan oğlunun idam edilmesinden sonra Esad Efendi'nin yemeden içmeden kesildiği ve çok perişan olduğu söylendi. İşte o zaman Esad Efendi'yi kendi rızası dışında hastaneye kaldırdılar. Ben elbette görmedim, günahı anlatanların boynuna: İddia edildiğine göre hastanede Türk asıllı, Erbilli Mehmed Esad Efendi'ye süküna kavuşması için bir iğne yapmışlar. O iğneden sonra mübarek Esad Efendi ebediyen süküna kavuşmuş. Zalimlerin ellerinden kurtularak yepyeni bir dünyaya Savuşup gitmiş. Ben onun vefat ettiğini Kastamonu'da öğrendim. Babamı kaybetmiş gibi oldum. Ah, biz ne günler yaşadık beyefendi! Rabbi'm milletimize ve devletimize o karanlık günleri bir daha göstermesin!” Hasib Efendi'nin anlattıklarına benim de iki ilâvem olsun: 1.1928 yılında Harf İnkılâbı yapıldıktan sonra birtakım bağnaz adamlar “Biz artık Latin alfabesiyle okuyup yazacağız, eski harflerin hükmü geçti” safsatasıyla milyonlarca arşivimizi Bulgaristan'a kilosu üç kuruş on paradan sattılar. O arşivlerimiz hâlen Bulgarların elinde bulunmaktadır. 2. “Anadolu'da Eski Türk Başkentleri” isimli TV programı dolayısıyla Bursa'ya gitmiştim. Muradiye'de Şehzadeler Türbesi'nin bahçesinde mezar taşlarının kırılmış başlarını görünce merak edip sordum. Yaşlı bir öğretmen bana dedi ki: “Şapka İnkılâbı'ndan sonra Bursa'ya bir vali geldi. Biz artık şapka takacağız. Fes yok! Sarık yok! Gidin o mezar taşlarının başlarındaki fesleri, sarıkları, kavukları kırın” diye emir verdi. Biz de gidip, Bursa Mezarlığı'nda kavuklu, sarıklı, fesli mezar taşlarının baş kısımlarını kırdık. Onları bir tarafa atamadık. O vali Bursa'dan tayin edilince bazı kimseler yeni valiye şikâyette bulunmuşlar. Yeni vali, eski mezar taşlarını yıkmanın yanış bir iş olduğunu söyledi. “Götürün, koyun kırdığınız o parçaları eski yerine.” dedi. Bazılarının mezar taşlarını bularak çimentoyla yerine koyduk. Bazı feslerin, sarıkların, kavukların esas taşlarını bulamadık. Onları da getirip işte buraya, bu duvar dibine sıraladık! Gördükleriniz işte o günlerden arta kalan bazı mezar taşlarının baş kısımlarıdır.” Devletle vatandaşı karşı karşıya getiren daha nice yanlış uygulamalarımız olmuş.
Sayfa 224 - Hasib YılanlıoğluKitabı okudu
·
416 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.