Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Dokuzuncu Fasıl: Mertebe-i Ervâh
Vücûd, taayyün-i sânî ve vâhidiyet mertebesinden sonra, suver-i ilmiyye hasebiyle mertebe-i ervâha tenezzül eder; ve bu mertebede suver-i ilmiyye- den her biri birer cevher-i basît olarak zâhir olurlar. Bu cevâhir-i basîtadan her birinin şekli ve levni olmadığı gibi, zaman ve mekân ile de muttasıf de- ğildirler. Zîrâ zaman ile mekân cisme terettüb eden i’tibârâttandır. Bunlar ise cisim değildirler; ve cisim olmadıklarından hark ve iltiyâm dahi kabûl etmezler; ve işâret-i hissiyye, âlem-i ecsâmın îcâbâtından olduğundan bu âleme havâss-i zâhiriyye-i insâniyye ile işâret etmek mümkin değildir. Bu mertebede her bir rûh kendini ve kendi mislini ve kendi mebdei olan Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerini müdriktir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de ,A’râf, 7/172) [Ben sizin Rabbiniz değil miyim? “Evet( �ألَ ْسـ ُت بِ َر ِّب ُكـ ْم َقالُـو� َب َلـى �َْلاأْرَو�ُحُجُنــوٌدُمَجَّنــَدٌةَفَمــاَتَعــاَرَفِمْنَهــاRabbimizsin”dediler.]vehadîs-işerîfte ;buyurulur. Ya’ni “Ervâh cünûd-i mücennededir �ئْ َت َلـ َف َو َمـا َت َنا َكـ َر َع ْن َهـا � ْخ َت َلـ َف onlardan taârüfü olanlar i’tilâf ederler, tenâkürü olanlar ise ihtilâf eylerler.”13 Hz. Mevlânâ (r.a.) dahi buyururlar: جامه �ز تن جان ز تن آ�گاه نسیت در دماغش جز غ ِم �للّٰه نیست Tercüme: “Libâs tenden, can da tenden âgâh değildir; onun dimâğında Allah gamından başkası yoktur.”14 İmdi bu mertebe, ayrılık ve gayriyetten bir nevi’ üzerine zâtın hâriçte zuhûrundan ibârettir; ve rûh kendi zâtı ile kāim olup, bekā husûsunda bedene muhtâc değildir. Tecerrüd cihetinden mugāyir-i bedendir. Fakat tedbîr ve tasarruf cihetinden bedene taalluku vardır; ve beden âlem-i şehâ- dette rûhun sûreti ve kemâlinin mazharıdır. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: İsrâ, 17/84) [De ki: Herkes kendi tabîatı ve tarîkati( قُـ ْل كُ ٌّل َي ْع َمـ ُل َع َلـى َشـا ِك َل ِت ِه üzerine amel eder.] Binâenaleyh rûh bedenden münfek olmayıp, izhâr-ı kemâl için bedene muhtaçtır; ve eczâ-yı bedene sârîdir. Onun sereyânı bedene hulûl ve beden ile ittihâd sûretiyle değildir; belki onun bedene sereyânı, vücûd-ı mutlak-ı Hakk’ın cemî’-i mevcûdâta sereyânı gibidir. Ve bu i’tibâra göre, rûh ile 13 Buhârî, “Ehâdîsu’l-Enbiyâ”, 2. 14 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, II, s. 203 (beyit: 2662); II, s. 246 (beyit: 2813). Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi 2 cisim arasında min-külli’l-vücûh mugāyeret yoktur. Nasıl ki Hak bir cihet- ten eşyânın “ayn”ı ve bir cihetten gayrı ise, rûh dahi bir cihetten bedenin “ayn”ı ve bir cihetten bedenin gayrıdır. Misbâhu’l-Hidâye sâhibi buyururlar ki: “Rûhun ma’rifeti ve onun zirve-i idrâki be-gāyet refî’ ve menî’dir. Kemend-i ukūl ile ona vusûl müyesser olmaz. Erbâb-ı mükâşefât onun keşfini kıskanıp, ancak zebân-ı işâret ile beyânâtta bulunmuşlardır. Hz. İzzet indinde [m/28] en şerîf bir mevcûd ِمــْن ُروِحَنــا ve en yakın bir meşhûd “rûh-ı a’zam”dır. Zîrâ HakTeâlâ onu (Hicr, 15/29) [Rûhumuzdan] ve ِمــ ْن ُرو ِحــي (Enbiyâ, 21/91) [Rûhumdan] beyân-ı âlîsi ile kendisine izâfe buyurdu. “Âdem-i kebîr”, “halîfe-i ûlâ”, “tercümân-ı ilâhî”, “miftâh-ı vücûd”, “kalem-i îcâd”, “cünd-i ervâh” onun evsâfındandır. Şebeke-i vücûda düşen ilk sayd o idi. Meşiyyet-i kadîme onu âlem-i halkta kendi hilâfetine nasbetti. Esrâr-ı vücûd hazînelerinin makālîdini ona tefvîz eyledi; ve onu onda tasarrufa me’zûn kıldı; ve onun üzerine bahr-ı hayâttan bir nehr-i azîm açtı, tâ ki feyz-i hayât dâimâ ondan istimdâd ede ve eczâ-yı kevn üzerine ifâza eyleye; ve sûret-i kelimât-ı ilâ- hiyyeyi makarr-ı cem’den, ya’ni zât-ı mukaddesten mahall-i tefrikaya, ya’ni âlem-i halka eriştire ve a’yân-ı tefâsîlde ayn-ı icmâlden münkeşif ola. Ve kerâmet-i Cenâb-ı İlâhî ona iki nazar bahşetti: Biri celâl-i kudret-i ezeliyye- tin müşâhedesi için; ikincisi cemâl-i hikmet-i ezeliyyetin mülâhazası için. Birinci nazar “akl-ı fıtrî”den ibârettir ki mukbildir; ve onun netîcesi, mu- habbet-i Cenâb-ı İlâhîdir. İkinci nazar “akl-ı halkî ve müdbir”den ibârettir; ve onun netîcesi “nefs-i küllî”dir. Rûh-ı izâfînin ayn-ı cem’den istimdâd eylediği her bir feyzi, nefs-i küllî kabûl eder ve onun mahall-i tafsîli olur. Rûh-ı izâfî ile nefs-i küllî arasında fiil ve infiâl ve kuvvet ve za’f sebebiyle zükûret ve ünûset zâhir oldu; ve onların râbıta-i imtizâc ve vâsıta-i izdivâcı ile mütevellidât-ı ekvân mevcûd oldular. Binâenaleyh kâffe-i mahlûkāt rûh ile nefsin netîcesi ve nefis rûhun netîcesi ve rûh “emr”in netîcesi oldu. Zîrâ Hak Teâlâ rûhu hiçbir sebeble değil, ancak Zât’ının zâtiyeti ile izhâr eyledi. “Emr” ile işâret olunması o sebebledir. Vesâireyi de vâsıta-i rûh ile izhâr etti ki, “halk” ondan ibârettir. Ve âlem-i şehâdette vücûd-ı Âdem mazhar-ı rûh oldu; ve vücûd-ı Havvâ mazhar-ı sûret-i nefs oldu. Ve Benî Âdem’in sûret-i zükûrunun tevellüdü, rûh-ı küllî sûretinden müstefâddır; velâkin sıfat-ı nefs ile mümtezicdir; ve tevellüdât-ı inâs, sıfat-ı rûhun imtizâcı ile nefs-i küllî sûretinden zâhir oldu. Ve bu cihetten hiçbir nebî, sûret-i inâsta meb’ûs olmadı. Zîrâ nübüvvet nüfûs-i Benî Âdem’de tasarruf ve âlem-i halkta te’sîr husûsunda zükûret nisbetini hâizdir.”15
·
41 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.