Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Asıl mesele şu ki herkesin ağzındaki yemi geveliyorlar; hem de pek güzel, ahlaklı, hallerinden memnun halde yapıyorlar bunu. Eleştirileri bana İngilizlerin pazar yemeğini hatırlatıyor. Herkesin yediği naneler. Onlar sizin İngiliz edebiyatı profesörlerinizin sırtını kaşıyor, sizin profesörleriniz de onlarınkini. Kafalarının tası içinde tek bir özgün fikir yok. Sadece müesses nizamı biliyorlar. Esasen kendileri de o nizamın parçası. İradesiz adamlar bunlar; bir bira üreticisi yaptığı biranın şişesine damgasını ne kadar kolay basarsa müesses nizam da onları o kadar kolay etkiliyor. İşlevleri üniversiteye giden tüm gençleri izlemek ve şans eseri zihinlerinde zerre kadar özgünlük parıltısı kalmışsa onu def edip oraya müesses nizamın damgasını basmak.” “Bence yerleşmiş gelenekleri hiçe sayan ikona kırıcısı bir Güney Denizi Adalısı olarak ortalıkta öfkeyle dolaşan senin gibi birinin yanında durmaktansa müesses nizamın yanında olmak, hakikate daha yakın olmak demek.” “Aslında o ikonaları kırma işini misyonerler yapıyor,” dedi genç kahkahalar içinde. “Ama maalesef bütün misyonerler kâfirlerin yanına gittiği için artık Bay Vanderwater ile Bay Praps adlı kadim ikonaları kıracak kimse de kalmadı.” “Bir de üniversite profesörlerini tabii,” diye ekledi kız. Martin başıyla hayır dedi. “Hayır, bilim profesörleri durmalı. Onlar gerçekten önemli. Ama İngiliz edebiyatı profesörlerinin, mikroskobik beyinli o küçük papağanların onda dokuzunun kafalarını kırmak lazım.” Profesörler hakkındaki bu ağır lafları, Ruth’un kutsal saydığı değerlere hakaretti. Düzgün, düzenli, alimane tavırlı, üstlerine oturan kıyafetleri içinde kültür ve zarafet soluyan ve iyi ayarlanmış sesleriyle konuşan profesörleri, giysileri üzerine uymayan, ne kadar ağır işler yapmış olduğu gelişmiş kaslarından belli olan, konuştukça heyecana kapılarak sükûnetle edilmiş cümleler yerine edepsiz sözlere, soğukkanlı ifadeler yerine hararetli laflara başvuran ve bütün bunlara karşın bir şekilde gönlünü çelmeyi başarmış olan tarifi imkânsız şu karşısındaki gençle karşılaştırmadan duramıyordu. En azından profesörler yüksek maaşlar kazanırken ve evet, bununla yüzleşmek zorunda hissediyordu kendini, birer beyefendiyken, onun ne kazandığı tek bir peni vardı ne de onlar gibi zarafeti. Aslında Martin’in sözlerini onlarla ölçmüyor, savlarına onlara göre hüküm vermiyordu. Gayriiradi biçimde, dışsal unsurları kıyaslayarak gencin savlarının yanlış olduğu yargısına varmıştı zaten. Onlar, yani profesörler edebi hükümlerinde haklıydı, çünkü başarı kazanmışlardı. Martin’in edebi yargılarıysa yanlıştı, çünkü yazdıkları satmıyordu. Martin’in kendi lafıyla, onlar işlerini iyi etmiş, o ise bunu becerememişti. Ayrıca daha şuncacık zaman önce bu evin bu salonunda kıpkırmızı yüzü ve bütün sakarlığıyla dikilirken ilk kez tanıştığı, dalgalanan omuzlarının tehdidi altındaki küçük biblolara korkulu gözlerle bakan, Swinburne öleli kaç zaman geçtiğini soran ve şişinerek “Excelsior” ile “Psalm of Life”ı okuduğunu söyleyen gencin haklı olması, ona hiç de mantıklı gelmiyordu. Böylece Ruth farkında olmadan, gencin kafasında oluşan, müesses nizama tapındığına dair fikri kanıtlamış oluyordu aslında. Martin onun düşünce silsilesini izlemiş ve daha ileri gitmemek için kendini tutmuştu. Onu sevmesinin nedeni Praps, Vanderwater ve İngiliz edebiyatı profesörleri hakkında düşündükleri değildi. Nitekim kızın asla kavrayamadığı veya varlığını hiçbir zaman bilmediği düşünce alanlarına ve bilgi sahalarına kendinin sahip olduğunu fark etmeye başlamıştı ve giderek buna daha çok ikna oluyordu. Ruth onun müzikte de makul olmadığını düşünüyor, opera konusundaysa sadece mantıksız değil, özellikle aksi davrandığına inanıyordu. Bir gece operadan eve dönerken, “Beğendin mi?” diye sordu. O gece Martin, bir aylık sıkı perhiz pahasına onu dışarı çıkarmıştı. Gencin konuşmasını boşuna bekledikten sonra orada izleyip dinlediklerinden dolayı duyguları harekete geçmiş olan Ruth, heyecandan titreyerek sormuştu bunu. “Uvertürü beğendim,” cevabı gelmişti gençten. “Harikaydı.” “Peki ya eserin kendisi?” “Eser de harikaydı. Yani orkestra çok iyiydi de idman yapan askerler gibi kollarını bir açıp bir kapatarak ortalıkta gezinen o tipler seslerini kesseler veya sahneden inselerdi daha çok keyif alırdım.” Ruth dehşet içinde donakalmıştı. “Yani Tetralani ya da Barillo mu?” “Hepsi, bütün tayfa.” “Ama onların hepsi de büyük sanatçılar,” diye itiraz etti Ruth. “Öyle olsa bile maskaralıkları ve yapmacıklıklarıyla müziği berbat ettiler.” “Demek Barillo’nun sesini sevmedin. Caruso’dan 71 sonra o geliyormuş dediklerine göre.” “Sevdim tabii, hatta Tetralani’yi daha çok sevdim. Kadının sesi muhteşem ya da en azından, ben öyle düşünüyorum.” “Ama... ama...” Ruth kelimeleri bir türlü çıkaramamıştı ağzından. “O zaman söylediğini ben anlamadım. Seslerine hayransın ama müziği berbat ettiler diyorsun.” “Aynen öyle. Konserlerine gitmek için her şeyimi veririm, ama orkestra çalarken söylemesinler diye daha da fazlasını veririm. Korkarım ben iflah olmaz bir realistim. Büyük ses sanatçıları büyük oyuncu olacak diye bir şey yok. Barillo’nun melek gibi sesiyle bir aşk parçası söylemesini, Tetralani’nin bir başka melek gibi ona cevap vermesini ve insana müthiş keyif veren ışıltılı, renkli bir müzik cümbüşünün onlara eşlik etmesini dinlemek büyüleyici bir şey, insanın aklını başından alıyor. Mecburen kabul ediyor değilim, iddia ediyorum. Ama onlara baktığım an bütün bu etki dağılıp gidiyor. Bacağına çorapları çekmiş 1.75’lik, 90 kiloluk Tetralani’nin karşısına zar zor 1.60 gelen, göbekli, bodur bir demircinin göğsüne sahip Barillo’yu çıkartıp çift olarak birbirlerine sarılmalarını, tımarhanedeki deliler gibi kollarını havalara açarak karşılıklı poz kesmelerini bana izletip tüm bunları incecik, zarif ve güzel bir prenses ile genç, yakışıklı ve romantik bir prens arasında geçen aşk sahnesinin aslına sadık görüntüsü olarak kabul etmemi beklerlerse, kusura bakmasınlar hiç de kabul edemem, hepsi bu. Zırva çünkü, saçma, gerçekdışı. Sorun burada. Sahici değil. Sakın bana gerçek dünyada da herkesin aşkını o şekilde yaşadığını söyleme. Eğer ben de sana olan aşkımı böyle dile getirseydim, kulağıma tokadı çoktan patlatmıştın.” “Yanlış anlamışsın,” diye itiraz etti Ruth. “Sanatın her biçiminin kendine özgü sınırları vardır.” (Üniversitede sanatların uzlaşmaları üzerine dinlediği dersi hatırlamaya çalıştı bir süre.) “Resimde tuvalin sadece iki boyutu vardır ama ressamın sanat gücüyle tuvale aktardığı şeyi üçboyutlu bir görüntü olarak kabul edersin. Yazarın da her şeye kadir olması gerekir. Yazarın kaleminden yansıyan kahramanın gizli düşüncelerini, onun yalnız başına düşündüğünü ve ne yazarın ne de herhangi bir başkasının bu düşünceleri duyabileceğini bilsen de, tamamen gerçek kabul edersin. Sahnede de böyledir, heykelde, operada, sanatın diğer bütün biçimlerinde de. Gerçekle bağdaşmayan bazı şeylerin kabul edilmesi gerekir.” “Evet, bunu anlıyorum,” diye cevap verdi Martin. “Bütün sanatların kendi uzlaşmaları vardır.” (Ruth, bu kelimeyi kullanmasına çok şaşırmıştı. Sanki Martin kütüphanede gelişigüzel göz attığı kitaplardan edinilmiş eksikli bir müktesebata sahip değilmiş de, bizzat üniversitede okumuş gibiydi.) “Ama bu uzlaşmaların da gerçekçi olması gerekir. Düz bir tuvale resmedilmişse ve her yerde varsa, ağaçları orman olarak kabul ederiz. Yeterince gerçekçi bir uzlaşmadır bu. Öte yandan denizi orman olarak kabul etmeyiz. Edemeyiz. Duyularımızla çelişir. Yoksa o iki divanenin abuk sabuk sözlerini, kıvranmalarını, acılar içinde eğilip bükülmelerini sen de aşkın inandırıcı bir resmi olarak kabul edebilirdin veya daha doğrusu etmek durumunda kalırdın.” “Peki ama kendini bütün müzik uzmanlarından üstün görmüş olmuyor musun böyle?” diye karşı çıktı kız. “Hayır, hayır, tek bir an bile. Ben sadece birey olarak hakkımı savunuyorum. Ben sadece Madam Tetralani’nin fil gibi hoplamalarıyla orkestradan aldığım zevki kaçırması konusunda düşündüklerimi sana anlatmaya çalışıyorum. Dünyanın tüm müzik uzmanları istedikleri kadar haklı olsun. Ben yine de kendi hazlarımı insanoğlunun ittifakla verdiği hükümlerden önemsiz görmeyeceğim. Eğer bir şeyi sevmediysem sevmedim demektir, o kadar. Şu güneşin altındaki hiçbir sebep sadece türdeşlerim çoğunluk olarak onu beğeniyor veya beğenilmesi gerektiğine inanıyor diye o beğeniyi benim de taklit etmemi gerektirmez. Hoşlandığım ya da hoşlanmadığım şeylerde modayı takip edecek değilim.” “Ama biliyorsun, müzik eğitim gerektirir,” diye tartışmayı sürdürdü Ruth, “operaysa daha çok eğitim ister. Eğer...” “Opera eğitimim yoksa mı demek istiyorsun?” Kız başıyla onayladı. “Tam da onu diyorum,” dedi Martin. “Küçükken bu eğitime maruz kalmamış olmaktan ötürü kendimi şanslı sayıyorum. Aksi olsaydı bu akşam hisli gözyaşları dökmekle kalmaz, o kıymetli çiftin soytarılıklarının, seslerinin güzelliğini ve orkestranın çaldığı müziğin nefasetini güçlendirdiğini düşünürdüm. Haklısın. Bu bir eğitim meselesi. Artık yaşım geçti. Ya gerçek neyse onu isterim ya da hiçbir şey istemem. Beni ikna etmeyen bir görüntü düpedüz sahtedir ve bir taşkınlık anı sırasında Barillocuğun kendi de coşmuş koca Tetralani’yi kollarının arasına alıp sıkıca sardığı ve bütün tutkusuyla onu çılgınca sevdiğini söylediği bir grand opera 72 , sahtekârlıktan başka bir şey değildir.” Ruth onun düşüncelerini dışsal unsurlarla ve müesses nizama olan inancıyla karşılaştırarak bir kez daha tarttı. Kendini ne sanıyordu bu genç; bütün kültürlü dünya haksız, o haklıydı, öyle mi? Martin’in sözleri ve düşünceleri Ruth’un üzerinde bir etki bırakamamıştı. Devrimci fikirlere sempati göstermeyecek ölçüde sağlam bir şekilde bağlıydı müesses nizama. Her zaman müzik dinler, çocukluğundan beri operadan hoşlanırdı; sadece kendisi değil, bütün çevresi de böyleydi. Bu Martin Eden, ragtime müziğinin ve işçi sınıfı şarkılarının içinden, üstelik de yenilerde çıkıp gelmiş biri olarak, hangi hakla dünyanın her yerinde geçerli olan müzik üzerine hüküm beyan ediyordu? Canı sıkılmıştı kızın, gencin yanında yürürken belli belirsiz de olsa hakarete uğramış hissetti kendini. En iyi durumda, en hayırhah ruh hali içindeyken bile Martin’in düşüncelerini dile getirmesini bir kapris, kendisini ise davetsiz gelen yontulmamış bir delibozuk olarak görüyordu. Ama ne zaman ki Martin kapının önünde Ruth’u kollarına alıp dudaklarına sevecen bir öpücük kondurdu, ona olan aşkının depreşmesiyle her şeyi unuttu. Sonra da son zamanlarda sık sık olduğu gibi çevresinin onaylamadığı böylesine tuhaf birini nasıl sevdiği konusunda kafası karışmış halde yatağında dönüp durdu. Ertesi gün Martin Eden değersiz işleri bir kenara bıraktı ve müthiş sıcak bir havada, “Yanılsamanın Felsefesi” adını verdiği makalesini kafasında tartışarak yazmaya başladı. Bir pul eşliğinde yola çıkan makalenin kaderinde, izleyen aylar boyunca üzerinde bir sürü pul görmek ve bir sürü yolculuğa çıkmak vardı.
·
201 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.