Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Rahmetli dostum Dr. Fehmi Ayberk anlatmıştı. Eski Ankara'nın genç kuşak devlet adamları, Mahmut Esat Bozkurt, Şükrü Saraçoğlu, Cemal Hüsnü Taray ve arkadaşları, bir gece kendi aralarında Atatürk'ün çevresindeki “mutad zevat” hakkında ileri-geri konuşmuşlar. Atatürk'ün bunlara fazla yüz verişini eleştirmişler. İyi-kötü Avrupa'da okumuş, yüksek tahsil görmüş, dil bilir oluşlarının, Atatürk'ün güvenini kazanmış, genç yaşta bakanlıklar üstlenmiş olmanın verdiği şımarıklıkla biraz çizmeden yukarı bile çıkmışlar. Atatürk'ü bu konuda uyarmaya gerek görmüşler. Ertesi gün Cemal Hüsnü Taray, Çankaya Köşkü'ne çağrılmış. Ve bunun hayra alamet olmadığını sezmiş. “Atatürk, adamı akşam yemeğine çağırır, böyle saat beşte pek çağırmaz, dur bakalım arkasından ne çıkacak” diye heyecana kapılmış. Köşk'te kendini iyi karşılamışlar. Bahçede bir koltuğa buyur etmişler. Biraz sonra Atatürk, sırtında yakası açık bir spor gömlek, güleç bir yüzle görünmüş. Konuğuna aşırı nazik davranmış. Köpüklü kahveler gelmiş, karşılıklı içilmiş. Cemal Bey'in önsezisi, güneşli havanın bir yerde sağanağa dönüşeceği yolunda... Nihayet tahmini çıkmış. Atatürk biraz hoşbeşten sonra, “Demek beni vesayet altına almaya karar verdiniz” gibi cinaslı bir laf edince, Cemal Hüsnü Taray, bir gece önceki konuşmayı Atatürk'e birinin yetiştirdiğini anlamış, “Estağfurullah”tan geçilmeyen bir savunmaya geçmiş ve tamamen yanlış anlayışa dayanan bu ihbarı çürütmeye kalkmışsa da Atatürk onu susturmuş. “Dinle bak çocuk” demiş. “Bu yerdiğiniz adamlar, benim yoluma bir hayat koymuşlardır. Bana güvenmişler ve kaderlerini en umutsuz anda bana bağlamışlardır. Hepsi de 'Öl' desem ölecek kadar bana inanırlar. Ben vefalı bir insan olarak elbet bu dostluğu sürdüreceğim. Ama onları bu kadar sevdiğim halde, hangisini bakan yaptım? Oysa siz dünkü çocuklar Cumhuriyetin bakanları oldunuz. Ben neyin ne yapılacağını, ne yapılmayacağını müsaade edin de biraz daha iyi bileyim.” Sözü geçen genç kuşak Cumhuriyet bakanlarının toplantısı. da o eleştirilen “mutat zevat”tan birinin, Cevad Abbas'ın Oğlu Turgut, okul arkadaşımdır. Ondan işitmiştim. —Yanılmıyorsam. Bulgaristan'da yapılacak uluslararası bir müzakereye Atatürk, Türk heyeti başkanı olarak Cevad Abbas'ı atar. Cevad Abas'ın, “Paşam, ben dil bilmem” diye özür dilemesi karşısında Atatürk, onu, “Sen bu toplantıya benim temsilcim olarak gideceksin” der. “Benim ne istediğimi biliyorsun. Bu amacın sağlanmasına dikkat edeceksin. Gerisi senin işin değil. Yanına dil bilen, usul bilen diplomatlar vereceğim. Onlar bunları biliyorlar ama sen de benim fikirlerimi onlardan iyi biliyorsun” diye yüreklendirir. Vedalaşırken de beş hecelik bir uyarıda bulunur: “Mütevazı ol.” Atatürk'ün yaveri Muzaffer Kılıç, dostumdu. Bizzat kendinden dinlemiştim. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Ankara Hukuk'u bitirmiş. Mebus olmak istemiş. Atatürk'e açamayıp isteğini Recep Peker'e aracılarla iletmiş. Ne var ki ilan edilen aday listesinde kendi ismini göremeyince çok üzülmüş. O üzüntü ile durumu bir başkası aracılığı ile Atatürk'e duyurmuş. Atatürk'ün verdiği şu direktife bakın: “Recep Bey'e söyleyin. Profesör almayan adaylardan birini çıkarıp yerine Muzaffer'i yazsınlar.” Bu üç otantik fıkranın ortak yanı, bir adamın dostlarına gösterdiği aşırı —belki de tenkit götürür- bir vefa duygusu değildir. Her üç olayda da dostlarını tutuşunun ölçüsünde gösterdiği hassasiyettir. Genç devlet adamlarının cevherini sezmiş, onları bakan atamış ama çizmeden yukarı çıkmalarını ölçüyü aşmak bularak... Dostlarını koruyor ama onların yeteneğinin sınırını gerçekçi bir gözle herkesten iyi bilerek, olduğundan fazla görmeyerek... Cevad Abbas'a başkanlık veriyor ama uzmanlara karşı böbürlenmesini önlemeyi de unutmayarak. Yaverinin mebus olmasını hoş görebiliyor ama bir bilim adamının yerine geçmesine gönlü asla razı olmayarak... Tevazu üzerine geçen hafta yazdığım yazının bir çeşit devamıdır bu haftaki yazı. Tevazua, alçakgönüllülüğe kendi başlarına varanlara ne mutlu. Onlar kendi nefisleriyle bir iç mücadelenin sonucu buraya varmış yarı bilgelerdir. Ama bunu beceremeyecek olanlara Atatürk gibi uyarıcılar gerek. Had bildirici uyarıcalar gerek. Had bildiriciler, ölçüyü hatırlatıcılar gerek. Büyükannemin sık kullandığı bir mesel belleğimde beliriyor: “Haddini bilmeyene haddini bildirmek, öksüze kaftan giydirmek kadar sevaptır” derdi rahmetli. Ama asıl marifet, had bildiricilere gerek kalmadan haddini bilmektedir. 3 Ağustos 1980
Sayfa 99 - 99-101
·
91 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.