Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

IRKÇILIK-TURANCILIK DAVASI DOLAYISIYLA Bu kitap, 1944 yılında, İstanbul'da Bir Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nde görülen utanç yüklü bir davanın özeti gibidir. Bazı vatansever kişiler, 1944 yılında suç işledikleri, suçlu oldukları için değil; Türk oldukları, Türkçülük idealine aşkla bağlandıkları için büyük zulümlerden, işkencelerden geçtiler. Türkçülük, Türk milletini sevmek ve onu yükseltmektir. 1944 yılında, hem de bir askerî mahkemede oynanan oyuna “Irkçılık-Turancılık Davası” dediler. O dava ile Sovyetler Birliği'ne şirin gözükmek istediler. Ben de o davada yapılan sorguları ve savunmaları aynı isimle kitaplaştırıyorum: Irkçılık-Turancılık Davasında Sorgular - Savunmalar. Yalnız, hatırlatmak istediğim bir husus var: Bu kitapta, o dava dolayısıyla yapılan sorguların ve savunmaların hepsi yok. Niçin yok? Çünkü bana verilen dosyada yalnız bu sorgular ve savunmalar vardı. Okuyacağınız savunmaları, bana, Nejdet Sancar'ın eşi Reşide Sançar verdi. Sançarlar, önce Ankara'da oturuyorlardı. Sonra İstanbul'a, Maltepe'deki evlerine taşındılar. Nejdet Sançar, 1975 yılında vefat etti. Ondan on ay sonra da Nihâl Atsız'ı toprağa verdik. Ben, her iki cenaze merasimine, Ankara'dan yola çıkarak katıldım. İstanbul'a her gidişimde, Reşide Sançar ablamızı da ziyaret ediyordum. Bir defasında bana bir dosya uzattı: -Nejdet, bu dosyayı sana vermemi istemişti, dedi. Baktım dosyada, 1944 yılında görülen o meşhur davanın sorguları ve savunmaları var. Ama tamam değil! Noksan olanları sorduğumda: “Bizdekiler bu kadar!” cevabını aldım. Dosyayı alıp Ankara'ya döndüm. Sonra ben, hem gelecek nesillere hem de adalet tarihimize unutulmaz bir ibret belgesi olsun diyerek bu sorguları ve savunmaları bir kitap hâline getirmek istedim. Teslim aldığım dosyada dokuz Türkçünün sorgusu-savunması yoktu. Türkçülerin savunmaları dava dosyasında olmalıydı. Dava, sıkıyönetim mahkemesinde görüldüğü için dosyası da Milli Savunma Bakanlığında olabilirdi. Bu bakımdan, Sayın Bakan Vecdi Gönül'le bizzat görüştüm. Bakanlık arşivinde bir hafta araştırma yaptırıldı. Sonra bana denildi ki: -Aradığınız dosya bizim arşivimizde yok. Emniyet Genel Müdürlüğünde olabilir. Bir de oraya baktırın! Emniyet Genel Müdürü Sayın Oğuz Kağan Köksal'a da gittim. Onlar da beni bir süre sonra telefonla aradılar: -Bizde böyle bir dosya yok. CHP'nin Halkevleri arşivinde olabilir. Doğrusu çok şaşırdım. Sıkıyönetim mahkemesinde görülen bir siyasi davanın dosyası Halkevleri arşivinde niçin olsun? Halkevleri, bu davanın taraflarından biri değil ki! Yine de milyonda bir ihtimali dikkate alarak çeşitli yerlere başvurdum Bana dediler ki: -Halkevleri kapatıldıktan sonra bütün arşivi darmadağın oldu. Sonra öyle bir dava dosyasının bize gönderilmesi mümkün değil! Yapılacak iş, 1944 yılında yargılanan kişilerin vârislerine başvurmaktı. Ben de öyle yaptım. Önce Prof. Dr. Zeki Velidi Togan'ın Ankara'da, Bilkent Üniversitesinde öğretim üyesi olan oğluna gittim. Prof. Dr. Sübidey Togan'la makamında konuştum Babasının savunmasından haberdar olmadığını söyledi. Sonra, merhumun kızı Prof. Dr. İsenbike Togan'la birkaç defa telefonla görüştüm. O da, evlerindeki, kitaplar ve dosyalar arasında babasının savunmasını bulamadığını tekrarladı. Ben, mahkeme kararında Prof. Dr. Zeki Velidi Togan'ın 10 yıl ağır hapis 4 yıl da sürgün cezasına çarptırıldığını okuduğumda bağıra bağıra ağlamıştım. Çünkü verilen cezanın hukukla, akılla, mantıkla, vicdanla kıl kadar alakası yoktu. Karar tamamen siyasi idi. İnönü'nün dalkavuklarına göre Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, dört arkadaşıyla, evet tam dört arkadaşıyla birlikte CHP iktidarını devirecek, İnönü'yü alaşağı edecek, Çankaya'ya yürüyüp Cumhurbaşkanlığı makamına oturacakmış. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan'ın savunması, Dr. Fethi Tevetoğlu'nun dosyaları arasından çıktı. Babasının ve Zeki Velidi'nin savunmasını, çok uzun ve çok meşakkatli bir çalışma sonunda bulan kızı Filiz Tevetoğlu Ortaç hanımefendiye bin defa teşekkür borçluyum. Merhum Sait Bilgiç'in savunmasını, muhterem Sait Bilgiç'in gayretlerine rağmen bulmak mümkün olmadı. Davanın diğer sanıklarının da öyle. Prof. Togan hakkında çok yakın arkadaşlarından dinlediklerimi önce benim kalemimden okuyacaksınız. Aradan 69 yıl geçmesine rağmen, Zeki Velidi'nin öğretim üyesi olan çocukları hâlâ o davadan rahatsızlık duymaktadırlar. Okunduğu zaman görülecektir ki, bu kitapta yer alan savunmalar çok mühimdir. Devrin zalimlerine, onların Türkçülük düşmanlarına verilen cevaplar dün olduğu gibi bugün de geçerlidir. Gerçi bir numaralı sıkıyönetim mahkemesinin kin yüklü, zulüm yüklü, vehim yüklü kararlarını, askerî temyiz mahkemesi derhal bozmuş; cezaevlerine sokulan Türkçüler tahliye edilmişlerdi. Ama o dava yüzünden Türk vatanseverlerine uygulanan işkenceler hiç unutulmadı, hiç unutulmayacak! Yeniden sözlerimin başına dönüyorum: 1944 yılında tevkif edilen ve tabutluklarda, içinden lağım suları geçen kanallarda zulüm gören vatansever kimseler suç işledikleri, suçlu oldukları için değil, Türk oldukları, Türkçü oldukları için bir Moskof öfkesiyle muhakeme edildiler. Türkiye'de zaman zaman gizli ve açık olarak Türklüğe ve İslam'a karşı düşmanlıklar ortaya çıkıyor. Etrafımızdaki devletlerin hiçbiriyle samimiyete dayanan bir dostluğumuz yok. Bu, etrafımızdaki yakın ülkelerin kendi devlet siyasetlerinden kaynaklanıyor. Acaba yakın komşularımızın bize bakışları nasıl? Doğumuzda küçücük bir Ermenistan var. Ermenistan bütün dünya milletlerinin önünde, en köşeli cümlelerle diyor ki: “Doğu ve Güneydoğu Anadolu işgal edilmiş Ermeni toprağıdır.” Ermenistan basta Diyarbakır olmak üzere 19 civarındaki Doğu ve Güneydoğu şehirlerimizi elimizden almak istiyor. Rusya'nın Deli Petro'dan beri, hem Doğu Anadolu'muz hem de Boğazlarımız üzerinde emelleri var. Rusya, Birinci Dünya Harbi'ne girmeden önce Boğazların kendisine verilmesi için İngiltere ve Fransa ile anlaşmıştı. Suriye, Hatay'dan Hakkari'ye kadar uzayan şehirlerimizi kırmızı bir şeritle ayırıp kendi sınırları içerisinde gösteriyor. Güneyimizdeki İsrail'in milli siyaseti de çok önemli. İsrail devlet siyasetini "arz-ı mevut" kelimeleriyle ilan ediyor. Arz-ı mev'ut vaat edilen topraklar demektir. İsrail, devlet siyasetini kendi bayrağına bile işlemiş durumda. Beyaz zeminli İsrail bayrağının üst ve alt taraflarında, iki mavi şerit var. Bu iki mavi şerit arasında da, iç içe geçmiş iki üçgen bulunuyor. Üstteki mavi şerit Fırat Nehri'ni, alttaki mavi şerit ise Nil Nehri'ni temsil ediyor. İç içe geçmiş iki üçgen de Hz. Süleyman'ın mührüdür. Yani İsrail, devlet bayrağıyla demek istiyor ki: "Tanrı, Tevrat'ta, Fırat'la Nil arasındaki toprakları bize vaat etmiştir. Biz de gelecekte, büyük İsrail Devleti'ni bu iki nehir arasında kuracağız ve Hz. Süleyman'ın mührünü Fırat'la Nil arasındaki topraklara vuracağız!" ABD'nin BOP yani Büyük Orta Doğu Projesi'nde de bizim Güneydoğumuzda bir Kürdistan yoktur, Ermenistan'da yoktur. Boydan boya İsrail vardır. Batımızdaki Yunanistan'ın Megalo İdea'sı yani "büyük ideali” bütün Anadolu topraklarını içine alıyor. Yunanistan, İstanbul'u fethederek Konstantinopolis yapmak, Ayasofya'yı yeniden kilise hâline getirmek, Anadolu'yu baştan başa Anatolia ismiyle Yunan bayrakları altına almak düşüncesinde, Etrafı çepeçevre düşman kuvvetleriyle çevrili Türkiye'de, o devletlerin gayretleriyle "Türk'ü, Türklüğü yok etme gayretleri olmaz!" diyen kimselere söylenecek sözümüz artık olamaz. Çünkü anlayamazlar! Türk Düşmanlığı başka nasıl olabilir? Türkiye'de birtakım kimseler, Türk kelimesinden rahatsızlık duyuyorlar. Bu bakımdan kim nerede Türk'ten, Türklükten, Türk milletinin üstünlüklerinden bahsederse o kişiyi ya Türk olmamakla veya ırkçılık yapmakla veya faşizmle suçluyorlar. Elbette hiç kimse milliyetini tespit etme imkânına sahip değil. Bizi, birbirimizi tanıyıp sevmemiz için ayrı ayrı ırklardan yaratan Allah'tır. Ve sevgili Peygamberimizin ifadesiyle: "Kişi, kendi ırkını sevmekle suçlanamaz!" Bir insanın kendi ırkını sevmesi başka, ırkçılık yapması daha başkadır. Başka bir ırktan olan kimselerin veya Türklerin, Türk ırkını sevmeleri, Türk ırkını yüceltmeleri ırkçılık değildir. İşte birkaç örnek: İsveç Kralı Demirbaş Şarl diyor ki: "Türklerin esiriyim. Demirin, ateşin ve suyun yapmadığını, onlar yaptılar; beni esir ettiler. Ayağımda zincir yok, zindanda değilim. Hürüm, istediğimi yapıyorum; lâkin gene esirim. Şefkatin, büyüklüğün, asaletin, nezaketin esiriyim." İsveç kralı, bu cümleleriyle Türk ırkçılığı mı yapıyordu? İngiliz Lord Byron'un söylediklerine bakınız: “Türkler ne ikiyüzlüdür ne de yalancı. Gerçi birçok milletin hürriyetlerini yıktılar ve onları alçaltmış oldular. Lakin kendileri hiçbir zaman alçalmadılar. Harp ederken öldürmeyi bildiler. Savaş haricinde asla katil olmadılar." Bizimkiler, Lord Byron'u bile ırkçılıkla suçlayabilirler! Şu cümle de Arap Câhiz'e ait: "Türkler, pek namuslu insanlardır. Ne harpte ne sulhte hile yaparlar. Fırsattan istifadeye tenezzül etmezler. Özleri ve sözleri doğrudur." Fransız Lamartine, bizim Türk düşmanlarını çıldırtacak ölçüde bir iddiayla konuşmuştu: "Türkler bir ırk ve bir millet olarak yeryüzünün en şerefli insanlarıdır." Meşhur tarihçilerden Avusturyalı Hammer, Arapçayı, Farsçayı ve Türkçeyi çok iyi öğrendikten ve otuz yıl Türk tarihi üzerinde çalıştıktan sonra kanaatini söyle açıkladı: “Tarih, Türklerden çok şey öğrendi. Onların elinden çıkma öyle eserler var ki, bunlar medeniyetin birer ziynetidirler!" Doğu ve Batı dünyasına mensup çeşitli fikir, sanʼat, siyaset ve devlet adamlarının Türk ırkını yücelten öyle tespitleri var ki, arka arkaya yazılmaları bile bir kitap hacminde olabilir. Son örneği bizden alıyorum: Türkiye gazetesi yazarlarından Necati Özfatura, 23 Ağustos 1995 tarihli Ortadoğu gazetesine bir açıklamada bulundu. Veliler zincirimizin altın halkalarından biri olan ve Necip Fazıl Kısakürek'i milletimize kazandıran Abdülhâkim Arvasî Hazretleri bir sohbette demiş ki: “Ben bir Seyyidim. Yani bu demektir ki, Türk değilim. Ama yeryüzünde bütün Türkler silinse de üç Türk kalsa, biri ben olurum. İki Türk kalsa gene biri ben olurum. Son Türk kalsa da gene ben olurdum. Çünkü Türkler olmasa, bugünkü manada İslâmiyet de olmazdı.” Türk düşmanlarının beyinleri o kadar keçeleşmiştir ki, bunlar, bir cümle, bir mısra içinde Türk kelimesinin geçmesine bile tahammül edememektedirler. Mesela bütün ömrü İslam'ı sevdirmek ve yüceltmek için geçen, İslam fikriyatına gönül verdiği için cezaevlerine düşen, defalarca hırsızlarla, katillerle, esrarkeşlerle... aynı hapishanelerde çile dolduran ve bir İslam ilmihali yazacak kadar dinî konularda bilgi sahibi olan Necip Fazıl Kısakürek, şiirlerinde Türk kelimesini mi kullanıyor? Bizim Türk düşmanlarımız o kelimeyi derhal çıkarıp atıyor; (şiirin veznini de bozmak pahasına) yerine İslam kelimesini koyuyorlar. Mesela; Onun, "Sakarya Türküsü” şiirinde şöyle bir beyit var: Rabbim isterse sular büklüm büklüm burulur Sırtına Sakarya'nın Türk tarihi vurulur. Necip Fazıl'ın ifadesiyle: "Kaba softa, ham yobaz" kişiler, bu beyti değiştirerek şöyle okuyorlar: Rabbim isterse sular büklüm büklüm burulur Sırtına Sakarya'nın İslam tarihi vurulur. Üstat, bir sohbetinde Ahmet Kabaklı'ya ve Ayhan Songar'a demişti ki: -Nutuklarımı Türkçe söylüyorum. Yarın, öldüğüm zaman da affımı Türkçe isteyeceğim! Necip Fazıl'a göre Türk milleti, “Allah'ın seçtiği kurtulmuş millet” tir. İşte onun “Büyük Doğu Marşı"ndan bir kıt'a: Allah'ın seçtiği kurtulmuş millet, Güneşten başını göklere yükselt Avlanır, kim sana atarsa kement Ezel kuşatılmaz çevrilmez elbet! Allah'ın seçtiği kurtulmuş millet, Güneşten başını göklere yükselt! Necip Fazıl gibi mükemmel bir İslam mütefekkirinin kullandığı Türk kelimesine tahammül edemeyen Türk düşmanları, başka kimselerin Türklükle ilgili açıklamalarına kayıtsız kalabilirler mi? Lütfen dikkat buyurun: Türkiye'de kim Türkülüğüyle övünmüşse, kim Türk milletinin büyüklüğünü, asaletini, merhametini, şefkatini... ortaya koymaya çalışmışsa daima bu Türk düşmanlarının hücumuna uğramışlardır. İşte birkaç örnek daha: Atatürk, bizim son asır siyasi tarihimizin en önemli şahsiyetlerinden biridir. Türklük üzerine söyledikleri daima çok coşkun duyguların ifadesidir. Diyebilirim ki bütün Türk tarihi içinde Türk'ü, Türklüğü, Türk milletini, onun kadar yücelten, bazen yere göğe sığmaz bir yürekle konuşan, yazan ikinci bir devlet adamımız yoktur. Şu vecizeler ona ait: Benim hayatta yegâne fahrim, servetim Türklükten başka bir şey değildir. Bir Türk dünyaya bedeldir. Türk, öğün, çalış, güven! Bu memleket tarihte Türk'tü; hâlde Türk'tür, ebediyen Türk olarak yaşayacaktır! Türk budur: Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir! Bizim başka milletlerden hiçbir eksiğimiz yok: Cesuruz, zekiyiz, çalışkanız! Atatürk, milletimizin ismiyle yeni bir Cumhuriyet kurdu: Türkiye Cumhuriyeti. Bu bakımdan bazı kimseler, Atatürk'ün Türklüğüne hücum ettiler: “Atatürk, Türk değildir!” dediler. Ben, Atatürk üzerine yazılan pek çok kitap okuduğum için yazıyorum: Türkiye'de, Atatürk kadar çeşitli milliyetlere mal edilen ikinci bir adam yoktur. Çünkü bizim malumlar: “Atatürk Makedon'dur! Atatürk Bulgar'dır! Atatürk Arnavut'tur! Atatürk Boşnak'tır! Atatürk Yahudi dönmesidir! Atatürk Pomaktır....” dediler. İnsaf! İnsaf! İnsaf! Bir insan hem Boşnak hem Makedon hem Bulgar hem Arnavut hem Pomak hem de Yahudi dönmesi olabilir mi? Ağızlarını: “Atatürk, Türk değildir!" diye açanların çoğu azınlık ırkçıları veya Türk düşmanlarıdır! Ziya Gökalp, Cumhuriyet devrimizin önemli sosyologlarından biri. Gökalp, Yeni Türk Cumhuriyeti'nin üç ana temele dayanarak güçleneceğine, yükseleceğine inanıyordu: Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak! Ziya Gökalp, milletimizin çeşitli meselelerini, Türkçülüğün Esasları isimli bir kitapla ortaya koydu. Azınlık ırkçıları, Türk düşmanları, Gökalp'e karşı derhâl hücum cephelerini kurdular ve onu karalamaya çalıştılar: -Ziya Gökalp Türk değildir! -Bunu nereden çıkarıyorsunuz? -Adam Diyarbakırlı birader... -Bu değerlendirme tam bir ihanet uçurumudur. Doğuyu Kürt, Batıyı gâvur, Rum ve Yahudi artığı, Güneyi Arap, Kuzeyi Laz görenler ve gösterenler bizim millî ahmaklarımızdır. Biz, Anadolu'ya ilk defa, Malazgirt Meydan Muharebesi'yle birlikte doğudan girdik. Horosan'dan Anadolu'ya akan Türk boyları, önce Doğu Anadolu'ya yerleştiler. Diyarbakır ve Mardin şehirlerinde kurulan Artukoğulları, tamamen bir Türk beyliğidir. Sonra Karakoyunlular, Akkoyunlular Devletleri de Diyarbakır, Erzincan, Sivas bölgelerinde hüküm sürdüler. Artukoğulları Beyliği'ni Artuk Bey kurdu. Diyarbakır 1101-1183 yılları arasında Artukoğlu Beyliği'nin başşehriydi. Oğuzların Bayındır boyu, başşehri yine Diyarbakır olmak üzere Akkoyunlu Devleti'ni kurdu. Akkoyunlular, 1300-1502 yılları arasında hükümran oldular. Devletlerinin başşehrini daha sonra, Diyarbakır'dan Tebriz'e taşıdılar. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan, Yıldırım Beyazıt-Timur çekişmesinde, Timur'un tarafını tuttu. Türkistan'dan ve Azerbaycan'dan gelen Karakoyunlular, Erzincan ve Sivas bölgelerinde yaşadılar. Daha sonra Diyarbakır çevresine yerleştiler. Karakoyunlular da 1333-1473 yılları arasında hüküm sürdüler. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'muza yerleşen Türk asıllı en az kırk boyumuz var. Peki, ne oldu o bölgelere yerleşen, beylik ve devlet kuran Oğuz boyları, Türkmen aşiretleri? Onlar, buharlaşıp uçtular mı? Tarihimizi bilmeden, araştırmadan bütün Doğu Anadolu'muzu Kürtlükle bütünleştirmek gaflet değilse ihanetin ta kendisidir. Ziya Gökalp niçin o bölgeye yerleşen Türk boylarından birine mensup olmasın? Nitekim “Kavim” şiirinde, kendisini şöyle anlatıyor: Dediler: Kavminin bir adı var mı? Adı bir değil çok, bu da bir ar mı? Türkiye devletim, Türklük milletim! Cinsinin çokluğu Türk'e zarar mı? Hun yanlış bir tâbir “Koyun"danım ben Moğol'dan değil Türk soyundanım ben Türklerin içinde mevkiim belli “Oğuz” ile “Kayı” boyundanım ben! Ne kadar Türk varsa bugün cihanda, Buradaki harsa var meyli vicdanda, Dili dilimdendir, dini dinimden, Olacağız biz hep aynı vatanda... Karacık Dağı'ndan Kıpçak Çölü'nden Gelen atalarım gibi Türk'üm ben Bana yol gösteren benden olmalı Olamaz Türk'e baş Türk'üm demeyen Osmanlı kalamaz Türk'ü sevmeyen... Ziya Gökalp: "Hun yanlış bir tabir ‘Koyun'danım ben" mısraıyla Karakoyunlulardan veya Akkoyunlulardan olduğunu söylüyor ve devam ediyor: "Oğuz ile Kayı boyundanım ben." Onun Türklüğünden rahatsızlık duyan Türk düşmanları, ağızlarını kocaman kocaman açarak bağırdılar: “Hayır! Sen Türk değilsin; sen Kürt'sün!” dediler. Ona: Sen Türk değilsin; Kürt'sün!” diyenlerin başında, devrin iç işleri bakanı Ali Kemal geliyordu. Ziya Gökalp, kendisine “Kürt" diyenlere layık oldukları cevabı vermekte gecikmedi: Bana Türk Değil Diyenlere Ali Kemâl'e Ben Türk'üm diyorsun. Sen Türk değilsin! İslam'ım diyorsun, değilsin İslam! Ben, ne ırkım için senden vesika, Ne de dinim için istedim i'lâm... Türklüğe çalıştım sırf zevkim için, Ummadım bu işten asla mukâfat! Bu yüzden bin türlü felâket çektim, Hiçbir an esefle demedim: Heyhât!... Hatta ben olsaydım: Kürt, Arap, Çerkez... İlk gayem olurdu Türk milliyeti. Çünkü Türk kuvvetli olursa mutlak Kurtarır her İslâm olan milleti. Türk olsam, olmasam, ben Türk dostuyum, Türk olsan, olmasan, sen Türk düşmanı. Çünkü benim gayem Türk'ü yaşatmak, Seninki öldürmek her yaşatanı. Türklük hem mefkûrem hem de kanımdır, Sırtımdan alınmaz çünkü kürk değil. Türklük hadimine Türk değil diyen Soyca Türk olsa da piçtir Türk değil! Tecelliye bakar mısınız? Ziya Gökalp'e saldıran İç İşleri Bakanı Ali Kemal, Milli Mücadele'nin de aleyhinde makaleler yazıyordu. Bir gün onu, Kuvayı Milliyeciler, İstanbul'dan kaçırıp İzmit'e götürdüler. Ordu kumandanı Nurettin Paşa'nın huzuruna çıkardılar. Nurettin Paşa, Ali Kemal'e sordu: -Adın ne? -Artin Kemal denilen vatan haini sen misin? -Hayır, tanımam! -Ali Kemal! -Siz, esasen, vatan ve milleti kurtarmak isteyenlere karşı yaptığınız hıyanetlerden dolayı ihanet ile mahkûmsunuz. Lazım gelen hükmü mahkeme verecektir! Ali Kemal, süngülü erler arasında mahkemeye götürülürken İzmit halkının hücumuna uğradı. Halk, saat kulesi yakınında Ali Kemal'i muhafızlarının elinden alarak linç etti. Cesedini parçaladılar. Parçalanan cesedini istasyon yakınındaki bir ağaca astılar. Ziya Gökalp'in Türklüğüne tahammül edemeyenler, onun Müslümanlığına da saldırdılar. Onun kâfir olduğunu iddia eden kâfirler oldu. Bu konuda dehşetli yalanlar uydurdular. Yeni Türkiye'nin kalkınmasını üç ana temele oturtan, bu temellerden ikincisini Müslümanlık olarak seçen Ziya Gökalp'e “kâfir" diyenler, şeriat hükümlerine göre “kâfir” durumuna düşmüşlerdir. Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak çizgisinde olan bir kimseye hangi izan ve insaf sahibi “kâfir” diyebilir? Şu mısralar Ziya Gökalp'e ait: Kur'an diyor: Eyleyiniz itaat Hakk'a, sonra peygambere, devlete. Vicdanımın bütün hissi sadakat Kanunlara, hadislere, ayete. İbadetle, itikatta daima Kitap ile Resul benim rehberim Bu işlerde şüphem varsa mutlaka Müftülerin fetvasını dinlerim. Ziya Gökalp'in bu dinî şiirleri, birtakım insanlar için önemli değildir. O bize, şöyle sesleniyor mu seslenmiyor mu? Türklüğün vicdanı bir Dini bir, vatanı bir Fakat hepsi ayrılır Olmasa lisanı bir! Ziya Gökalp ortaya hiçbir ciddi eser bırakmasaydı da sadece yukarıdaki mısraları yazmış olsaydı yine aynı kimselerin şiddetli hücumlarına uğrayacaktı. Ve Nihâl Atsız Nihâl Atsız'dan uzun uzun bahsetmeye gerek yok. Biraz sonra onun savunmasını okuduğunuzda göreceksiniz. Atsız, müthiş bir vatanseverdir. Müthiş bir Türk milliyetçisidir. Müthiş bir dava adamıdır. İnandıklarını ortaya dosdoğru koyan ve Türkiye'de yepyeni bir neslin doğmasına ön ayak olan bir idealisttir. Türklük ve Türkçülük düşmanlarıyla, onun bilgisi, sabrı ve cesaretiyle mücadele eden dava adamlarımız maalesef pek azdır. 1944 yılında, Türkiye'de Marksizm'in bayrağını dalgalandırmak isteyenler, onun da sesini kesmeye çalıştılar. Ziya Gökalp'e Kürt diyenler, Nihâl Atsız'a da Rum diye saldırdılar. Atsız'ın soyu sopu Gümüşhane'nin Edire (Dörtkonak) köyünden Torul ilçesinin Midi köyüne yerleşen Çiftçioğullarıdır. Çiftçioğulları, Gümüşhane'de değil de mesela doğu illerimizde yaşasalardı ona Kürt diye saldıracaklardı. Bütün bunlar Türk düşmanlarının veya azınlık ırkçılarının marifetleridir. 1944 Irkçılık-Turancılık Davası görülürken, Nihâl Atsız'a "Hristiyan Arap!" diye saldıranlar bile oldu. Reha Oğuz Türkkan: Irkçılık-Turancılık Davası'nın ünlü isimlerinden Reha Oğuz Türkkan da yakasını o şer cephesinden kurtaramadı. Ona da Berberî Arap'ı dediler. Orhan Şaik Gökyay bizim en büyük vatan şairlerimizden biri. Onun “Bu Vatan Kimin?" isimli muhteşem şiiri bizim neslimizin ezberindeydi: Bu Vatan Kimin? Bu vatan, toprağın kara bağında Sıradağlar gibi duranlarındır Bir tarih boyunca onun uğrunda Kendini tarihe verenlerindir. Tutuşup kül olan ocaklarından Şahlanıp köpüren ırmaklarından Hudutlarda gaza bayraklarından Alnına ışıklar vuranlarındır. Ardına bakmadan yollara düşen Şimşek gibi çakan, sel gibi coşan Huduttan hududa yol bulup koşan Cepheden cepheyi soranlarındır. İleri atılıp sellercesine Göğsünden vurulup tam ercesine Bir gül bahçesine girercesine Şu kara toprağa girenlerindir. Tarihin dilinden düşmez bu destan Nehirler gazidir, dağlar kahraman Her taşı, bir yâkut olan bu vatan Can verme sırrına erenlerindir. Gökyay'ım ne desen ziyade değil Bu sevgi, bir kuru ifade değil Sencileyin hasmı rüyada değil Topun namlusundan görenlerindir. Orhan Şaik Gökyay da Irkçılık-Turancılık Davası'na “vatan haini” suçlamasıyla çıkarıldı. Gökyay niçin “vatan haini" diye suçlandı? Bunu kendisiyle de, Atsız Bey'le de sağlıklarında konuşmuştuk! 1950 yılına kadar CHP zihniyetinin şöyle bir değerlendirmesi vardı: “Kim ki CHP'lidir, vatanseverdir. Kim ki CHP'li değildir, vatan hainidir!" 14 Mayıs 1950 milletvekili seçimlerinde, CHP müthiş bir hezimete uğradı. 1954 seçimlerinde daha müthiş bir hezimetle sarsıldı. CHP, 1950 hezimetinden sonra hücum silahını değiştirdi: “Kim ki CHP'lidir, Atatürkçüdür. CHP'li olmayanlar Atatürk düşmanlarıdır!" CHP, bugün de rahatlıkla Atatürk silâhını kullanmaktadır. 1944 yılında, Nihâl Atsız'ın evi arandığında, Konservatuar Müdürü Orhan Şaik Gökyay'a ait iki mektup bulundu. Mektuplarda Orhan Şaik, Başbakan Saraçoğlu'na açık mektup yazan Nihâl Atsız'ı uyarıyordu. Özetle: “Yapma Nihâl, diyordu. Bu mektuplar başına iş açabilir, yazma!" Vatan şairimize vatan haini diyen sebük-mağzlar Sıkıyönetim savcısı, bu iki mektubu görünce şöyle bir mantık yürüterek Orhan Şaik'i de zindana attı. Savcının yürüttüğü mantık 1944 anlayışına uygundu: “Nihâl Atsız CHP'li olmadığı için vatan hainidir. Orhan Şaik Gökyay da Nihâl Atsız'ın çok eski arkadaşlarından biridir. Dolayısıyla Orhan Şaik de vatan hainidir!" Atsız'ın evinde, Orhan Şaik'e ait o iki mektup bulunmasaydı vatan şairimiz “vatan hani” suçlamasıyla tevkif edilmeyecekti. Bana göre bu kitaptaki en müthiş savunmalardan biri de Orhan Şaik Gökyay'a ait. Bizzat kendisinden dinlemiştim. Bana demişti ki: “1944 yılında, biz suç işlediğimiz, suçlu olduğumuz için tevkif edilmedik. Biz Türk olduğumuz, Türkçü olduğumuz için zindanlara atıldık." Üstadın, sitem yüklü “İrtidad" isimli şiiri, “Biz Türkçü olduğumuz için tevkif edildik!” iddiasının manzum olarak ifadesidir. İrtidad, dinden dönmek demektir. Vazgeldim kelimesi ise “vazgeçtim" karşılığında bir kelime. Orhan Şaik, bu şiiri tabutluklarda iken yazmıştı: İrtidad Be kavim kardaşlar, be yirmi üçler Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim! Ísnad oldu bize acayip suçlar Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim Arnavut'tan reis Boşnak'tan vali, Ne idüğü belli bir Hasan Ali Üstüne tüy dikti tastik-i âli Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim! Yokmuş Türk, Ermeni, Rum Çıfıt farkı Üstelik türedi bir de puşt ırkı Çingen'le bir oldu mert Türk’ün narkı Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim! Mısır'dakinden de bir sağır sultan Hak sözü duymaz da asla top atsan Bir "ehhe"yi duyar Rus radyosundan Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim! Vaktiyle şan verdik yedi düvele O şanu şerefi savurduk yele Benzedik vatanda yedi kat ele Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim! Sen kesmez kılıçsın paslı çeliksin Hainsin, canisin, yüz elliliksin Türk'üm! de mahkeme ananı s...n Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim! 1944 yılında, Irkçılık-Turancılık Davası dolayısıyla, tevkif edilenlerin hepsinden aynı değerlendirmeyi çok dinledim: “1944 yılında, biz suç işlediğimiz, suçlu olduğumuz için değil; Türkiye'de Türk olduğumuz, Türkçülük yaptığımız için zulüm gördük!" demişlerdi. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan'a Yapılan Zulüm: Zeki Velidi Togan'la karşı karşıya hiç gelmedim. Onu sadece yazılarından tanıyor ve dünya çapında bir ilim adamı olduğunu biliyorum. Zeki Velidi'nin çeşitli makaleleri yanında sadece bir kitabını okudum: Hâtiralar! Ama nedense Türkistan denilince, aklıma ilk gelenler arasında onun ismi de var. Zeki Velidi Togan, 1944 yılında görülen Irkçılık-Turancılık davasının sanıkları arasında. Ben Zeki Velidi Togan'ı on yıl ağır hapse, dört yıl sürgün cezasına çarptıran İstanbul Bir Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesinin dosyasını büyük bir dikkatle ve heyecanla okudum. Zeki Velidi Togan'ın sorgulamada verdiği cevapları, dinlenilen diğer sanık ve şahit ifadelerini yüreğim kavrularak birer birer inceledim. Sıra mahkeme heyetinin verdiği karara gelince artık kendimi tutamadım. Dosyanın üzerine kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladım. Büyük bir acı duyarak sarsıldım. Bereket ki evde kimsecikler yoktu. Yüksek sesle bağıra bağıra hıçkırıklara gömüldüm. Şimdi onun savunmasından önce, dosyadan okuduklarımı ve bildiklerimi burada özetlemeye çalışacağım. Yalnız önce, Meydan Larousse'dan aldığım hayat hikayesini dikkatinize sunuyorum “Ahmet Zeki Velidi Togan Türk tarihçisi. (İSterlitamak kantonu Başkurdistan 1890-İstanbul 1970). Kazan'da Kasımiye Medresesi'nde Türk tarih ve Arap edebiyatı dersleri verdi (1909-1910). Kazan Üniversitesi'nde ve Fergana'da tarihî etnografik araştırmalar yaptı. Fergana’da Kutadgu Bilig'in bir nüshasını buldu Ufa'da tarih öğretmenliği yaptı (1914-1915). Moskova parlamentosu olan Duma'da, Ufa ili Müslümanlarının temsilcisi olarak siyasi hayata atıldı (1917). Rusya Kurucu Meclisi üyesi (1917), Sovyet Başkurdistan Cumhuriyeti Harbiye Vekili (1919-1920), Başkurdistan Devlet Başkanı oldu (1920). Rusya yöneticileriyle arası açılınca Türkistan'a geçti. Buradaki bağımsızlık mücadelesine katıldı. Paris'e, oradan Berlin'e gitti. Türkiye'ye gelince (1925) İstanbul Darülfünunu Türk tarihi müderrisliğine getirildi. Viyana'da İbn Fadlan's Reiseberichte İbn-i Fadlan'ın Seyahatnamesi, 1939) adlı teziyle felsefe doktoru oldu. İkinci Dünya Savaşı'nın başlaması üzenine İstanbul Üniversitesine tarih profesörü olarak döndü. Başhca eserleri Türk ve Tatar Tarihi (1912), Bugünkü Türkistan ve Yakın Mazisi (1923-1940), Birunis Picture of the World (Biruni'nin Dünya Hakkında Tosauru, (1940), Umumi Türk Tarihine Giriş (19461970), Tarihte Usul (1950-1970), Harezmce Tercümeli Mukaddemetül Eden (1925), Hatıralar (1969), Oğuz Destanı (1972). Görüldüğü gibi Zeki Velidi Tozan, Başkurt Türklerinden bir ilim adamımız 1917 yılında önce Rusya kurucu meclis üyeliğine seçildi. Sovyet Başkurdistan Cumhuriyeti'nin Harbiye Bakanı oldu. 1920 yılında Başkurdistan Cumhurbaşkanlığı'na getirildi. Cumhurbaşkanı olduktan sonra Lenin ve Stalin'le milli meselelerin hallinde görüş ayrılıklarına düştü. Başkurdistan'dan Türkistan'a çekilmek mecburiyetinde kaldı. Mücadelesine bir süre orada devam etti. Sonra bazı arkadaşlarıyla birlikte, İran'a ve Afganistan'a kaçtı. Oradan Hindistan ve Mısır yoluyla Paris'e, Paris'ten Berlin'e geçti. Berlin Üniversitesinde ilmî çalışmalarına başladı. Cumhuriyetimizin ilanından iki sene sonra, 1925 yılında, resmen Türkiye'ye dâvet edildi. Önce Ankara'da Telif ve Tercüme Heyeti'nde çalıştı; sonra İstanbul Üniversitesi'nde Türk Tarihi kürsüsünde gençlerimize Türk tarihini okuttu. 3 Mayıs 1944 Hadiselerinden önce polis takibine alındı. Nihâl Atsız ve arkadaşları tevkif edildikten sonra, 12 Mayıs 1944 Cuma günü, evinde arama yapıldı. Zeki Velidi Togan'ın Beyazıt'ta, Soğanağa Mahallesi'ndeki Demiröz Apartmanı'nın en üst katına baskın yapan polisler, onun kütüphânesinde Türkçülük ve Türk tarihi üzerine yazılmış kitapları aramaya koyuldular. Düşünebiliyor musunuz? Türkiye'de, İstanbul Üniversitesinde, Türk tarihi dersleri veren bir Türk tarihi profesörünün evinde, Türk polisleri, Türk adliyesine yardımcı olmak için suç delilleri olarak Türkçülük ve Türk tarihi üzerine yazılmış kitapları aramakla vazifeliydiler. Sivil polisler, Prof. Dr. Zeki Velidi Togan'ın evinde suç unsuru kitaplar bulmakta zorlanmadılar. O kitaplardan bir kısmını paketleyerek alıp gittiler. Bu aramadan üç gün sonra sivil polisler tekrar Zeki Velidi Togan'ın evine geldiler ve onu alıp Emniyet Müdürlüğüne götürdüler. Togan'a: "Bu akşam burada kalacaksınız.” dediler. Zeki Velidi, dünya çapında bir şöhret sahibi olduğu için onu Emniyet Müdürlüğü'nün en iyi odalarından birinde misafir etmek istediler. O dört numaralı hücrenin lüksü, hem dışarıya bakan bir penceresinin olması hem de odadaki karyoladan sonra üç adımlık bir gezinti yerinin bulunmasıydı. Ama oda anlatılmaz derecede pisti. Bir sokak köpeğinin bile yatamayacağı kadar iğrenç görülen yatakta âdeta kum gibi bit kaynıyordu. Zeki Velidi, bu yatağa uzanamadı. Bit mahşerinden yakaladığı bitleri tutup sıralar hâlinde hücre duvarına yapıştırmaya başladı. Her sırada elli bit ölüsü bulunuyordu. Zeki Velidi, sabaha kadar ancak dokuz sıralı bir bit taburu kurabildi. Yani tam 450 biti öldürerek hücre duvarına yapıştırdı. Gerisini getiremedi ve sabaha kadar bir iskemle üzerinde kaldı. Gün ışıdıktan, Emniyetteki memurlar masalarına döndükten sonra Birinci Şube Müdürü olan Zeki isimli adaşını odasına çağırdı. Ona dedi ki: -Hakkımda araştırma yaptınızsa kayıtlarınızda vardır. Ben Türk tarihi konusunda üniversitelerimizde ders veren, bu konuda eser sahibi olan bir ilim adamıyım. Sonra ben, Başkurdistan'da yani eski bir Türk yurdunda, önce harbiye bakanı olarak sonra o ülkenin cumhurbaşkanı olarak milletime hizmet etmiş bir kimseyim. Beni ne için buraya getirip tıktığınızı bilmiyorum. Ama size göre suçum ne olursa olsun, bir ilim adamının, bir eski cumhurbaşkanının, bir hayvan leşi gibi pis kokan ve içi bit kaynayan bir yataklı hücrede tutulması, ayıpların ötesinde bir ayıp, zulümlerin ötesinde bir zulümdür. Bir Türk polisine yakışmayacak bir seviyesizliktir. Burada öldürüp duvara yapıştırdığım 450 bitin ölüsü bana değil size sövüp sayıyor. Şu iğrenç yorganı kaldırıp baksanız altında belki de 1450 bitin daha kımıldayıp durduğunu göreceksiniz. Nedir bu? Şimdi burada size bir tarih hocası olarak iki tarihî hadiseyi hatırlatmak istiyorum: Selçuklu Sultanı Alparslan 1071 yılında ordularıyla Anadolu'ya girdi. Doğu Roma İmparatoru Romen Diyojen'le Malazgirt'te savaştılar. Sultan Alparslan, savaştan muzaffer çıktı. Romen Diyojen, esir edilerek huzura çıkarıldı. Sultan Alparslan Romen Diyojen'e hiçbir kötü muamelede bulunmadı. Yalnız ona sordu: -Ey Romen Diyojen, dedi. Ben esir edilseydim ve huzuruna ellerim bağlı olarak getirilseydim sen bana ne yapardın? Romen Diyojen dedi ki: -Seni en azından kırbaçlatırdım! Sultan Alparslan, tam Türk'e yakışır bir ciddiyetle, vakarla, asaletle, terbiyeyle Romen Diyojen'e cevap verdi: -Ben sana bir fiske bile vurmayacağım; vurdurmayacağım. Seni tamamen serbest bırakacağım. Buradan çık, git ülkene Romen Diyojen! Dağılan ordularını yeni baştan toparla. Sonra çık gel karşıma! Savaş meydanlarında seninle mertçe, erkekçe yeni baştan vuruşalım! Sultan Alparslan dediği gibi yaptı. Romen Diyojen'i, ülkesine sağ salim uğurladı. Fakat Romen Diyojen'in milletinden bazı kimseler, Malazgirt'te mağlup olan hükümdarlarının gözlerini oydular. Biz, Türk milleti olarak Romen Diyojen'in kılına bile dokunmadık. Onun şerefiyle, haysiyetiyle oynamadık. Ona yine bir krala davranır gibi davrandık. Size hatırlatacağım ikinci mühim hadise, Gazi Osman Paşa'nın başından geçenlerle ilgilidir. Bildiğiniz gibi Ruslar, 1877 yılında Osmanlı Devleti'ne savaş ilan ettiler. Rus orduları iki yüz elli bin kişilik bir kuvvetle Tuna Nehri'ni geçerek topraklarımızda ilerlemeye başladılar. Rusları, Gazi Osman Paşa başkanlığındaki altmış bin kişilik ordumuzla Plevne önünde durdurduk. Müthiş bir savaş oldu. Gazi Osman Paşa, Rusların üç büyük saldırısını geri püskürttü. En az on bin Rus askerini toprağa gömdü. Sonunda, kendisine hiçbir yerden yardım gelmeyen ve çepeçevre kuşatılan Gazi Osman Paşa, Ruslara esir düştü. Ne oldu biliyor musunuz? Rus ordularının Başkomutanı Grandük Nikola, Osman Paşa'ya hiçbir saygısızlıkta bulunmadı. Aksine Türk’ün bu büyük, bu yiğit paşasına çok saygılı davrandı. Rus Çarı II. Aleksandr da askerî gelenekler gereğince, Osman Paşa'nın uzattığı kılıcı teslim almadı. Onu, beraberinde Rusya'ya götürdü. Orada da Gazi Osman Paşa'ya kat'iyyen esir muamelesi yapmadı. 1878 yılında Yeşilköy Antlaşması imzalanınca Rus Çarı, Gazi Osman Paşa'yı şanına uygun bir şekilde vatanından uğurladı. Şimdi ey Zeki Bey! Siz de birinci şube müdürü olarak bana yani eski bir cumhurbaşkanına, bir ilim adamına, hem de Türk tarihi profesörüne böyle bir tavır takınıyor; beni şu iğrenç odaya tıkıyorsunuz. Altıma, içi bit kaynayan leş gibi bir yatak seriyorsunuz. Yakışır mı bu size? "Evet, yakışıyor." diyorsan Sultan Alparslan asaletinden, sizi Grandük Nikola nezaketinden koparıp buralara atan sebebi öğrenmek istiyorum: Suçum ne benim? Nedir, ne olmuş, ne yapmışım ben? Beni niçin bu rezil yere getirip tıktınız? Söyleyin suçumu bana! -Hocam, evvela bu oda için özür dilerim. Bunu biz bir kasıtla yapmadık. Aksine burası Emniyet'in en iyi odalarından biri. Sizden önce buraya bir iki sarhoş adamı aldık. Yataktaki kusmuk artıkları ondandır. Demek ki arkadaşlar yatakları değiştirmemişler. Sizi üç numaralı odaya alalım da burayı temizletelim bir! -Bu oda, bu yatak, öyle bir iki sarhoşun bir iki haftalık marifeti değil Zeki Bey! Bu oda ayların, yılların pisliğiyle bir bit yuvası haline gelmiş. -Meşgul olacağım ben hocam; meşgul olacağım. Merak buyurmayın. -Peki, suçum nedir benim Zeki Bey? -Onu ben bilmiyorum efendim. Sıkıyönetim savcısı size söyleyecektir! O gün, Prof. Dr. Zeki Velidi Togan'ı üç numaralı odaya aldılar. Dört numaralı odanın duvarlarını badana ettiler. Yatağı değiştirdiler. Ama bitin kökünü kesemediler. Birkaç gün sonra, Zeki Velidi suçunun ne olduğunu İstanbul Bir Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesinin Savcısı Kâzım Alöç'ten öğrendi: 1. Gizli cemiyet kurmak. 2. İş başındaki Cumhuriyet hükümetini devirmeye çalışmak. 3. Türkiye'yi Almanların yanında yer alarak İkinci Dünya Harbi'ne sokmak. Adı geçen mahkemenin duruşma dosyasının bir örneğini, her nasılsa Nihâl Atsız elde etmiş. O dosya, Atsız'dan kardeşi Nejdet Sancar'a geçmiş. Nejdet Sançar da benim okumam, bilgi sahibi olmam için hem o dosyayı hem de elinde bulunan diğer savunma metinlerini eşi Reşide Sançar vasıtasıyla bana ulaştırdı. İşte ben de, o savunmaları bir kitap hâline getirerek milletime emanet ediyorum. Şimdi burada, Zeki Velidi Togan'ın, askerî savcıya ve sıkıyönetim mahkemesine verdiği ifadelerle bu suçlamaların köküne inmeye çalışacağım: İkinci Dünya Savaşı başladığında, Zeki Velidi Togan, İstanbul Üniversitesi'nde Türk tarihi kürsüsünde hocadır. Alman-Rus Harbi'nde, Almanların Rusları mağlup edeceklerine samimiyetle inanmaktadır. Ve yakın arkadaşlarına anlatmaktadır ki: “Almanlar bu savaştan galip çıktıklarında, tabiî olarak Rus ordularından esirler de alacaklardır. Rus ordusunda sadece Rus asıllı askerler yok. Rusların yanında, Azerbaycan Türkleri de, Tatarlar da, Kırgızlar, Kazaklar, Türkmenler, Uygurlar da var; Yahudiler de. Alman subaylarının Yahudi düşmanlığı meydanda. Onlar Yahudileri sünnetli olmalarından tanıyorlar ve öldürüyorlar. İyi ama Türk asıllı askerler de sünnetlidirler. Şimdi biz hem savaş cephesindeki hem de cephe gerisindeki Türk asıllı esirlere sahip çıkmak mecburiyetindeyiz. Bunu nasıl yapabiliriz. Bunu ancak bir dernek kurarak sağlayabiliriz. Kişilerin böyle bir davada tek başlarına hareket etmeleri bir fayda sağlamaz. Bir dernek kurmak, daha faydalı neticeler meydana getirir. Hükûmetler, şahıslardansa, derneklerin müracaatlarını daha çok dikkate alırlar." Zeki Velidi bu düşünceyle yola çıkarak yedi kişiyi, bin bir güçlükte temin eder. Çünkü o yıllarda yani CHP iktidarı döneminde, bir cemiyet kurabilmek için önce yedi kurucu üye bulmak, sonra da valilikten izin almak gerekecektir. Devrin İstanbul Valisi Dr. Lütfi Kırdar'dır. Mahkeme zabıtlarına göre Zeki Velidi yedi kişiyi bulduktan sonra Lütfi Kırdar'a başvurur. Lütfi Kırdar der ki: -Hoca vallahi bu iş beni aşar. Senin, Genelkurmay Başkanımız Mareşal Fevzi Çakmak Hazretleri'ne başvurman lâzım. Böyle bir derneğin kurulmasına ancak o izin verebilir. Örfî idare savcısına göre bu nasıl gizli bir cemiyetse, Zeki Velidi bu defa İstanbul'dan kalkıp Ankara'ya gider. Görüşmek için Fevzi Paşa'nın kurmay subayına başvurur. Esasında Mareşal Çakmak, Zeki Velidi Bey'i tanımaktadır. Rusya'daki komünist ihtilâlin liderleri hakkında Zeki Velidi'yle birkaç kere görüşmüş, ondan bilgi almıştır. Fakat bu defa mareşal, Zeki Velidi'ye çok mesafeli durmakta, hocaya randevu vermemektedir. Zeki Velidi Togan, “gizli bir cemiyet kurmak için" gittiği Ankara'dan eli boş döner. Bu arada kurucu üyelerden biri olan Heybetullah İdil korkmaya başlar. İstanbul valisinin izin vermemesi, Mareşal Çakmak'ın Zeki Velidi'yi kabul etmemesi, Devlet Demir Yolları’nda bir teknisyen olan Heybetullah'ı endişelendirir. Zeki Velidi'ye başvurarak affını ister. Arkasından Ahmet Karadağlı-Nuriman Karadağlı isimli karı koca, İstanbul'dan Almanya'ya taşınınca izin çıksa bile dernek kurulması zaten imkânsız hâle gelir. Geride, Zeki Velidi Togan’ın yanında yalnızca üç kişi kalır: Reha Oğuz Türkkan, Cihat Savaşfer ve Nurullah Barıman. 3 Mayıs 1944 Nümayişinden sonra Ankara hükûmeti, Atsız ve arkadaşlarını tevkif edince Zeki Velidi'yi de içeri alır. Askerî savcı, pireyi deve yapmakta müthiş bir kabiliyet sahibidir. Reha Oğuz, Cihat Savaşfer, Nurullah Barıman ve Heybetullah İdil'i Çin işkencelerinden geçirerek dinlerken öğrenir ki Zeki Velidi, bu kişilere Türkistan bayrağı üstüne el bastırarak bir de yemin ettirmiştir. İşte o zaman Savcı Alöç, anlar ki, inanır ki, bilir ki, bu dernek gizli bir dernektir. Çünkü üyeler, lâiklik kaidelerini çiğneyerek bir de yemin etmişlerdir. Mahkeme başkanı bu hususu Zeki Velidi'ye sorar. Zeki Velidi: “Evet der. Doğrudur. Üyelere Türkistan davası için çalışacaklarına, beni yarı yolda koyup gitmeyeceklerine dair yemin ettirdim. Ne var bunda? Bu nasıl gizli bir cemiyettir ki izin alabilmek için İstanbul Valisi Lütfi Kırdar'a başvuruyorum? Bu nasıl gizli bir cemiyettir ki Ankara'ya gidip Genelkurmay Başkanıyla görüşmek istiyorum. Türkiye'de gizli cemiyetler böyle mi kuruluyor?" Savcı da mahkeme heyeti de, Zeki Velidi davasında akıllarını kat'iyyen kullanmaz. Vicdanlarının sesini dinlemek yoluna gitmez. Mesela düşünülmez ki, denilmez ki, haydi o üç üye de ayrılmadı da cemiyet gizli olarak faaliyete geçti. Peki, bu koskoca Cumhuriyet hükümeti öyle yedi kişinin bir araya gelmesiyle yıkılıp gidecek bir sabun köpüğü müdür? Bu adamların tankları, topları, orduları mı var? Haydi diyelim ki bu yedi kişi, İstanbul'dan "yıkıl bire hükûmet!” diye bir nâra attı da hükûmetimiz de şırak diye yıkılıverdi. Peki, ondan sonra bir ordunun Almanya safında savaşa girmesi kolay mıdır? Mümkün müdür? Türk ordusunun savaşa girme arzusu var mı? İşte emekli generallerden Ali Rıza Subaşılar bizzat şahit olduğu bir hadiseyi hatıralarında yazarken diyor ki: "İkinci Dünya Savaşı yıllarında Genelkurmay'da, kurmay yüzbaşı olarak bulunuyordum. Hükûmetten bir yazı aldık. O yazıda deniliyordu ki: 'Alman Genelkurmayı, yaralı askerlerini Yunanistan'dan geçirmek için bizim topraklarımızdan geçiş izni istiyor. Karşılığında da Trakya'daki yollarımızı ve köprülerimizi yapacağını söylüyor. Gereğini rica ederim.' Ali Rıza Paşa diyor ki: Biz de düşündük ki, Fevzi Çakmak Paşa da hükûmetin bu görüşüne katılacak ve evet diyecektir. Cevabi yazıyı öyle hazırladık. İmza için makama çıkınca Fevzi Paşa dedi ki: -Olmaz! Bu yazıyı değiştirin. Almanlara vatan toprağımızdan geçemeyeceklerini bildirin. Birinci Dünya Harbi'ne iki Alman zırhlısı bize sığındığı için girmedik mi? Yeniden bir maceraya karışamayız. Bu izin verme işi savaş sebebi olabilir." Ali Rıza Subaşılar hatıratında diyor ki: "Genelkurmay Başkanımızın itirazı üzerine cevabımızı olmaz!' diyerek yeniden yazıp imzadan çıkardık.” Şimdi bir an için kabul edelim bu yedi kişinin “Yıkıl bire!" narası üzerine hükümet yıkıldı. Kim cumhurbaşkanı olacak? Prof. Dr. Zeki Velidi Togan. İyi ama Genelkurmay Başkanı da 1944 yılında yine Mareşal Fevzi Çakmak. Bu ordunun eli soğan mi doğruyor? Bu ordunun başında bulunan paşalar, sıkıyönetim mahkemesinin yüzbaşı savcısı gibi geri zekâlı kumandanlar mıdır? Bir koca savaşa girmek, çelik çomak oyunu oynamak gibi kolay bir iş midir? İstanbul Bir Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi bunları bir nebzecik olsun düşünmedi. Sanki gizli bir cemiyet kurulmuş ve bu cemiyet hükûmetimizi yıkmaya kalkışmış gibi hareket ederek karar verdi: Prof. Dr. Zeki Velidi Togan'ı on yıl ağır hapse mahkûm etti: Ayrıca dört yıl da sürgün cezasına çarptırdı. Türkistan davasına hizmet edeceğine dair yemin eden 24 yaşındaki Reha Oğuz Türkkan beş yıl hapis, iki yıl sürgün; Yüksek Mühendis Mektebi son sınıf öğrencilerinden Cihat Savaşfer dört yıl hapis, 1.5 yıl sürgün; lise mezunu, gazeteci Nurullah Barıman dört yıl hapis, 1.5 yıl sürgün cezasına çarptırıldı. Devlet Demir Yollarında teknisyen olarak çalışan 20 yaşındaki Heybetullah İdil ise, daha başlangıçta korkarak bu işten çekildiği için beraat etti. Ben, Alman orduları tarafından esir alınan Rus birliklerindeki Türk asıllı delikanlıların Yahudi sanılıp bir kazaya kurban gitmemeleri veya esir kamplarında çürüyüp kalmamaları için en iyi, en asil duygularla bir cemiyet kurmak isteyen; ama kuramayan eski bir cumhurbaşkanının, bir ilim adamımızın tam bir buçuk yıl hapislerde işkence görmesine, sonra da on yıl ağır hapse mahkûm edilmesine tahammül edemedim. Dosya üzerine kapanarak bağıra bağıra ağlamaya başladım. Kendimi, babamın ölüsü üzerindeymişim gibi hissettim. İstanbul Bir Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesinin bu yanlış, bu zalim, bu vahşiyane kararının daha sonra yine Askerî Temyiz Mahkemesi tarafından tamamen bozulduğunu, bütün Türkçülük sanıklarının beraat ettiklerini bildiğim hâlde gözyaşlarımı tutamadım. Ve işte aradan 66 yıl geçmesine rağmen Türk adaleti, Türk asaleti adına duyduğum büyük bir utanç hissini üzerimden hâlâ atamadım. Ve beynimi törpüleyen o firavun zulmünün acısını hâlâ unutamadım. Bu davanın büyük mazlumlarından biri olan Nihâl Atsız diyor ki: “Bu dava, savcının iddiaya uğraştığı gibi yeni bir rejim ve yeni nizam kurmak davası değil, Türkçülük düşmanlarının yaygarasına aldanarak kuruntuya kapılanların hiç yoktan ortaya attıkları bir “açık kapıları zorlama' davasıdır." Atsız'ın ve arkadaşlarının açık ve kesin ifadelerine göre, bu dava yani Irkçılık-Turancılık Davası, Türkçülük düşmanlarının yaygaraları yüzünden açılmıştı. Bazı kimselerin iddia ettikleri gibi 1944 yılında, dünyanın hâli, durumu, vaziyeti... öyle gerektirdiği için böyle bir dava açılmamıştı. Zeki Velidi Togan'ın 1951 yılında, TBMM'nin bütün milletvekillerine ve 1958 yılında devrin başbakanı Adnan Menderes'e yazdığı mektuplar ne kadar düşündürücü ve utandırıcıdır! Prof. Zeki Velidi Togan, Irkçılık-Turancılık Davası'ndan beraat ettikten altı yıl sonra, 1 Mayıs 1951'de, Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulmak üzere, Başkanlık makamına, düşündüren, şaşırtan, utandıran bir dilekçe gönderdi. Zeki Velidi dilekçesinde diyordu ki: "Geçen rejim, komünizmle mücadele eden milliyetçilerle beraber beni de 17 ay 10 gün hapislerde tuttu. İki defa askerî mahkemelerde süründürdü. Böylece beni, üniversitedeki mesaimden 4 sene 8 ay uzak tuttu. İsmet İnönü, 19 Mayıs 1944 nutkuyla, hükümlerini önceden vermiş olduğu gibi bizzat bana karşı tatbik edeceği sindirme usulünü ve idârî cezayı da mahkemeleri beklemeden önceden kestirmişti. Bana ve aileme maddî tazyik yaparak bizi ezmek istemişti. Şöyle ki: Tevkif olunanlardan bâzılarına, mesela Dr. Hasan Ferdi Cansever'e maaşları muntazaman verilmişti. Diğerlerine (Hüseyin Namık Orkun, Nejdet Sançar, Orhan Şaik Gökyay vs.) vekâlet emrine alarak, vekâlet emri maaşları yine muntazaman verilmişti. Yalnız benim maaşlarımı birden kestiler. Vekâlet emrine aldıkları hâlde iki sene vermeleri icap eden maaşlarımı ben hapiste iken vermediler. Ailemi aç bıraktılar. Üç defa terfi etmek hakkına sahip olduğum hâlde, beni terfi hakkımdan mahrum bıraktılar. Benim bugünkü maaşım 125 lira olmak icap ederdi. Şimdi 90 lira alıyorum. Bu hususları belirterek 1948 yılında Danıştay'a müracaat etmiştim. Fakat Danıştay, bana senelerce eziyet çektiren İsmet İnönü ve Hasan Âli rejimini haklı göstererek davamı reddetti. Maarif Vekili Hasan Âli, benim iki seneden beri bekleyen profesörlüğümü tasdik etmedi. 18.06.1946 tarihli Üniversiteler Muhtariyeti Kanunu çıkmadan iki gün önce, beni Edebiyat Fakültesi'nden alarak başka bir fakülteye naklettirdi. Beni üniversiteden kat’î olarak uzaklaştırdı; arkasından komünistlik sanığı olan bir dostunu aynı Edebiyat Fakültesi'ne getirdi. Bu haksızlığı Danıştay'a başvurarak gidermek istedim. Danıştay, profesörlüğümün "tamamen bakanı takdirine bağlı bir husus olduğunu” bildirerek talebimi reddetti. Gerekçe olarak da doksan günlük idârî dava müddetini geçirmiş olduğumu gösterdi. Hâlbuki benim, Sirkeci Emniyet Hapishầnesinde, tam dört ay ailemle ve diğer şahıslarla görüşmemi kat’i suretle yasakladılar. Gazete bile okutmadılar. Tevkifimden 4.5 ay sonra, ailemle ve onun tuttuğu avukatla, sadece birkaç dakika konuşmama müsaade ettiler. 4.5 ay sonra Edebiyat Fakültesi dekanından, vekâlet emrine alındığımı, aileme tek bir kuruş bile maaş ödenmediğini öğrendim. Maarif Vekâleti'ne müteaddit defalar taahhütlü dilekçeler yazıp göndermeme rağmen hiçbir cevap alamadım. Ben Türkiye'de, devlet hizmetine geç girdim. Arada, 7 sene Avrupa'da kaldım. Bu defa, 4 sene 8 ay devlet hizmeti dışında tutulduğum için emeklilik haklarından da mahrum kalıyorum. Bugün 61 yaşındayım. Dört sene sonra 65 yaşına girdiğimde emekli olursam, bir kuruş bile emekli maaşı alamayacağım. 70 yaşına kadar vazife başında kalsam dahi, hizmetim 25 seneyi bulmayacağından emekli memurların en az maaşını alacağım. Bu, 4 sene 8 ay boyunca biriken maaşlarımın verilmemesi ve terfilerimin yapılmaması, İsmet İnönü'nün hem beni bütün hayatım boyunca cezalandırması hem de ölümümden sonra ailemi perişan etmesi olacaktır. İsmet İnönü'nün bana karşı ayrı bir ceza uygulatması tamamen kin mahsulüdür. Çünkü İsmet İnönü, bizim tevkifimizden sonra, Balıkesir'de öğretmenleri toplayarak onlarla konuşmuştur. İnönü o konuşmasında, benim, Afganistan'da ve başka yerlerde cumhurbaşkanı olmak istediğimi, Türkiye'de de siyasi emeller taşıdığımı ileri sürmüştür. İnönü'nün bu yanlış kanaati, hakkımda zamanla sabit bir fikir haline gelmiştir. Tevkifimden on beş gün önce, Ankara'da, komünist Sabahattin Ali'ye karşı yapılan talebe nümayişleriyle ve Türkiye'deki ırkçılık neşriyatıyla hiçbir ilgimin olmadığı mahkemece tespit edilmesine ve beraat etmeme rağmen, 23 Turancı arasında en çok bana yüklenilmesinin sebebi malumdur: Sıkıyönetim Sorgu Hâkimi Yüzbaşı Kâzım Alöç, haziranın ilk yarısında, Ankara'ya giderek İsmet İnönü'nün ve maiyetinin mümtaz iltifatlarına mazhar oldu. Onlardan gereken talimatları aldıktan sonra beni vatana ihanetle suçladı. Ayrıca bir Alman casusu olduğumu iddia etti. Evimden alınan ve tetkik edilen evraklar arasında lehimde olanlar hep imhâ edilmiştir. Savcı Kâzım Alöç, hazırladığı ve bizi âleme teşhir etmek maksadıyla yayımladığı iki iddianamesinde yalnız benim şahsî ifadelerimde, tam doksan bir tahrifat ve tadilat yapmıştı. Şahadet ve ifadeler üzerinde, yapılan ve yaptırılan bu hayâsızca tahrifat ve uydurmalar serisi, bir diktatörlük rejiminin haysiyet ve mevki sahibi olan bir vatandaşı, milletimizin nazarında ebediyen lekelemek ve onu manen öldürmek için düzenlenmişti. Kinle verilen ceza hükümleri, mahkemece ve Yargıtay'ca ortadan kaldırılmışsa, beraatıma karar verilmişse, terfilerimin ve maaşlarımın bana iade olunmasını Büyük Millet Meclisinin muhterem milletvekillerinden dilerim. 26 senedir Türkiye Cumhuriyeti tabiiyetindeyim. Hiçbir zaman Türkiye'nin iç davalarıyla ve siyasetle uğraşmadım. Hayatım, Türk milletine ve insaniyete, ilim sahasında hizmetle geçmektedir. Bu mesaim neticesinde, çeşitli milletlerin ilim cemiyetlerine fahri âza seçildim. Üniversitelerinde fahri profesörlük yaptım. Türkiye'de ise, 10 sene hapis ve 4 sene 8 ay türlü takibatla üniversitede ve ilmî mesai dışı bırakıldım. Beraat etmişsem, bunun tam bir beraat olmasını yani haklarımın bana iade edilmesini istiyorum. Evvelki rejimin bana giydirdiği cezanın bu demokrat rejimde kaldırılmasını talep ediyorum. Yani artık her ay maaşlarım bana noksansız ödenmeli, bir yere vazifeli olarak gönderilirsem yol harcırahım da evvelki rejimde olduğu gibi eksik verilmemelidir. Yani benden sonra yetişen hatta talebelerim olan, meslektaşlarımdan aşağı düşürülmememi rica ederim." İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Umumî Türk Tarihi Profesörü Zeki Velidi Togan 1 Mayıs 1951 Prof. Zeki Velidi Togan'ın TBMM Başkanlık makamına yazıp gönderdiği dilekçe üzerinden koskoca yedi yıl geçtiği hâlde, hiçbir şey değişmedi. Zeki Velidi, CHP iktidarı döneminde olduğu gibi emsallerinden yine eksik maaş aldı. Üç defa terfi etmek hakkına sahip olduğu hâlde terfi ettirilmedi. Türkiye dışında, çeşitli üniversitelerde yıllarca profesör olarak çalıştığı hâlde, bu süreler, Türkiye'deki memuriyet hizmetine sayılmadı. İki yıl sonra yani 1960 yılında hizmet süresi 50 seneyi bulacaktı. Ama Türkiye'deki memuriyeti 25 seneyi doldurmadığı için emekliye ayrıldığı takdirde çok büyük kayıplara uğrayacak, bağlanacak emekli maaşıyla geçinmesi âdeta imkânsız hâle gelecekti. Bu bakımdan Zeki Velidi Togan, 22.11.1958 yılında, devrin Başbakanı Adnan Menderes'e de aşağıdaki mektubu gönderdi: “Pek muhterem Başvekil Bey! CHP iktidarı 1944-1950 yılları arasında, Turancıların bir hükûmet darbesi yapacaklarını, Prof. Zeki Velidi Togan'ı, İsmet İnönü'nün yerine oturtacaklarını vehmediyorlardı. O köksüz korku yüzünden ileri sürülen suçların hepsinden beraat ettiğim hâlde en büyük cezaya çarptırılmıştım. Profesörlük maaşım alelade bir memurun maaşı seviyesine düşürülmüştü. Bu haksızlıkların giderilmesini saygıyla talep ediyorum. 22. 09. 1958" Demokrat Parti iktidarında ve daha sonraki yıllarda, Zeki Velidi Togan'a yapılan bu büyük haksızlığın ortadan kaldırıldığına dair elimizde bir bilgi yok. Kızı, Prof. İsenbike Togan da bir bilgi sahibi olmadığını bana söyledi. Yalnız Prof. Zeki Velidi Togan, İstanbul Üniversitesi'nde, Türk Tarihi kürsüsünde hizmet verirken yani emekliye ayrılmadan önce ordinaryüs profesör oldu. 1970 yılında, 80 yaşında vefat etti. Ordinaryüs profesör olanlar -İsenbike Togan'ın söylediğine göre- emekliye ayrılsalar bile bir kesinti olmadan maaşlarını alabiliyorlarmış. Yürürlükte olan bir kanun gereğince böyle bir uygulama varmış. Zeki Velidi Togan'ı mahkûm etmek için onun ifadeleri ve yazıları üzerinde tam doksan bir sahtekârlık yapan devrin sıkıyönetim savcısı, Kazım Alöç eğer 1944 yılında, karşısında bir ordinaryüs profesör görseydi, onu malî bakımdan da büyük sıkıntılara sokmak için ilgili kanunun da iptali yoluna gidebilirdi. Yanlış Kere Yanlış Bir İddia: Biz Ne Mutlu Türk'üm Diyene Dediğimiz İçin Onlar da... Belki siz de duymuşsunuz veya okumuşsunuzdur. Birtakım kimselerin iddiasına göre biz: “Ne mutlu Türk'üm diyene!" dediğimiz için onlar da, “Ne mutlu Kürt'üm diyene!" öfkesiyle karşımıza çıkıyorlarmış. “Ortak paydamız olan İslâmiyet'i bıraktığımız için işte böyle bölünmeler oluyormuş!" Bu, doğrusu yanlış kere yanlış bir iddiadır. Tarihimizi bir parçacık okumayanlar, bilmeyenler hep böyle konuşuyorlar. Ve böyle bir iddia yavaş yavaş yayılmaya da başlıyor. Ben de zaman zaman böyle suçlamalarla karşı karşıya kalıyorum. Onlardan birini olduğu gibi dikkatinize sunuyorum: Yakın arkadaşlarımdan biriydi. Anlaştığımız konular yanında, anlaşamadıklarımız da, arada sırada sert sözlerle birbirimize girdiğimiz de oluyordu. Uzun yıllar Avrupa'da kalmış, üç yabancı dili rahatlıkla konuşur yazar hâle gelmişti. Türkiye'ye döndükten sonra, devletin çok önemli mevkilerinde bulunmuştu. Türk'tü; ama Türklüğünü arka plana itiyor, onu ağzına bile almıyordu. Ona göre biz: “Ne mutlu Türk'üm diyene!" diyerek söze başlayınca, onlar da “Ne mutlu Kürt'üm diyene!" sözleriyle karşımıza dikiliyorlarmış! Biz ancak Osmanlı hoşgörüsüyle, adaletiyle, anlayışıyla bu kabil ayrılıkları gayrılıkları ortadan kaldırabilirmişiz.” Ben onun bu görüşüne kat'iyyen katılmadığımı söylüyordum. Bir gün, aydınlık bir yüzle yanıma geldi. Bir müjde vermek istediği belliydi: -Bak şimdi, dedi. Beni çok iyi dinle, sana mükemmel bir ferman okuyacağım. Bu, Fatih Sultan Mehmet'e ait bir ferman. 1463 yılında ilan edilmiş. Fermanın aslı Bosna Hersek'in Fojnica şehrinde, Fransisken Katolik Kilisesinde saklı. Bak şimdi, Fatih Sultan Mehmet Han ne diyor? Okuyorum: “Murat Han oğlu Mehmet, daima muzaffer! Ben, Fatih Sultan Han! Bütün dünyaya ilan ediyorum ki, kendilerine bu padişah fermanı verilen Bosnalı Fransiskenler himayem altındadır ve emrediyorum: Hiç kimse bu adı geçen insanları ve onların kiliselerini rahatsız etmesin de zarar vermesin! İmparatorluğumda huzur içinde yaşasınlar. Ve bu göçmen durumuna düşen insanlar, hür ve güvenlik içinde olsunlar. İmparatorluğumdaki bütün memleketlere dönüp korkusuzca kendi manastırlarına yerleşsinler. Padişahlık eşrafından, vezirlerden veya memurlardan, hizmetkârlardan de imparatorluk vatandaşlarından hiç kimse, bu insanların şerefini kırmayacak ve onlara zarar vermeyecektir. Hiç kimse bu insanların hayatlarına, mallarına ve kiliselerine saldırmasın, hor görmesin veya tehlikeye atmasın. Hatta bu insanlar, başka ülkelerden devletime birisini getirirlerse onlar da aynı haklara sahiptirler. Bu padişah fermanını ilan ederek burada, yerlerin, göklerin yaratıcısı ve efendisi Allah, Allah'ın elçisi aziz peygamberimiz Hz. Muhammed ve yüz yirmi dört bin peygamber ile kuşandığım kılıç adına yemin ediyorum ki, emrime uyarak bana sadık kaldıkları sürece tebaamdan hiç kimse bu fermanda yazılanların aksini yapmayacaktır!" Arkadaşım, Fatih Sultan Mehmet Han'ın fermanını okuduktan sonra, mağrur bir yüz ifadesiyle dedi ki: -Gördün mü medeniyeti? Gördün mü hoşgörüyü? Gördün mü devlet adamlığını? Fatih Sultan Mehmet, bu fermanı 1789 Fransız İhtilali'nden tam 326 yıl önce imzaladı. Ve bu fermanın ilanından 485 yıl sonra, Birleşmiş Milletler teşkilatı insanların dil, din, cins, irk farkı gözetilmeksizin birbirlerine eşit olduğunu kabul ve ilan etti. Demek ki, bizim ecdadımız, medenî bilinen şu Batı âleminden, 485 yıl önce insanlar arasında bir fark gözetmemiş. İnsanların bütün hürriyetlerini, teminat altına almış da "Ne mutlu Türk'üm diyene!" demeden bu işi başarmıştı. Herkes imparatorluğumuzda insan gibi yaşamıştı. Gördün mü? Gördün mü? Gördün mü? -Gördüm! Gördüm! dedim. Ben bu fermanı, Suriye'de, Şam'da büyükelçiliğimizin girişinde görüp okumuştum. Şimdi, burada senin birtakım gerçekleri görmen lâzım. Sadece Fatih değil, bizim bütün padişahlarımızın benzer fermanları var. Şimdi sen bana cevap vermelisin: Ne olmuş yani? Fatih Sultan Mehmet'le, ondan öncekiler ve sonrakiler böyle fermanlar yayınladıkları için imparatorluğumuzdaki Türk ve Müslüman olmayan topluluklar bize sadık mı kalmışlar? Devlete isyan etmemişler mi? Bizim bu medenî vasfımızın kıymetini bilmişler mi? Ne yapmışlar? Sen beni ofise buğday satmaya gelen, hiçbir şey bilmeyen köylü mü sanıyorsun? Mademki istedin, al öyleyse sevgili arkadaşım: Osmanlı, 624 yıl hükümran oldu. Ben oturup inceledim: Devletin sadrazamlık yani başbakanlık koltuğu 287 defa dolmuş boşalmış. Sadrazamlık koltuğuna 134 defa Türkler, 153 defa Türk olmayanlar oturmuşlar. Bizim, Arnavut asıllı 47, Boşnak asıllı 24, Rum asıllı 10, Ermeni asıllı 2 sadrazamımız var. Beraber yaşadığımız topluluklardan hangileri devletimize ihanet etmediyse, başkaldırmadıysa şimdi sen bana onu söyle! Makedonlar, Rumlar, Bulgarlar, Arnavutlar, Hırvatlar, Boşnaklar... buldukları fırsatlarda devletimize isyan ettiler. Bizim Ermeni asıllı iki vatandaşımız, üç defa sadrazamlık koltuğuna oturdu. 1616-1619 yıllarında sadrazam olan Halil Paşa, Maraş Ermenilerindendi. Müslüman olup Halil adını alınca onu kendimizden saydık. Halil Paşa 1626-1628 yılları arasında ikinci defa sadrazamlık makamına getirildi. Malatya Ermenilerinden olan Süleyman Paşa da 1655-1656 yılları arasında bizim sadrazamımızdı. Ayrıca biz, Ermenilere 29 paşalık, 12 bakanlık, 30 milletvekilliği, 7 büyükelçilik, 11 başkonsolosluk, 11 üniversite öğretim üyeliği verdik. Devletin yüksek kademelerinde Ermeni asıllı kimseler vardı. Biliyor musun Balkan Savaşı yıllarında, bizim Dış İşleri bakanımız bir Ermeni'ydi: Gabriyel Noradungyan isimli bir Ermeni. Noradungyan'ın müsteşarı da Ermeni vatandaşımızdı. Agop Kazazyan Paşa maliye nâzırımız (bakanımız) idi. Mareşal Garabet Artin Paşa ve Anton Tingir Yaver Paşa PTT nâzırımızdı. Oksan Mardingyan, Mareşal Garabet Artin, Bedros Hallaçyan ve Avukat Kirkor Sinanyan bayındırlık nâzırlığımızda bulundular. Agop Kazazyan, Mikael Portakalyan ve Sakız Ohanes Paşa da Hazine-i Hassa nâzırlarımız arasındadırlar. Biz aşağı yukarı 800 yıl birlikte yaşadığımız Ermenilere teba-i sadıka yani sadık vatandaşlarımız dedik. Peki, ne oldu devletin kilit noktalarına yükselttiğimiz Ermeni vatandaşlarımıza? Onlar, Rusya'nın, İngiltere'nin, Fransa'nın oyunlarına gelerek devletimize isyan ettiler. Padişahımıza suikast hazırladılar. Maraş'ta, Bitlis'te, Siirt'te, Ağrı'da, Erzurum'da, Van'da, Kars'ta, İstanbul'da, Adana'da yüz bin civarında insanımızı öldürdüler. İnsanlarımızı diri diri yaktılar, diri diri kuyulara gömerek öldürdüler, sulara attılar.
··
3.943 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.