Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

VİCTOR HUGO'NUN SÖYLEVİ
Victor Hugo
Victor Hugo
Voltaire
Voltaire
Kandid ya da İyimserlik
Kandid ya da İyimserlik
ViCTOR HUGO'NUN SÖYLEVİ Yüz yıl önce bugün bir insan ölüyordu. Ölümsüz olarak ölüyordu. Sırtında yılları, eserleri, sorumlulukların en önlüsünü ve en korkuncunu, yani insan vicdanını uyarıp düzeltmiş olmanın sorumluluğunu yüklenmiş olarak gidiyordu. Lânetlenmiş ve kutsanmış, geçmişce lânetlenmiş, gelecekce kutsanmış olarak gidiyordu. Geçmişce lânetlenmek gelecekce kutsanmak, baylar, zaferin iki yüce biçimidir bu! Bir yandan çağdaşlarının ve gelecek kuşakların alkışları, öte yandan acımasız geçmişin savaştığı kimselere karşı gösterdiği ayyuka çıkmış yuha ve kin çığlıklarıydı işittiği ölüm döşeğinde. Bir insandan fazla bir şeydi, bir yüzyıldı o. Bir görevi yerine getirmişti. Yarattığı eser için, yazgının kanunlarında olduğu kadar, doğanın kanunlarında da açıkça ortaya çıkan yüce irade seçmişti kendisini belli ki. Bu adamın yaşadığı seksendört yil, doruğundaki monarșiyi, seherindeki devrimden ayıran arayı doldurur. Doğduğunda XIV. Louis hâlâ iktidardaydı, öldüğünde XVI. Louis hüküm sürüyordu: öyle ki beşiği büyük tâcın son ışınlarını görebildi ve tabutu ise büyük uçurumun ilk aydınlarını. Daha uzağa gitmeden, baylar, uçurum kelimesi üzerinde anlaşalım: Güzel uçurumlar vardır: içine kötülüğün yuvarlandığı uçurumlardır bunlar. Baylar, sözlerime ara verdiğime göre, düşüncemi tamamlamamı hoş karşılayınız. Ölçüsüz ya da kötü hiçbir söz söylenmeyecektir burada. Uygarlığın gereklerine uyacağız. İlerlemeyi doğrulayıp desteklemek, filozoflara felsefenin yararlarından bir şölen vermek; onsekizinci yüzyıla ondokuzuncu yüzyılı tanık tutmak; yüce savaşçıları ve alçakgönülle hizmet edenleri onurlandırmak; halkların soylu çabasını, yani sanayii, bilimi, ileriye doğru yiğitçe yürüyüşü, emeği kutsamak; insanlar arasında duygu birliğini ve anlaşmayı pekiştirmek, kısacası barışı, bu evrnesel yüce isteği övmek için buradayız. Barış, uygarlığın erdemi, savaş ise cinayetidir. Bu büyük anda, bu görkemli saatte, ahlâk kanunlarının önünde dindarca bir saygıyla eğilmek ve Fransa'yı dinleyen dünyaya şunu söylemek için buradayız: Tek bir güç, adaletin hizmetinde olan vicdan, ve şan olarak da gerçeğin hizmetindeki deha vardır. Bunu söyledikten sonra devam ediyorum. Devrim'den önce, baylar, sosyal yapı şöyleydi: Aşağıda, halk. Halkın üstünde ruhbanın temsil ettiği din. Dinin yanında yargıçların temsil ettikleri adalet. Şimdi, insan toplumunun böyle bir anında, neydi halk? Bilgisizlik. Neydi din? Hoşgörüsüzlük. Ve neydi adalet? Adaletsizlik. Söylediklerimde abartma var mi? Siz verin hükmü. Ancak, iki olayı, olmuş iki olayı belirtmekle yetineceğim: Toulose'da, 13 Ekim 1761'de, bir evin alt salonunda asılı bír genç bulunur. Halk ayaklanır, ruhban kızıp köpürür,mahkeme soruşturma açar. Aslında bir intihardır bu: tutup adam öldürmeye dönüştürülür. Kimin yararına? Dinin. Ya suçlanan? Baba. Bir huguenot'dur bu, ve oğlunun katolik olmasını önlemek istemiştir. Ahlaki yönden canavarlık, maddi yönden de olanaksızlık vardır; ne önemi var! Oğlunu öldüren bu babadır, o genci de bu ihtiyar asmıştır. Adalet işe koyulur ve işte sonuç. 9 Şubat 1762'de, beyaz saçlı bir adam, Jean Calas, bir alanın ortasına getirilir, soyundurulur, bir çarkın üstüne yatırılır, kollar ve bacaklar dayanaksız durumda bağlanır, baş sarkıktır. Sekinin üstünde üç adam vardır: Işkenceye göz kulak olmakla görevli, David adlı bir yargıç, haç tutan bir rahip ve elinde demirden bir çubuk bulunan bir cellât. İşkence görecek olan, saşkınlık ve dehşet içinde ne rahibe bakar, ne cellada. Cellat, demirden çubuğu kaldırır ve bir kolunu kırar adamın; adam haykırır ve bayılır; yargıç hemen atılır, mahkûma tuz koklatılır, kendine gelir. Bir yeni çubuk vuruşu daha, yeni bir haykırış; Calas kendinden geçer; yeniden canlandırılır ve cellat işine başlar yeniden. Ve her kol ve bacak iki yerinden kırılmak gerektiğinden, ikişer kez vurulur herbirine, bu da sekiz işkence tutar. Sekizinci bayılıştan sonra, rahip öpmesi için haçı uzatır ona; Calas başını çevirir ve cellat son darbeyi indirir, demir çubuğun kaba ucuyla göğsünü ezer yani. Calas da bövlece ölür. İşkence, iki saat sürmüştür. Ölümünden sonra, gencin, gerçekten kendi canına kıydığı anlaşılır. Ancak, bir cinayet işlenmiştir. Kim işlemiştir bunu? Yargıçlar. Başka bir olay. Yaşlıdan sonra bir genç adam. Üç yıl sonra, 1765'te, Abbeville'de, bir fırtına ve kasırga gecesinin sabahında, bir köprünün taşları üzerinde, üç yüz yıldan beri köprünün korkuluğuna çakılı, tahtadan, çürümüş bir hac bulunur. Kim atmıştır bu haçı yere? Kim işlemiştir bu günahı? Bilinmez. Belki bir gelip geçenden rüzgâr belki de. Suçlu kimdir? Amiens piskoposu, bir soruşturma mektubu yayınlar. Soruşturma mektubu denilen de, bütün müminlerce cehennem korkutmacası altında, şu ya da bu olay hakkında bildiklerini ya da bildiklerini sandıklarını söylemeleri için bir emir; bağnazlığın bilgisizliğe öldürücü buyruğu yani. Amiens piskoposunun soruşturma mektubu, etkisini gösterir; söylentiler öylesine büyür ki, sonunda ihbar boyutlarına varır. Adalet, haçın yere düştüğü gece, iki adamın, biri La Barre, öteki d'Etallonde adlı iki görevlinin, Abbeville köprüsünden sarhoş bir halde ve şarkı söyleyerek geçtiklerini keşfeder ya da keşfettiğini sanır. Mahkeme, Abbeville yargıevidir. Abbeville yargıevinin görevlileri, Toulouse yargıçları ayarındadır. Daha az adil değillerdir. İki tutuklama yazısı çıkarılır, d'Etallonde kaçar, La Barre yakalanır, adli soruşturmaya teslim edilir. Adam, köprüden geçtiğini yadsır, ama şarkı söylediğini saklamaz. Abbeville yargıevi mahkûm eder kendisini; adam, Paris parlemanına başvurur. Parise götürülür, hüküm yerinde bulunur orada da ve onanır. La Barre, Abbeville'ye getirilir yeniden ve zincire vurulur. Uzatmayayım. Korkunç saat gelir. Şövalye La Barre'a suç ortaklarını söyletmek için, olağan ve olağanüstü sorgulamaya başlanır; neyin suç ortakları? Bir köprüden geçmiş ve bir şarkı söylemiş olmak. İşkencede bir dizini kırarlar; günah çıkartan papaz kemiklerin çatırdadığını işitince, düşer bayılr. Ertesi gün. Haziran 1766 da, La Barre, Abbeville'nin büyük alanına götürülür; korkunç bir ateş yakılmıştır orada; hüküm La Barre'a okunur, sonra eli bileğinden kesilir, arkadan bir demir kerpetenle dili sökülür dibinden, sonra lütfedilip kafası kesilir ve ateşe atılır! Şövalye de La Barre böyle ölür. On dove ebedi şanın olacaktır bu senin! İşte o zaman ey Voltaire, bir tiksinti çığlığı attın sen ve edebî şanın olacaktır bu senin! O zaman geçmişin tüyler ürpertici davasına başladın; tiranlara ve canavarlara karşı, insan soyunun davasını savundun ve kazandın onu. Büyük adam, nur içinde yat! Baylar, size az önce hatırlattığım korkunç şeyler, kibar bir toplumun ortasında olup bitiyordu; yaşam keyifli ve hafifti, gidilip geliniyordu, insanlar kendilerinin ne üstündekilere, ne de altındakilere bakıyorlardı, kaytısızlık tasasızlığın içinde eriyordu; Saint-Aulaire, Boufflers, Gentil-Bernard gibi zarif şairler, cici mısralar kaleme alıyorlardı; sarayda bayram üstüne bayram vardı, Versailles parıl parıl parlıyordu, Paris habersizdi her şeyden; ve işte böyle bir dönemde, yargıçlar, dinsel bir vahşilikle bir ihtiyarı bir çarkın üstünde öldürüyor ve rahipler, bir şarkı adına, bir çocuğun dilini söküyorlardı. Bu hoppa ve iç karartıcı toplumun huzurunda, Voltaire, yalnız başına, sarayı, soylusu, paralısıyla; bilinçsiz bir güç olarak o kör kalabalığıyla; uyruklara karşı o denli kaba efendilere karşı öylesine saygılı olan, hem ezici hem dalkavuk, halkın sırtında krala karşı diz çökmüş o korkunç yargıçlarıyla; iki yüzlülüğü bağnazlıkla uğursuzca karıp kariştırabilen ruhbanıyla, bütün bu güçlerin gözleri önünde birleştiğini gördüğü bu sırada, Voltaire, tekrar edeyim, yalnız başına, bütün bu sosyal bozuklukların koalisyonuna, bu dev ve korkunç dünyaya karşı savaş açtı ve çatışmayı kabul etti. Pekiyi neydi silahı? Bir rüzgâr gibi ağırIıksız ve bir yıldırım kadar güçlü olan bir şey: Bir kalem! Bu silahla savaştı; bu silahla yendi. Baylar, bu anıyı selamlayalım. Voltaire yendi, Voltaire çok parlak bir şey yaptı; tek bir kişinin herkese karşı savaşıdır bu, yani büyük bir savaş. Düşüncenin maddeye karşı savaşı, aklın önyargı ve boş inana karşı savaşı, haklının haksıza karşı savaşı, ezilen adına ezene karşı savaş, iyiliğin savaşı, tatlılığın ve yumuşaklığın savaşı. Bir kadının sevecenliği ve kahramanın kızgınlığı vardı onda. Büyük bir zekâydi ve dev bir yürek. Köhnemiş yasayı ve eski dogmayı yendi; feodal senyörü, gotik yargıcı, Romalı rahibi yendi. Kalabalığı halk düzeyine yükseltti; öğretti, yatıştırıp yola getirdi ve uygarlaştırdı. Calas ve La Barre için savaştığı kadar, Sirven ve Montbaily için de savaştı; bütün tehditleri, bütün sövgüleri, bütün zulümleri, iftirayı, sürgünü göğüsledi. Yorumladı ve sarsılmadı. Şiddeti gülümsemeyle, despotluğu sarakayla, yanılmazlığı alayla, inatçılığı direnmeyle, bilgisizliği gerçekle yendi. Gülümseyiş dedim. Bunun üstünde duruyorum. Gülümseyiş, Voltaire budur. Tekrarlayalım onu, baylar, çünkü yatıştırma, büyük yanıdır, filozofun. Voltaire'de denge, yeniden kurulmakla sonuçlanır hep. Haklı kızgınlığı ne olursa olsun geçer; ve öfkelenmiş Voltaire yerini yatışmış Voltaire'e bırakır sürekli.O zaman, bu derin bakışta, gülümseyiş belli eder kendini. Bu gülümseyiş, bilgeliktir. Bu gülümseyiş, tekrar ediyorum, Voltaire'dir. Gülmeye kadar gider bu gülümseyiş çoğu kez; ancak felsefi acı onu yatıştırır. Güçlüler söz konusu olduğunda, alaycıdır; zayıflar karsısında da okşayıcı. Ezeni hırpalar ve ezileni rahatlatır. Büyüklere karşı alay, küçükler için acıma. Ah! Bu gülümseyişle heyecana gelelim. Seherin aydınlıkları vardı onda. Gerçeği, doğruyu, iyiyi ve yararlıda doyurucu ne varsa onu aydınlatır; boşinanların içyüzünü koydu ortaya; bu çirkinlikleri görmek iyiydi; gösterdi onları. Kafası ışık içinde olduğundan verimli oldu. Yeni toplum, eşitlik ve ödün arzusu ve hoşgörü diye adlandırılan kardeşliğin başlaması, karşılıklı iyi niyet, insanların ve hakların ölçülü hale getirilmesi, yüce kanun olarak görülen akıl, boşinanların ve yan tutmaların silinişi, ruhların dinginliği, hoşgörürlülük ve bağışlayıcı olma anlayışı, uyum.. İşte bu büyük gülümseyişten doğanlar. Bilgelikle gönül yüceliğinin, aynı şeyler olduğunun tanınacağı, genel affın ilân edileceği günde, kuşkusuz yakın olan o günde, inanıyorum ki, yukarıda, yıldızların arasında Voltaire gülümseyecek. Baylar, birbirinden onsekiz yüzyıl arayla gelip insanlğa hizmet etmiş iki kişi arasında, gizemli bir ilişki var. İkiyüzlülükle savaşmak, yalancılığın maskesini indirmek, zorbalıkları, gaspları, önyargıları, yalanları, boşinanları yerle bir etmek, tapınağı -yeniden kurmak koşuluyla- yıkmak, yani sahtenin yerine gerçek olanını geçirmek, vahşi yargıçlara saldırmak, kan dökücü papaz takımına saldırmak, eline bir kamçı alıp mirhabı satanları kovalamak, mirastan yoksun bırakılmışların mirasını istemek, zayıfları, yoksulları, acı çekenleri korumak, zulme uğrayanlar ve baskı altına alınanlar için mücadele etmek, İsa'nin savaşı budur . Pekiyi, bu savaşı yapan insan hangisidir? Voltaire'dir o da. İncil'in eserini felsefenin eseri tamamlar; bağıslayıcı ruh başladı, hoşgörü ruhu da başlamış olanı sürdürdü: derin bir saygı duygusuyla söyleyelim, İsa ağladı, Voltaire gülümsedi; bugünkü uygarlığın tatlılığı, işte bu tanrısal gözyaşıyla, işte bu insanî gülümseyişten gelmektedir. Voltaire hep gülümsedi mi? Hayır, Başlarda da söylediğim gibi, çoğu kez öfkelendi de. Baylar, kuşkusuzdur ki ölçü, sakınma, oran, aklın yüce kurallardır. Denilebilir ki ılımlılık, felsefesinin soluk alıp vermesidir. Bilge felsefenin içinde aydınlık olmayan şeyleri, bir tür serinkanlı kesinlikte, çabasıyla özetlemelidir. Ancak, kimi anlarda, gerçek tutkusu, güçlü ve sert biçimde ayağa kalkar ve esenlik getiren büyük rüzgârlar gibi hakkı da vardır buna. Israrla söylüyorum, hiçbir bilge, adaletle umudu, sosyal çabanın bu iki yüce dayanağını hiç bir zaman sarsmayacaktır; ve herkes, adaleti temsil ediyorsa yargıca saygı duyacak, umudu temsil ediyorsa rahibi kutsayacaktır. Ama, yargıçların adı işkenceci, kilisenin adı da engizisyon olursa, o zaman insanlık onun karşısına çıkar ve yargıca şunu der: Kanununu istemiyorum!; ve rahibe de şunu söyler: Dogmanı istemiyorum! Yeryüzünde odun yığını üstünde yakmanı, gökyüzünde de cehennemini istemiyorum! O zaman öfkelenmiş filozof doğrulur ve yargıcı adalete haber verir, rahibi de Tanrıya! Voltaire'in yaptığı da budur. Büyüktür o. Voltaire ne idi, söyledim; yüzyılı neydi, onu anlatacağım şimdi. Baylar, büyük adamlar pek nadir yalnızdırlar. Büyük aaçlar, bir ormana egemen olduklarında daha büyük görünürler, orada kendi evlerindedirler; Voltaire'in çevresinde bir zekâ ormanı vardır, bu orman on sekizinci yüzyldır. Bu zekâlar arasında, Montesquicu, Bulfon, Beaumarchais gibi doruklar vardır ve Voltaire'den sonra da en yüceler arasında iki kişi, Rousseau ile Diderot. Bu adamlar, insanlara dü- şünmeyi ögrettiler; iyi düşünmek, iyi davranmaya götürüyor; düşüncede doğruluk, yürekte doğruluk olup çıkıyor. İlerlemenin bu emekçileri yararlı çalışmalar yaptılar. Buffon doğa tarihini kurdu; Beaumarchais, Molire'in de ötesine geçerek, bilinmeyen bir komedi türünü, hemen hemen sosyal komediyi buldu; Montesquieu yasalar alanında öylesine derin kazılar yaptı, sonunda hukuku bulup çıkarmayı başardı. Rousscau'yu gelince, Diderot'ya gelince, bu iki adı ayrı ayrı söyleyelim; Diderot, bu meraklı büyük zekâ, adalete susamış sevecen yürek, gerçek düşüncelere, temel olarak sağlam kavramlar vermek istedi ve Ansiklopedi'yi yaratt. Rousseau, hayran olunacak bir hizmette bulundu kadına; anayı sütanne ile tamamladı; beşiğin bu iki yüce varlığını yan yana getirdi. Rousseau, bu sürükleyici ve dokunaklı yazar, bu derin düşler içindeki hatip, siyasal gerçeği çoğu kez keşfetti ve ilân etti. Ülküsü gerçeğin içindedir. Fransa'da yurttaş diye adlandırabilecek kişiler içinde ilki olmak onuru onundur; yurttaşlık teli Rousscau'da titreşir. Voltaire' de titreşen ise evrensel teldir. Denilebilir ki, bu hareketli on sekizinci yüzyılda, Rousseau halkı temsil eder; Voltaire, daha da geniş olarak İnsan'ı. Bu büyük yazarlar ortadan çekildiler; ama ruhlarını bıraktılar bizlere, Devrim'i i yani. Evet, Fransız Devrimi ruhudur onların. Onların aydınlık bir türemesidir o. Devrim onlardan gelir; geçmişi kapayan ve geleceği açan bu kutsanmış felâketin her yanında rastlanır onlara. Devrimlere Özgü olan ve nedenlerin arasından sonuçları, ön plânda olmanın ardından geleni de farkettiren bu saydamlıkta, Diderot'nun arkasında Danton, Rousseau'nun arkasında Robespierre ve Voltaire'in arkasında Mirabeau görülür. Ve arkadakiler önde olanları biçimlendirirler. Baylar, çağları insanların adlarında özetlemek, yüzyılları adlandırmak, onları bir tür insan varlıkları haline getirmek, henüz üç halka, Yunanistan'a, İtalya'ya, Fransa'ya vergidir bu. Perikles yüzyılı, Augustus yüzyılı, X. Léon yüzyılı, XIV. Louis yüzyılı, Voltaire yüzyılı denir. Bu adlandırmaların büyük bir anlamı vardır. Yüzyıllara adlar vermek, yalnızca Yunanistan'a, İtalya'ya, Fransa'ya has bu ayrıcalık, uygarlığın en üstün bir belirtisidir. Voltaire'e değin, devlet başkanlarıdır bu adlar; Voltaire, bir devlet başkanından da fazla bir şeydi, düşüncelerin başkanıdır o. Voltaire'le yeni bir dönem başlar: İnsan soyunun yüce yönetici gücünün düşünce olacağı sezilmektedir artık; uygarlık güce baş eğmektedir, ülküsel olanın sözünü dinleyecektir. Krallikâsası ile kılıcın kırılması ve yerlerine ışığın geçmesidir bu; yani otorite özgürlüğe dönüşmüştür. Halk için kanun ve birey için de vicdandan başka hiçbir egemenlik yoktur bundan böyle. Herbirimiz için, ilerlemenin iki yüzü açıkça bellidir ki, o da şudur: Hakkını kullanmak, yani bir insan olmak; ödevini yerine getirmek, yani bir yurttaş olmak. Bu kelimenin, Voltaire yüzyılı kelimesinin anlamı budur; o büyük olayın, Fransız Devrimi'nin anlamı da bu. Onsekizinci yüzyıldan önceki iki unutulmaz yüzyıl, bunu hazırlamıştı; Rabelais Gargantua'da krallığı uyarır, Molière de Tartuffe'te kiliseyi. Güce karşı kin ve hukuka saygı, bu iki ünlü zekada apaçık ortadadır. Baylar, ondokuzuncu yüzyıl onsekizinci yüzyılı saygıyla Çağlı bir kafayı yanıtlamış, giderek üç yüzyıl geriden seslenmiş olur insanlara. Baylar, ondokuzuncu yüzyıl onsekizinci yüzyılı saygıyla anar. Onsekizinci yüzyıl önerir, ondokuzuncu yüzyıl ise sonuca vardırır. Ve benim son sözüm ilerlemenin kaygısız, ama eğilip bükülmez bir saptaması olacaktır. Zamanı geldi. Hukuk formülünü buldu: İnsanî federasyon. Bugün güç, kaba güç ve şiddet olarak adlandırılıyor ve savaşın suç olarak karşılanmasına başlanıyor. Uygarlık, insan soyunun yakınması üzerine, davanın ilk soruşturmasını yapar ve fetihlerle kumandanların büyük cinayet dosyasını düzenler. Tanık olarak tarih çağrılmıştır. Ağır gerçeklik ortaya çıkar; yapma hayranlıklar kaybolur: çoğu halde kahraman, katilin bir başka türüdür. Halklar, bu gerçekten kalkarak anlamaya başlarlar ki, alçakça bir cinayetin büyümesi küçültülemez; öldürmek bir suçsa, daha fazla öldürmek hafifletici neden olamaz ; çalmak, utanç verici bir şeyse, istilâ etmek, bir onur olamaz ; Te Deum'lar bunları değiştirmez; adam öldürmek adam öldürmektir, dökülen kan dökülmüştür, adı Sezar ya da Napolyon olsun farketmez; ve ebedî tanrının gözünde insan öldürmenin biçimi değişmez, çünkü bir kürek mahkûmunun serpuşu yerine bir imparatorun tacı konmuştur katilin kafasına. Ah! Mutlak gerçekleri ilân edelim. Savaşı alçaltıp küçültelim. Hayır, kanlı şan ve şeref yoktur. Hayır, cesetler ortaya koymak güzel değil, yararlı da değil. Hayır, yaşamın ölüm için çalıştığına inanılmaz. Hayır, ey beni çevreleyen analar, savaşın, bu hırsızın çocuklarınızı çalmaya devam etmesine inanılamaz. Hayır, kadının acılar içinde yavrusunu dünyaya getirmesi, insanların doğması, halkların çift sürüp ekmesi, köylünün tarlalarını verimli kılması, işçinin kentleri zenginleştirmesi, düşünürlerin kafa yormaları, sanayiin ortaya harilar koyması, dehanın mucizeler yaratması, insanın geniş faaliyetinin, yıldızlı göğün altında çabaları ve yaratışları çoğaltıp artırması, bütün bunlar, savaş alanı adı verilen uluslararası o korkunç seyi sergilemek için olamaz! Gerçek savaş alanı, işte, Paris'in şu anda dünyaya sunduğu insan emeğinin şaheserlerinin buluşmasıdır. Gerçek zafer, Paris'in zaferidir. Ne yazık ki, -görmezlikten gelemeyiz- ne denli hayranlık ve saygı uyandırırsa uyandırsın, şu saatte iç karartıcı görünüşler de var hâlâ; ufukta karanlıklar görüyoruz şimdi de; halkların trajedisi sona ermiş değil; savaş, vicdansız savaş, hâlâ orada, ve bu yüce barışta bile, aradan başını çıkarmak cesaretini gösteriyor. Prensler iki yıldır üzücü bir tersleşmede inatlaşıp duruyorlar; onların uyuşmazlığı bizim de anlaşmamıza engel oluyor, ve böylesi bir saptamaya bizi mahkum ettiklerinden dolayı da kötü düşüncelidirler. Bu karşıtlık bizi Voltaire'e götürsün; korkutucu olasılıkların karşısında eskisinden daha barışçı olalım. Bu büyük ölüye, bu büyük canlıya, bu büyük zekâya dönelim. Bu saygıdeğer mezarlar önünde eğilelim. Insanlara yararlı yaşamı yüzyıl önce sona ermiş, ama eseriyle ölümsüz olandan, öğüt isteyelim. Bu şanlı Voltaire'in yardımcısı öteki güçlü düşünürlerden, Jean-Jacques' tan, Diderot'dan, Montesquieu'den öğüt isteyelim. Sözü bu büyük seslere verelim. İnsan kanının akısını durduralım. Yeter! Yeter despotlar! Ah! Barbarlık sürüyor, pekiyi, felsefe protesto etsin. Kılıç azgınlaşıyor, uygarlık tiksinsin. Onsekizinci yüzyıl ondokuzuncu yüzyılın yardımına gelsin; öncellerimiz filozofar, gerçeğin havarileridir, bu ünlü hayaletleri yardıma çağıralım; savaşlar düşleyen monarşilerin önünde, insanın yaşam hakkını, vicdanın özgürlük hakkını, aklın emeğini, emeğin kutsallığını, barışın iyiliğini ilân etsinler; ve taçlardan karanlık çıktığına göre, mezarlardan da aydınlık çıksın! (Çev. Server Tanilli)
·
270 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.