Ertesi sene çölden geldiklerinde Hüveytat yine azıtmıştı. Yine, ekinler ve bir soygunculuk meselesinden gönderilen bir müfrezeyle çatışmaya girerek ele geçirdikleri bir jandarmamızı, âdetleri olduğu üzere anadan doğma soymuşlar, elinden silah ve cephanesini de almışlardı. Bu hal, esas müfreze eratımıza ve diğer jandarmalara fena halde dokunmuş. Bunlar da, silahını kaptıran ve soyulan -birliğe de yeni katılmış- eri, “Sen bizim şeref ve haysiyetimizi hiçe indirdin” diye güzelce dövmüşler.Bu rezaleti, “Belki silahı alırız” diye üç gün kadar da bana söylememişler. Nihayet haberim oldu. Silah ve cephanenin aynen iadesini istedim. “Cebel-i Duruz’a sattık. Dürziler de geri vermiyorlar” diye cevap verdiler. “Silah ve cephane gelmeyince bu aşiret kasaba dahilinde bulunamaz, çöle gitsin” diye haber yolladım. Cevap bile vermemişler, bilakis boğazda seyreden bir grup jandarma bunların kurduğu pusudan güçlükle kurtulmuş. Bunun üzerine acele gönderilen müfreze ile aralarında çıkan çatışmada, aşiretin elebaşlarından biri mak- tül düşmüş, birkaç şahıs da yaralanmış. Aşirete, silah ve ve cephaneleri iade etmedikleri takdirde, çöle sürülecekleri haberini gönderdim. Kadınları ve rastgeldiklerini çırılçıplak soymak, hükümetten halka verilen hububat paralarını yollarını kesip ellerinden alarak, “Buğdaylarınızı hükümete niye satıyorsunuz, satmayın” diye tembih etmek gibi suçlar tekrar edecek olursa ağır surette cezalandırılacaklarını tarafsız şahıslar aracılığıyla söylettim.
Filhakika, Hüveytatlılar gittikçe işi azıtıyor, hükümetin aleyhinde cephe alıyorlardı. Müflihul Cehmani, aşiret reisi Ude Ebu Taya’nın, “Söyle Selahattin’e avucumla kanım içeceğim ve böyle yapmak için de Allah’a ahdettim” dediğini bana yeminler ederek söyledi. Müflihul, “O kadar rica ettim, aşiretin rahat durmuyor, bunun önüne geçin” deyince, “Ben biliyorum işimi, yeminliyim yapacağım” diye yanıt vermiş. Müflihul da korkmuş, “Aman bu zâlim aşiretin eline düşme” diyerek bana yalvardı.Aradan iki ay kadar bir müddet geçti. Merhum Büyük Cemal Paşa, Cebel-i Duruz’da Süveydiye’de bir tayyare (uçak) gösterisi yaptırmıştı. Çok alçaktan yapılan bu gösteride tayyare büyük kışlaya çarparak düşmüş, pilotu da hafif yaralı olarak kurtulmuştu. Bu tayyarenin enkazı Süveydi- ye’den Dera’ya getirilirken tayyare askerlerinden ikisi tüfek kurşunlarıyla şehit edilmiş ve ellerinden mavzer filintalarıyla cephaneleri alınmış, gece husule getirilen bu vakada failler anlaşılamamıştı. Şehit edilen bu genç askerlerin ikisi de İstanbullu, gönüllü olarak askere katılmış, saf ve temiz şimali idi. Üzerlerindeki askeri elbiseleri de hususi yaptırdıkları anlaşılıyordu. İçlerinden birisi vurulduktan sonra gayret edip bir köye kadar gelmiş. Durumu, köyün şeyhine anlatmış ve hemen kapısının ağzında son nefesini vermiş. Şeyh de lazım gelen hürmetle cenazeyi ayak altından kaldırmış ve üzerini temiz, beyaz bir çarşafla örtmüş.Dera’da bu vaka telaş uyandırmış, evvela askeri yönüyle el konulmuşsa da bir netice alınamadığından olay yerinde soruşturulup suçluların meydana çıkartılması, gerekirse başkalarına ders olacak şekilde cezalandırılması istenmişti. Vakayı haber alan 4. Ordu Kumandanı Cemal Paşa da telgraf makinesi başında vakayı takibe başlamıştı. Ben şehitleri ve şehit edildikleri yerleri gördükten sonra faillerini bulmak için soruşturmaya başladım. Gece yaşanan bu vakanın faillerinin yerli aşiretlerden, yani köylülerden olmadığına kanaat getirdim. Şehit eden Arapların geldikleri istikameti öğrendim; ancak hangi aşiret olduğunu belirleyemedim. Yanımda kırk kadar süvariyle beraber çöl halklarının yoğun olarak yaşadığı bölgeye gittim. Bütün aşiretlere, ya reislerinin veya salahiyetli birer mutemetlerinin derhal yanıma gönderilmelerini istedim. Beni seven aşiret reisleri bizzat geldi, diğerleri birer mutemet gönderdiler. İstisnasız hepsine usulleri veçhile yemin ettirdim. Suçluları sordum. Kendilerinde olmadığını anladım. Birer yazılı taahhüdname aldım.Gelmeyen bir aşiret vardı. O da Hüveytat idi. Tekrar haber gönderdim. İki gün bekledim. Ne gelen vardı ve ne de bir haber gönderen. Sevdiğim aşiret reisleri beni terk etmemişlerdi ve nihayet dediler ki, “Bu askeri şehit edenler Hüveytat aşiretindendir. Sizin kuvvetiniz azdır. Sizi fena duruma düşürebilirler. Aman böyle gitmeyiniz, biraz bekleyiniz, kuvvet toplayıp öyle gidiniz.”
Yine bir aşiret reisi, “Ben kuvvetimi yakına getireyim, sizi takip ederim. Lüzum görürsem aşiretimle yardıma koşarım, sizi feda edemem” diyerek, düşman aşiretinin bulunduğu yerler hakkında bilgi verdi. Ben aşiretlerden istifadeyi başlangıçta hiç de uygun bulmadım. Önce Allah’a sonra askerime güveniyordum. Bir avuç asker olmakla beraber yeter miktarda cephanemiz mevcut, askerin hareket kabiliyeti fevkaladeydi. Her erimizde 450’şer cephane, kâfi yiyecek ve suyumuz vardı. Aşiret reislerini kırmamakla beraber kendilerinden kuvvet istemedim. “Arzu ederseniz beni uzaktan takip edin, kendilerine fazla vakit vermeyelim” dedim. “Onlar çoktan hazırlanmıştır” dediler. Ben vedalaşarak askerimle ayrıldım. Niyetim yalnız katilleri istemekti. Allah’a sığınarak kızgın bir öğle güneşi altında Hüveytat aşiretinin konak yerlerine doğru ilerliyordum. Solumuzdaki bir kayalık dibinde kaynaşma oldu. Kayalıkla aramızda geniş bir vadi vardı. Ani bir baskına uğramamız çok muhtemeldi. On süvariyi yanımda alıkoydum. Geride kalan kuvvetleri bir çavuş emrinde derhal ileri sevk ettim. Göndermesem olmazdı, bir boğazdan da geçmek zorundaydık. Giden askerimiz şiddetli bir ateşle karşılandı. Dürbünle etrafı gözden geçirdim. Güney tarafımızdan çok kalabalık bir hecinsüvar kitlesiyle, batı tarafımızdan yine tepeleri kaplamış süvari kitlesinin bize doğru ilerlemekte olduklarım gördüm. Öyle anlaşılıyordu ki, biz haber gönderdiğimizden itibaren hazırlıklarını yapmışlar, sahaları tutmuşlardı.Artık bir avuç askerle ölüm bize çok yakındı. Fakat hikmeti hüda, kalbimde en ufak bir korku bile sezmiyordum. Askerimiz şiddetli çatışmaya tutuşmuş, vadi inliyordu. Askerin arkasını boş bırakmak da olmazdı. Bu esnada sağımda şiddetli nal sesleri ve at kişnemeleri işittim. Doğuya baktığımda hiç ümit etmediğim bu taraftan, iki yüz metre ilerimizden bir aşiretin bize hücum ettiğini gördüm. Vaziyetin hiç de şakaya tahammülü yoktu. Yanıma yalnız borazanı aldım. Diğer dokuz süvariyi orada ihtiyatta bırakıp, aşiret usulü at oynatarak bu aşiret önüne süratle ilerledim. İçlerinden iki süvari dört nala, üzerimize doğru ilerledi.Buluştuğumuzda süvarilerden biri, “Çabuk söyle Ya Salah, dost musun düşman mısın?” dedi. “Ne münasebet, dostum ” dedim. Önümüzden ok gibi fırladı. İlerleyen aşiretin önüne doğru gelince abasının eteğiyle işaret verdi. Süvari olarak gelen bu aşiret tertiplerini bozmadan olduğu yerde kaldı. Sonra reisleri geldi. “Duyulan ateşler üzerine Selahat- tin bizi vurmaya geliyor, çok canı sıkılmış, dediler. Ben de ne yapayım can bu, aşiretimi aldım sizinle harbe geliyordum ” dedi.Bu gelen Serhan aşiretiydi. Esas reisleri hasta olduğu için vekâletle idare ediliyordu. “Sizin adamınız geldi, konuştuk, alakası olmadığına da yemin etmişti ya. Benden bunca senedir kahpece bir hareket gördün, işittin mi?” deyince, “Hâşâ senin her işin erkeğe yakışır şekilde yiğitçedir. Buna herkes inanır. Bizi yanlış yola sevk ettiler. Cubur aşireti de arkadan geliyor. Ona da haber göndereyim” dedi. “Gönder, fakat sakın geri gitmesinler, benim emrimde kalsm, reisleri yanıma gelsin” dedim. Şeyhin yüzü güldü. “Hiç olmazsa sana hizmetle bu kusurumuzu kaparız” dedi. Haber gönderdi. Bir tepe üzerine çıktığımızda üzerime gelmekte olan Hüveytat aşiretini gördü. “Aman Ya Salah, iş fena, geliyorlar” dedi. “Gelsinler, siz korkmayınız” dedim. “Aşiretinizi gösterdiğim yerlere çekiniz ve attan inmesinler” dedim. Çekti. Arkadan gelen Cubur aşiretine de yer gösterdim. Çöl adeta ayaklanmıştı. Biz de büyük bir kitle teşkil etmiştik. Diğer bazı aşiret reisleri de yanıma geldiler. Hüveytat aşiretinin kuvvetleri de karşılarında kesif (yoğun) kuvveti görünce durakladılar.Ateş devam ediyordu. İki süvari göndererek vaziyeti sordum. “Pek az kuvvetleri kaldı. Onlar da çekiliyor” dediler. “Ele geçen insan ve hayvanları getirsinler” dedim. Yamma gelen dört aşiret reisi çok heyecanlıydı. Ben hem konuşuyor hem de sürekli etrafı gözetliyordum. Harekâtı idare eden aşiret reisleri hiç unutmam; “Sübhanallah! Şendeki bu soğukkanlılık... Bütün çöl ayakta, bir taraftan müsademe olur, dünya birbirine girer, sen hiçbir şey olmuyor gibi hareket edersin. Bu gelenler de müsademeye girerse kimbilir ne kadar kan dökülecek?” diyorlardı. Ben, “Allah’ın hikmet ve takdiridir. Korkmayın bu iş ilerlemez” dedim. Doğru hepsi de can sahibiydi. Bunlar sıkıyı görürlerse kaçarlardı.