Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

-NOTLAR:- Yazar: Ahmet Yıldız, lngilizce'de ulus anlamına gelen "nation" kelimesi. Latince'de "doğmak" anlamına gelen "nasci" fiilinin ortacından türetilmiştir. Latince'de "nationem" kelimesi soy ya da ırkı çağrıştırır. Bu asli anlamda ulus, ortak kan ve soy bağı fikrini ifade eder. Edebi elastikiyet ulusun bu asli anlamını görünür kılmaktan uzaklaştırmıştır. Ortaçağ üniversiteleri "ulus" adı verilen sektörlere bölünmüştür. Mesela Paris Üniversitesinde dört "ulus" bulunmaktaydı: Fransa ulusu Roman dillerini konuşanları kapsarken, Alman ulusu, lngilizce konuşanları kapsamaktaydı. Geç 13. yüzyılda kelime tekrar asli anlamını kazandı ve birbirleriyle kanla ilişkilenen grupları ifade etmeye başladı. Erken 17. yüzyıla gelindiğinde, ulus kelimesi, etnik kompozisyonundan bağımsız olarak, bir ülkede oturanları anlatmak için kullanılmaya başlandı. Bu anlamda, daha az muayyen olan halk ya da tebaa gibi beşeri kategorilerin yerine kullanılır oldu. (Yıldız 2000; 27). Kemalist ulusçuluk, esas itibariyle ırkçı değil, etnisisttir; etno-seküler açıdan farklı kalmakta ısrar edenlere karşı açıkça ayırımcıdır. Ulusun etni (etnik topluluk) ekseninde tanımlanması, Kemalist ulusçuluğun etnisist kavranışına temel oluşturmaktadır. Kemalist ulusçuluk ulusal topluluğu; etnik topluluk (Türklük) temelinde tanımlayarak, etnik farklılıkları tanımayı reddetmiş, yok saymayı tercih etmiştir. Ulusal kimliğin meşruiyet zeminini, etno-kültürel farklılıklar ve bunlara dayalı taleplerden bağımsız olarak inşa etmeye çalışmıştır. Bu yüzden, Kemalist ulusal bütünleşme sürecinin -muharrik gücünü asimilasyon, tehcir, vs. gibi etnik yönetim stratejileri oluşturmuştur. Kemalist ulus inşa pratiği, Türklük temelinde ulusal türdeşliği sağlamaya yönelen devasa bir siyasi mühendislik projesinin yansımasıdır. (Yıldız 2000; 18). Son tahlilde, dindar Türkler, anadili Türkçe olmayan Müslüman unsurlar ve gayrimüslim azınlıklar Kemalist ulusçuluğun "öteki" tanımı içinde yer almışlardır. Kemalist ulus inşa pratiğinin asimilasyoncu eşitliği esas alan ulus tanımı, kamusal alanın özel alanı yutma eğilimi ve vazettiği siyasi idealin (Cumhuriyet ülküsü) yapısal zayıflığından dolayı, Kemalizm'in "öteki" tanımı içinde yer alan unsurların siyasi sisteme yönelttiği soy, dil ve din gibi etnik göstergelere dayalı talepleri özümseyememiş ve bunları "tehdit'' değerlendirmesi" içine almıştır (Yıldız 2000; 18). Smith'e göre, bütün ulusal kimlikler, değişen dereceler ve oranlarda, hem sivil (mülki) (ulusların modem siyasi kimlikler olarak tasavvuru), hem de etnik (ulusların etno-kültürel dayanışmayla şekillenmiş topluluklar olarak tasavvuru) unsurlar ihtiva eder (Yıldız 2000; 19). Kemalist ulus tasavvurunun sınırları, Cumhuriyeti kuran en büyük etnik grup olan Türk kavmine atıfla oluşturulan etno-politik ya da daha açık olarak, etno-seküler bir niteliğe sahiptir. Kemalist dönemde (1924-1938), Türklüğün söz konusu edilen sınırlarının evrilmesi sürecinde ortaya çıkan nihai tanım, şu olmuştur: Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olup Cumhuriyet ülküsünü benimsemiş, Batılılaştırılmış Türk kültürüne bağlı, Türkçe konuşan ve köken itibariyle Türk olan herkes, kâmil, hakiki ya da öz Türk'tür (Yıldız 2000; 17). Ulusçuluğu bir doktrin olarak tanımlayan Elie Kedourie, üç temel önerme ayırt eder: 1. insanlık ayrı uluslara bölünmüştür. 2. Bu uluslar kendi egemen devletlerini kurma hakkına sahiptir. 3. Bir ulusun üyeleri, kendi kişiliklerini ulus bütünü içinde eriterek kendi hürriyetlerini gerçekleştirebilirler. Smith de bir anlamda Kedourie'nin önermelerini yeniden ifade eder. Smith'e göre. ulusçuluğun çekirdek önermelerini şunlar oluşturur: 1. Dünya, her biri kendi özgünlüğüne tarihine ve kaderine sahip uluslara bölünmüştür. 2. Siyasi iktidarın kaynağı ulustur ve ulusal bağlılık diğer tüm bağlılıkların üstündedir. 3. Hür olmak ve kendisini gerçekleştirmek isteyenler için, bir ulusa mensup olmak şarttır. 4. Dünyada barış ve adalet olacaksa, uluslar hür ve güvende olmalıdır. (Yıldız 2000; 31). Kullanımına ilk kez Alman filozof Johann Gotfried Herder"in 18.yüzyıl sonlarındaki çalışmalarında rastlanan ulusçuluk terimi, genel dil kullanımına 19. yüzyılın ortalarında girmiştir (Yıldız 2000; 30-31). Connor'a göre, saf anlamıyla, ulusçuluk ve etnik ulusçuluk arasında hiçbir fark yoktur (Yıldız 2000; 32). Ulusçulukları sınıflandırmak için, Carlton Haycs'in hümaniter, jakoben, aristokrat, entegral, kültürel, demokratik, ekonomik ulusçuluk tasnifinden başlayarak birçok ulusçuluk tipolojisi önerilmiştir. Hans, Kohn Batı ve Doğu ulusçulukları kategorilerini kullanır (Yıldız 2000; 32). Kurucu babaların tarihi yaklaşımına paralel olarak Kedorie de iki ulusçu doktrin tipi ayırt eder: Kant'tan türeyen ve siyasi ulusçulukla ilişkili olan birincisi (cuınhuriyetçi tip). ulusu, hükümet tarzına ilişkin iradelerini ortaya koyan kişilerden oluşan siyasi bir topluluk olarak değerlendirir. İkinci tip ulusçuluk (organik olan) ise Herder kaynaklıdır ve ulusu özgün kültürel özelliklerle donanmış tabii bir dayanışma olarak tanımlar. Pratik tezahürleri açısından ise bu iki kavrayış birbirine yaklaşır. Ulusçuluğun Alman ve Fransız ideal tipleri de aynı dualiteyi ifade eder. İkili bir yaklaşım benimseyen Smith de etnik ve teritoryal(mülki) ulusçuluk ideal tiplerini kullanır. Ona göre, milliyet ya etnik (doğuma dayalı) ya da siyasi-mülki (tercihe dayalı) kriterlerle tanımlanabilir (Yıldız 2000; 33). Ulusu teritoryal bir vatan olarak tanımlayan teritoryal ulusçuluk ise, gerçek ya da hayali bir tarihe yaslanan bir ülke, siyasi-hukuki bir topluluk, vatandaşlık ve ortak bir sivil-siyasi kültür gibi özellikler içerir. Öncelikle, her ulus kendisini özdeşleştirebileceği bir ülkeye sahip olmalıdır. Tarihi hafızanın ve bunun çağrıştırdıklarının mekanı olan ülke, azizlerin, bilginlerin ve kahramanların yaşadığı, çalıştığı, ibadet ettiği ve savaştığı özgün bir mekandır. Denizleri, nehirleri, gölleri, dağları ve şehirleriyle coğrafyası kutsaldır. Yalnızca ulusal bilince sahip olanlar, ülkenin bu deruni anlamını duyumsayabilirler (Yıldız 2000; 34). Teritoryal ulusçuluğun ikinci unsuru, yasalar ve kurumlar vasıtasıyla oluşan ortak bir iradeye sahip olup yerel kimliklerin ötesine uzanan, merkezi, üniter kurumlar etrafında ifadesini bulan bir topluluğun varlığıdır. Bütün ulusçuluklar, değişen oran ve şekillerde, sivil ve etnik kurucu unsurlar ihtiva eder. Bazılarında teritoryal ögeler etnik olanlara baskınken, diğer bir kısmında tersi söz konusudur (Yıldız 2000; 35). Sivil-teritoryal ulusçuluğa çoğunlukla yerleşik demokrasilerde rastlanmaktayken, etnik ulusçuluk, kurumsal bir boşluk doğduğunda spontane olarak arz-ı endam edebilmektedir. Tanımı gereği, bir ülke sınırlan içinde eşit ve evrensel vatandaşlık haklarına dayalı ulusçuluk, bu hakları teminat altına alacak destekleyici bir hukuk çerçevesine ve vatandaşların görüşlerini duyurmasına imkan verecek etkili kurumların varlığına dayanır. Etnik ulusçuluk ise, kurumlara değil etnik olarak tanımlanmış kültüre dayanır (Yıldız 2000; 36). Siyasi ulus kavramının somut tarihi referanslarını Fransa, Ingiltere ve Amerika Birleşik Devletleri oluşturur. Bu üç ülkede, iç siyasi dönüşüm süreci sosyoekonomik statü, etnik köken ve dini inançlarından bağımsız olarak üyeleri hukuk önünde eşit; siyasi bilinç sahibi fertlerden oluşan ulusu doğurmuştur (Yıldız 2000; 37). Siyasi bir kavraın olarak etniklik yeni bir terim sayılabilir. 1953'teki ilk kullanımı, Amerikan sosyolog David Riesman'a atfedilir. Sosyal bilimciler arasında ateşli tartışmalar doğuran tartışmalı bir kavram olarak etniklik, kişinin kendi etnik grubuyla özdeşleşimidir. Terim olarak, ulusun orijinal anlamı olan ortak kökene dayalı grup aidiyeti anlamına gelen Yunanca etnos kelimesinin bir türevidir (Yıldız 2000; 39). Etnik grubu, ortak kültürel geleneklere ve kimlik duygusuna sahip olan geniş toplumun bir altgrubu anlamında kullananlar, özellikle Amerikan sosyoloji geleneği, onu azınlıkla eşler (Yıldız 2000; 40). Dyke, etnik grubu, "çoğunluk itibariyle aynı soydan gelen, kendilerini kolektif olarak ırka ya da dil veya din gibi ortak kültürel özelliklere dayalı ayrı bir kimlik sahibi olarak gören kişilerin oluşturduğu bir grup" olarak tanımlar. Böyle bir tanım cevapladığından daha fazla soruyu beraberinde getirmektedir; çünkü bu şekilde tanımlanan etnik grup, halk, ulus, milliyetler, azınlıklar, kabileler ya da değişen bağlam ve şartlara göre cemaatler anlamına gelebilir. Smith, etnik grup anlamına gelen 'etni' terimini tanımlarken, önemli olan şeyin genetik miras değil, ortak soy miti ya da inancı olduğunu söyler. Bu yüzden etniklik kan veya genlerle değil, mitler ve ortak kökenle ilişkilidir. Ortak kan veya aile metaforuna hitap etmke etnik-ulusçuların geçer akçesidir. Onlar için etni zaman ve mekan itibariyle uzayarak, henüz doğmamış ve geçmişte kalmış olanları da süper bir ailedir. Horowitz de, benzer şekilde, etnikliği doğum ve kanla ilişkilendirir, fakat bunun mutlak bir ilişki olmadığın belirtir. Nispet edilen bir nitelik olması dolayısıyla, etnik kimlik hemen hiç değişmez.Etniklik ortak köken mitine dayanır ve kendisiyle birlikte, doğuştan olduğuna inanılan özellikler taşır. Akrabalık ve seçilmiş olma duygusu etnikliğin anahtar belirleyicisidir. Fakat akrabalıktan farklı olarak, etnik üyelik yüz yüze ilişkilerle sınırlı değildir. Etniklik renk, dil ve din açısından farklılıklar gösteren grupları içerir; kabileler, ırklar, milliyetleyetler ve kastlar bunun içindedir. Bir değişken olarak alındığında, etniklik çoğu defa, dil, din ve ortak tarih gibi bileşenler içeren karmaşık bir olgudur. Bu yüzden nadir durumlarda tek bir unsura indirgendiği görülmektedir (Yıldız 2000; 40-41). Yine de, etni, ulusun birçok özelliğinden yoksundur. Etni üyeleri anavatanlarında yaşamıyor olabilir, ortak bir hukuk düzenine ve ortak bir işbölümü ve ekonomik birliğe sahip olmayabilirler (Yıldız 2000; 40). Hiycrarşik ve piramidal Osmanlı düzeni, etnik ve dini bağlanmaların belirlediği eşitsizlik, farklılaşma ve ilahi ·otorite ile müeyyidelendirilmiş ve dünyevi otorite tarafından bir arada tutulan sosyoekonomik fonksiyonlar tarafından şekillendirilmiştir (Yıldız 2000; 48). Türkiye adına gelince, bu ad, Anadolu'nun 11. yüzyılda Selçuklular tarafından fethinden sonra, Avrupalılar tarafından Türkçe konuşan Anadolu'ya verilmiştir (Yıldız 2000; 68). Amaçlanan ulusal kimliğin teşekkülüne kadar, dinin araçsallaştınlarak kullanılmasında, Kemalist Batıcılar bir sakınca görmemekteydi. Dini kriterin asıl alınmasından dolayı, Grek alfabesiyle Türkçe yazan, dualarını Türkçe yapan Karaman ve Pontus'taki Ortodoks nüfus, Ortodoks Yunan kategorisine dahil edilmiş ve protestolarına rağmen zorunlu mübadeleye tabi tutulmuşlardır. Aynı şekilde Girit Adası ve Rumeli'de (Batı Trakya) yaşayan Müslüman halk, etnik kökenlerine bakılmaksızın Türkiye hükümeti tarafından "Türk" olarak görülmüş ve vatandaşlığa kabul edilmişlerdir (Yıldız 2000; 133). Mustafa Kemal Atatürk'ün "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk halkına Türk milleti denir" tanıınlamasındaki kilit kavram "kuran" ifadesidir. Burada, "Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayanlar,» ya da "vatandaşlar" gibi terimler tercih edilmeıniştir. Bunun bilinçli bir tercih olduğu, yalnızca Mecis-i Mebusan ve ilk Meclis'te konu ile ilgili yapılan tartışmalar hatırlandığında, rahatlıkla söylenebilir. Yahudiler dışındaki gayrimüslim azınlıklar, Milli Mücadele esnasında işgal güçleriyle işbirliği yaptıkları için "kuran" teriminin kapsann dışında bırakılmıştır (Yıldız 2000; 146). "Milliyet kavramı hem gerçek hem de tüzel kişilerin devletle olan ilişkisini ifade eder. Vatandaşlık ise yalnızca gerçek kişilerin devletle ve siyasi haklarıyla olan bağdır. Günümüz ulus-devlet sisteminde, milliyet hakkı devletler tarafından belirlenmektedir. Bu belirlemede devletler genelde iki kriter kullanmaktadır: 1) Doğum yeri ilkesi (ülke/jus soli); 2) Soy ilkesi (kan. jus sangıinis). Doğum yeri ilkesinde, vatandaşlığın elde edilmesi, kişinin babasının, annesinin ya da her ikisinin birden doğum yerine bağlıdır. Önemli olan unsur, doğum yeridir. Ebeveyninin milliyetinden bağımsız olarak kişi, doğduğu ülkenin vatandaşlığını alır. Soy ilkesinde ise vatandaşlık soy/neseble kazanılır. Kişi, doğum yerinden bağımsız olarak, anne veya babasının ya da her ikisinin birden milliyetine "girer". 1924 Anayasası'nın 88. maddesine göre, Türk babanın sulbünden gelen çocuklar, doğum yeri göz önüne alınmaksızın Türk vatandaşı olarak kabul edilir (Yıldız 2000; 147-148). Asli vatandaşlık açısından, 1924 Anayasası soy/nesil ilkesini benimserken, kazanılmış vatandaşlık için doğum yeri ilkesini ima eder. Ancak bu hüküm 1928 tarihli Vatandaşlık Kanunu ile ihlal edilecektir (Yıldız 2000; 151). Kemalist "devrime" rağmen bu değişmemişti. İmparatorluğun ölümü ve militan laik bir ulusçuluk da çare olamamıştı. Türkler hala Batının "geri, cahil, barbar" olarak gördüğü ırkçılığın biçimlediği Doğu imajının bir parçasıydı ve kendi dinamikleriyle "iyiye", "değişime" doğru dönüşme kabiliyetine sahip olamazdı. Bu durum, Kemalistlerin ırkı bir kendini savunma aracı olarak kullanmalarına yol açtı. Bilimsel ırkçılığın hakiın olduğu 19. yüzyıl entelektüel atmosferinde, Batı Avrupalı tarihçiler ve coğrafyacılar Türkleri ikinci sınıf bir ırk grubuna (sarı ırk) koymaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra, bu yargıyı Osmanlı Türklerine tahsis etmek mümkün olabilirdi. Geliştirilen tez, Türk ulusunun brakisefal (kısa kafalı) ırka mensup olduğu, bu ırkın Mısır, Anadolu ve Mezopotamya'da büyük medeniyetler kurduğu teziydi. Yeni kuşaklar bu tezin verdiği ilham ve özgüven duygusuyla yetiştirilecekti. Ulusal bilincin oluşmasına katkıda bulunmak için tarihi araştırmalar yapmak, ulusal ve tarihi bir görevdi. Osmanlı öncesi döneme yaslanınak suretiyle güçlü bir ulusal bilinç oluşturmak ve bu bilincin omurgasını, arkeoloji, antropoloji gibi "tabiat kanunu" olarak takdim etmek, Birinci Tarih Kongresi'nde (1932) tarih öğretiminde gözetilmesi gereken iki amaç olarak belirlenmişti (Yıldız 2000; 162-163). Medeniyetlerin kurucusu ve taşıyıcısı olarak beyaz-brakisefal Aryan ırkını kabul eden, Türkleri "barbar" kategorisine koyan ve Gobineau'nun ünlü Irkların Eşitsizliği Üzerine Denemesi'inde ifadesini bulan sözde-bilimsel iddiaların hakim "bilimsel" çerçeveyi oluşturduğu geç 19. yüzyılda, aralarında Mustafa Celalettin ve Ali Suavi'nin de bulunduğu Türkçü aydınlar için temel kaygı, Türklerin de "üstün ırk" grubuna mensup olduğunu gösterebilmekti (Yıldız 2000; 165)., 1924 Anayasası'nın 88. maddesinde Türk vatandaşı olma ile Türk olma arasında yapılan ayırım bu dönemde çıkarılan hemen tüm kanunlarda gözetilmiştir. Nitekim bu anayasanın 92. maddesi, devlet memuru olabilmeyi "siyası haklara sahip olan her Türk'e" (Türk vatandaşına değil) vermiş, dolayısıyla Türk vatandaşı olup Türk olmayan azınlıklar devlet memuru olma haklarını yitirmişlerdir. Buna paralel olarak, 18 t.1art 1926 tarifinde kabul edilen 788 sayılı Memurin Kanunnı'nun dördüncü maddesi Türk olmayı memur olabilmenin şartlan arasında zikretmiştir (Yıldız 2000; 234).
·
180 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.