Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Hüveytatlılar gittikçe işi azıtıyor, hükümetin aley­hinde cephe alıyorlardı. Müflihul Cehmani, aşiret reisi Ude Ebu Taya’nın, “Söyle Selahattin’e avucumla kanım içeceğim ve böyle yapmak için de Allah’a ahdettim” dediğini bana ye­minler ederek söyledi. Müflihul, “O kadar rica ettim, aşiretin rahat durmuyor, bunun önüne geçin” deyince, “Ben biliyo­rum işimi, yeminliyim yapacağım” diye yanıt vermiş. Müfli­hul da korkmuş, “Aman bu zâlim aşiretin eline düşme” diye­rek bana yalvardı.Aradan iki ay kadar bir müddet geçti. M erhum Büyük Cemal Paşa, Cebel-i D uruz’da Süveydiye’de bir tayyare (uçak) gösterisi yaptırmıştı. Çok alçaktan yapılan bu gösteri­de tayyare büyük kışlaya çarparak düşmüş, pilotu da hafif yaralı olarak kurtulmuştu. Bu tayyarenin enkazı Süveydi- ye’den Dera’ya getirilirken tayyare askerlerinden ikisi tüfek kurşunlarıyla şehit edilmiş ve ellerinden mavzer filintalarıyla cephaneleri alınmış, gece husule getirilen bu vakada failler anlaşılamamıştı.Şehit edilen bu genç askerlerin ikisi de İstanbullu, gönüllü olarak askere katılmış, saf ve temiz şimali idi. Üzerlerindeki askeri elbiseleri de hususi yaptırdıkları anlaşılıyordu. İçlerin­den birisi vurulduktan sonra gayret edip bir köye kadar gel­miş. Durumu, köyün şeyhine anlatmış ve hemen kapısının ağzında son nefesini vermiş. Şeyh de lazım gelen hürmetle ce­nazeyi ayak altından kaldırmış ve üzerini temiz, beyaz bir çarşafla örtmüş. Dera’da bu vaka telaş uyandırmış, evvela askeri yönüyle el konulmuşsa da bir netice alınamadığından olay yerinde so­ruşturulup suçluların meydana çıkartılması, gerekirse başka­larına ders olacak şekilde cezalandırılması istenmişti. Vakayı haber alan 4. Ordu Kumandanı Cemal Paşa da telgraf makinesi başında vakayı takibe başlamıştı. Ben şehitleri ve şehit edildikleri yerleri gördükten sonra faillerini bulmak için so­ruşturmaya başladım. Gece yaşanan bu vakanın faillerinin yerli aşiretlerden, yani köylülerden olmadığına kanaat getir­dim. Şehit eden Arapların geldikleri istikameti öğrendim; an­cak hangi aşiret olduğunu belirleyemedim. Yanımda kırk ka­dar süvariyle beraber çöl halklarının yoğun olarak yaşadığı bölgeye gittim. Bütün aşiretlere, ya reislerinin veya salahiyetli birer mutemetlerinin derhal yanıma gönderilmelerini istedim. Beni seven aşiret reisleri bizzat geldi, diğerleri birer mutemet gönderdiler. İstisnasız hepsine usulleri veçhile yemin ettirdim. Suçluları sordum. Kendilerinde olmadığını anladım. Birer ya­zılı taahhüdname aldım.Gelmeyen bir aşiret vardı. O da Hüveytat idi. Tekrar ha­ber gönderdim. İki gün bekledim. N e gelen vardı ve ne de bir haber gönderen. Sevdiğim aşiret reisleri beni terk etmemişler­di ve nihayet dediler ki, “Bu askeri şehit edenler Hüveytat aşiretindendir. Sizin kuvvetiniz azdır. Sizi fena duruma düşü­rebilirler. Aman böyle gitmeyiniz, biraz bekleyiniz, kuvvet toplayıp öyle gidiniz.”Yine bir aşiret reisi, “Ben kuvvetimi yakma getireyim, sizi takip ederim. Lüzum görürsem aşiretimle yardıma koşarım, sizi feda edemem” diyerek, düşman aşiretinin bulunduğu yer­ler hakkında bilgi verdi. Ben aşiretlerden istifadeyi başlangıç­ta hiç de uygun bulmadım. Önce Allah’a sonra askerime gü­veniyordum. Bir avuç asker olmakla beraber yeter miktarda cephanemiz mevcut, askerin hareket kabiliyeti fevkaladeydi. Her erimizde 450’şer cephane, kâfi yiyecek ve suyumuz var­dı. Aşiret reislerini kırmamakla beraber kendilerinden kuvvet istemedim. “Arzu ederseniz beni uzaktan takip edin, kendile­rine fazla vakit vermeyelim” dedim. “Onlar çoktan hazırlan­mıştır” dediler. Ben vedalaşarak askerimle ayrıldım. Niyetim yalnız katilleri istemekti.Allah’a sığınarak kızgın bir öğle güneşi altında Hüveytat aşiretinin konak yerlerine doğru ilerliyordum. Solumuzdaki bir kayalık dibinde kaynaşma oldu. Kayalıkla aramızda geniş bir vadi vardı. Ani bir baskına uğramamız çok muhtemeldi. On süvariyi yanımda alıkoydum. Geride kalan kuvvetleri bir çavuş emrinde derhal ileri sevk ettim. Göndermesem olmaz­dı, bir boğazdan da geçmek zorundaydık. Giden askerimiz şiddetli bir ateşle karşılandı. Dürbünle etrafı gözden geçir­dim. Güney tarafımızdan çok kalabalık bir hecinsüvar kitle­siyle, batı tarafımızdan yine tepeleri kaplamış süvari kitlesi­nin bize doğru ilerlemekte olduklarım gördüm. Öyle anlaşılı­yordu ki, biz haber gönderdiğimizden itibaren hazırlıklarını yapmışlar, sahaları tutmuşlardı.Artık bir avuç askerle ölüm bize çok yakındı. Fakat hik­meti hüda, kalbimde en ufak bir korku bile sezmiyordum. Askerimiz şiddetli çatışmaya tutuşmuş, vadi inliyordu. Aske­rin arkasını boş bırakmak da olmazdı. Bu esnada sağımda şiddetli nal sesleri ve at kişnemeleri işittim. Doğuya baktığım­da hiç ümit etmediğim bu taraftan, iki yüz metre ilerimizden bir aşiretin bize hücum ettiğini gördüm. Vaziyetin hiç de şa­kaya tahammülü yoktu. Yanıma yalnız borazanı aldım. Di­ğer dokuz süvariyi orada ihtiyatta bırakıp, aşiret usulü at oy­natarak bu aşiret önüne süratle ilerledim. İçlerinden iki süva­ri dört nala, üzerimize doğru ilerledi.Buluştuğumuzda süvarilerden biri, “Çabuk söyle Ya Sa­lah, dost musun düşman mısın?” dedi. “Ne münasebet, dostum ” dedim. Önümüzden ok gibi fırladı. İlerleyen aşire­tin önüne doğru gelince abasının eteğiyle işaret verdi. Süva­ri olarak gelen bu aşiret tertiplerini bozmadan olduğu yerde kaldı. Sonra reisleri geldi. “Duyulan ateşler üzerine Selahat- tin bizi vurmaya geliyor, çok canı sıkılmış, dediler. Ben de ne yapayım can bu, aşiretimi aldım sizinle harbe geliyor­dum ” dedi.Bu gelen Serhan aşiretiydi. Esas reisleri hasta olduğu için vekâletle idare ediliyordu. “Sizin adamınız geldi, konuştuk, alakası olmadığına da yemin etmişti ya. Benden bunca sene­dir kahpece bir hareket gördün, işittin mi?” deyince, “Hâşâ senin her işin erkeğe yakışır şekilde yiğitçedir. Buna herkes inanır. Bizi yanlış yola sevk ettiler. Cubur aşireti de arkadan geliyor. Ona da haber göndereyim” dedi. “Gönder, fakat sa­kın geri gitmesinler, benim emrimde kalsın, reisleri yanıma gelsin” dedim. Şeyhin yüzü güldü. “Hiç olmazsa sana hiz­metle bu kusurumuzu kaparız” dedi. Haber gönderdi. Bir te­pe üzerine çıktığımızda üzerime gelmekte olan Hüveytat aşi­retini gördü. “Aman Ya Salah, iş fena, geliyorlar” dedi. “Gel­sinler, siz korkmayınız” dedim. “Aşiretinizi gösterdiğim yer­lere çekiniz ve attan inmesinler” dedim. Çekti. Arkadan gelen Cubur aşiretine de yer gösterdim. Çöl adeta ayaklanmıştı. Biz de büyük bir kitle teşkil etmiştik. Diğer bazı aşiret reisleri de yanıma geldiler. Hüveytat aşiretinin kuvvetleri de karşıların­da kesif (yoğun) kuvveti görünce durakladılar.Ateş devam ediyordu. İki süvari göndererek vaziyeti sor­dum. “Pek az kuvvetleri kaldı. Onlar da çekiliyor” dediler. “Ele geçen insan ve hayvanları getirsinler” dedim. Yamma gelen dört aşiret reisi çok heyecanlıydı. Ben hem konuşuyor hem de sürekli etrafı gözetliyordum. Harekâtı idare eden aşi­ret reisleri hiç unutmam; “Sübhanallah! Şendeki bu soğuk­kanlılık... Bütün çöl ayakta, bir taraftan müsademe olur, dünya birbirine girer, sen hiçbir şey olmuyor gibi hareket edersin. Bu gelenler de müsademeye girerse kimbilir ne kadar kan dökülecek?” diyorlardı. Ben, “Allah’ın hikmet ve takdi­ridir. Korkmayın bu iş ilerlemez” dedim. Doğru hepsi de can sahibiydi. Bunlar sıkıyı görürlerse kaçarlardı. Bin beş yüz kadar deve, bir miktar at ve on beş kadar da Arap tutulmuş, gönderdiğim kuvvet de gelmişti. Fazla kal­makta sebep de kalmamış, ateş kesilmişti. Tertibatla Dera is­tikametinde dönüşe geçtim. Dera’ya girdiğimde beni heye­canla karşıladılar. Jandarma dairesinin camları kırılırcasına vuruluyor, hükümet konağının bazı pencerelerinden ‘yaşa’ di­ye bağrılıyor. Hüküm et konağının karşısındaki meydanda bir tabur piyade, ayrıca bir makineli tüfek bölüğü (o zaman ayrı teşekkül halindeydi), iki kudretli Cebel Bataryası içtima etmiş bulunuyordu. Jandarm a tabur komutam ve beni tanıyan me­mur arkadaşlar, bana sarıldılar, “Geçmiş olsun” dediler. Ben yine bunları hayretle seyrediyordum. “Ne oluyorsunuz ya­hu?” dedim. “Senin şehit ve bütün askerinin mahvolduğunu söylediler, ağlaştık” dediler.Biraz heyecandan sonra tabur kom utanı koluma girdi ve olanları şöyle anlattı: “Siz gittikten iki gün sonra Cemal Pa­şa, Selahattin’den haber var mı, diye sordu. ‘Yok’ dedik. ‘Çabuk teması temin edin, her gün sabah ve akşam bana ha­ber verin’ dedi. Seni bulmaya imkân yoktu. Bir şey yazama­dık. Bizzat telgraf başında beni buldu. ‘Selahattin Bey nere­de, sizden kuvvet istedi mi, ihtiyat kuvvet hazırladınız mı? dedi. ‘Paşam haber alamadık’ der demez bize çok fena söv­dü saydı. Tekrar şiddetli emirler verdi. ‘İrtibatı siz temin ede­ceksiniz’ dedi.”“İhtiyat kuvvetleri hakkında da yeni emirler verdi. Beş gündür aynı derdi çekiyoruz. Hele bu öğlen yine sıkıştırdı. ‘Haberimiz yok’ deyince çok fena halde haşladı: ‘Şimdi İtti­hat Terakki’nin bir üyesinden makine başında bir tel aldım. Bütün aşiretler kendisini çevirmişler, çatışma saatlerce sür­müş. Bir zat dörtnala Aclun’a gelerek makine başında bana haber verdi, dedi. Askeri mevki komutanına emir vererek bu kuvveti hazırlattı. Bana da, ‘Bizzat gidecek, Selahattin’in inti­kamını alacaksın. İcap ederse ayrıca kuvvet göndereceğim’ dedi. İşte ben de hazırlandım gidiyordum.”Ben, “Buna lüzum kalmadı. Muvaffakiyetle geldim” de­dim ve izahat verdim. Fakat gerek mevkii komutanı ve gerek­se jandarma tabur komutanı o kadar heyecanlıydı ki, “Aman Cemal Paşa’ya ne yazabiliriz, ne de makine başında söyleye­biliriz? Paşa çok heyecanlı ve çok asabi halde bulunuyor. Se­nin istirahatini temin ederiz. Bu askerle beraber siz de gidiniz. Bizi sıkıntıdan kurtarınız” dediler. Getirdiklerimi orada bı­raktım. Çabuk kısa rapor da yazdım. “Bunu yazsınlar” diye­rek Jandarma Tabur Komutanı ve tertip edilen müfrezeyle beraber Aclun ilçesine doğru hareket ettik. Geceyi Aclun’da müfrezeyle geçirdik. Ertesi gün beni, kendi askerimle, (35 er kalmıştı) Dokare köyü istikametinde keşfe çıkardı. Bu taraftaki aşiretlerin de halini anlamak istiyordu. Aclun Boğazı’nı geçtik. Dokare köyüne akşama doğru gel­dik. Bu taraf biraz dağlık olduğu için bize serin geliyordu. Şeyhin evine indim. Akşama doğru şeyh kahve pişirmek ba­hanesiyle fazlaca çalı çırpı yaktı. Ben darıldım, “N e m üna­sebet bir fincan kahve için bu kadar ateş yakılır mı? Halil Çavuş bu ateşi söndürün, bu adamın niyetini ben beğenmi­yorum ” dedim. Ateşi söndürdüler fakat kalbimize doğduğu gibi olduğumuz yere yağmur gibi kurşun yağmaya başladı. Yorgun olduğumuzdan gerek asker gerekse ben teçhizatımı­zı çıkarmıştık. Bunları takm ak için yatm ak mecburiyetinde kaldık. Taş binanın duvarının taşları parçalanıp bize dökü­lüyordu. Hemen askeri toplattım . Şeyhi bağlattım. Köy içinde bulunan diğer bir Arap şeyhini de yakalatıp askerin muhafazasına verdim ve sıkı tembih ettim.Bereket ki, köye girerken araziyi tetkik etmiştim. Yor­gun olmasaydım bu köyde yatmazdım. Çünkü, çukurlukta kalan köyün etrafındaki tepelerin hepsi köye hâkim vaziyet­teydi. Köy binalarını bizzat gözden geçirmiştim. Bilhassa gi­rişteki iki binanın müdaafaya elverişli olduğunu belirlemiş­tim. Az sonra köyün dört tarafına ateş gelmeye başlamıştı. Köylüler evlerine çekilmişlerdi.Az olan askerimizi, dağıtmak uygun olmadığından, gi­rişteki bu iki binanın gerisine çektirdim. Damına çıkmak için iki merdiven de buldurdum. Köyün güney kısmından fazla ateş geliyordu. Arazisi de nispeten harekâta müsaitti. Korku fikrini verdirmemek için teşkil ettiğim on beş erlik bir piyade müfrezesini, tepelere kadar ilerlemek ve oradan geri dönmek üzere gönderdim. Çatışmada bizden yaralanan olmadı. Arapların vaziyetini anlayamadık, yalnız kaçtılar. Uyumadan sabahı ettik. Ertesi günü etrafı yoklattım. Aclun Boğazı tutulmuş. Bizi çevi­renler ve bize ateş edenler Hıdırî aşireti namında büyük bir aşiretmiş. Devriyelerimizin yakaladığı dört ihtiyar Arap’ın, ge­ceki müsademede benim yaralı veya ölü olup olmadığımı an­lamak için gönderildiği anlaşıldı. Fazlaca vakit geçirmeye gel­meyeceği esas müfrezeyle irtibatımızın kesilmesinden anlaşılı­yordu. Askerin içinden bu araziyi iyi bilen bir erin kılavuzlu­ğunda, aşiretin büyük kısmına hiç görünmeden yürüyüşe geç­tik. En önde kılavuz askerle ben gidiyorduk. Giderken dür­bünle yaptığım gözetlemede Arapların telaşla çadırlarını tahli­ye ettiklerini ve zeytinliğe çekilmekte olduklarını gördüm.Biraz evvel benim durumumu anlamak için gönderilmiş olan Araplara, “Selahattin benim. İsterseniz Arapoğlu asker­ler de yemin etsin. İnanın sizi ben salıvereceğim. Doğru aşire­te gidersiniz. Beni gördüğünüzü ve şimdi köyden çıkaracağı­mı söylersiniz. Ben ateş etmeyeceğim. Şayet Araplar geceki gibi kahpelik eder de bize ateş ederlerse ahdim olsun ilk ele geçireceğim Arap’ı dişi olsun erkek olsun zeytin ağacına bağ­layıp ağaçla beraber diri diri yakacağım. Çöle örnek olsun” dedim. Tutulan dört Arap’ı da bıraktım. “Dört tarafa haber verilsin” dedim. Tehlikeli bir mıntıkadan kurtulmak için böy­le bir tehdidin savrulması zaruriydi. Çünkü Aclun Boğazı’ndan sivilleri bile geçirmiyorlardı. Bir köylüyle güvenli baş­ka bir yoldan müfrezeye de bir rapor yazdım. Sırf kendi gü­cümüzle ancak muvaffak olup kurtulacaktık.İşte Arapların telaşla zeytinliğe çekildiklerini görmek be­nim için bir zevk teşkil etti. Esasen hepsi de bilirdi ki, Sela­hattin tehdidini yerine getirmeye kadirdir. Ölmediğine göre, ölüm kendilerine mukadderdi. Ben bu zeytinliğin bulunduğu büyük tepeyi arkadan dolaşarak çıktım. Hemen bir kısım as­keri bu tepede mevzilere soktum. Cephaneleri hazırlattım. Yalnız ben borazan erini yanıma alarak güya teftiş ediyormuş gibi tepede atla gezmeye başladım. Sığındıkları zeytinliğe hâ­kim bir yerde benim dolaştığımı görünce kadınlar ve çocuk­ lar acı acı feryada başladılar. Kabile içeriden fethedilmişti. Er­kekler de kadınlara çıkışıyorlardı. Nereye kaçabileceklerdi? Herhalde fazla telefat vereceklerdi. Üstelik yanmak da vardı. Biri kır, ikisi doru atlı üç kişilik elçi kafilesi, at oynatarak te­peye doğru gelmeye başladılar. Ateş ettirmedim. Arap usulüy­le dizlerimi öpüp dahalet ettiler (merhametime sığındılar). Ben de, “Dahaletinizi şu şartlarla kabul edeceğim, aksi tak­dirde harekete geçeceğim ve diğer kuvvetlerimizle de sonuna kadar cezalandırma yoluna gideceğim” dedim. “Söyle şartla­rınızı” dediler.“ 1- Niçin ortada hiçbir sebep yokken aşiretiniz, bulundu­ğum yeri muhasara edip, sabaha kadar ateş etmiştir? Doğru olarak söylenecek. 2- Bu aşiretin kayıtsız şartsız bütün şeyhleri teslim olacak. Hükümetle olan alakaları varsa, bunları hükümet görecektir. Bana karşı yapılan bu caniyane hareketten dolayı sizi affedi­yorum. 3- Aşiretinizin hükümete olan bütün borçları, derhal hü­kümete teslim edilecek.”Derhal kabul ettiler. Tekrar dizlerimden öptüler. “Öyley­se içinizden biri derhal gitsin, aşirete haber versin. Biz de be­raber aşirete geliyoruz” dedim, öyle yapıldı. Aşiret içine gir­diğinizde üç adet koyun getirip kesmek istediler. Bırakma­dım. Vakit epey geçmiş, İrbit’teki (Aclun kazasının merkezi) müfreze de aradan beş saat geçtiği halde gelmemişti. Hıdırî aşiretinin bir şeyhi de geldi, teslim oldu. Şartın birinci m ad­desini, “Hayatel ud ve rebbel m abut” diye uzunca bedevi yeminini de ettikten sonra anlattılar. “Çöl Göçerleri birleş­miş. “Bu adam ölmeyince bize rahat yok. Nerede görürsek bunu öldürelim. M uvaffak olan aşirete yardım yaparız” de­mişler. Onlar da bu anlaşma üzerine ve beni öldürmek kas­tiyle bu işi yapmışlar. Fakat gösterdiğim alicenaplıktan tek­mil aşiretin bana karşı beş kan borçlandığım yine Allah’a kasem ederek bildirdiler.Kısa bir istirahattan sonra müfrezeye iltihak etmek üzere Hıdırî aşiretinin beş şeyhiyle beraber Aclun Boğazı’na doğru hareket ettik. Boğaz’a yaklaştığımız sırada başta Havran Jan­darma Tabur Komutanı (K...) bulunm ak üzere mürettep müfreze göründü. Jandarma komutanı bana doğru atını sü­ratle sürerek geldi. “Geçmiş olsun. Bu aşiret nerede, gidelim tepeliydim” dedi. Ben de, “Azizim tam beş saat gecikmeyle gelmiş bulunuyorsunuz. Bu müddet içinde bir avuç asker ya erir ya da muvaffak olarak çekilir. Siz galiba benim cenazemi kaldırmaya geliyorsunuz” diye yarı latife söylendim. “Ben vaktinde tedbirli davranmasaydım, elinizi kolunuzu sallaya sallaya buradan geçemezdiniz” diye ilave ettim. “Nasıl oldu? Biraz tafsilat verseniz” dedi. “Asker rahat etsin, zaten dönü­lecek. Biz de şu tepede oturur, size anlatırım” dedim.., Piyade tabur komutanı da geldi. Küçük bir tepeye çıktık. Geçen vakayı ben değil Hıdırî aşireti sizlere anlatırsa daha tatlı ve müessir olur dedim. Bana sığman şeyhleri çağırttım. Birer sigara ikramından sonra, yanımdakileri göstererek, “Bunlar benim arkadaşlarımdır, bana yardıma geldiler. Dahalet şartlarını ve benim izahatımı anlatın da hep beraber yo­la çıkalım” dedim. İçlerinden en büyük şeyh, şartlan ve gece­ki müsademe sebebiyle, müsademe şeklini hiç çekinmeden ol­duğu gibi anlattı. Jandarma Tabur Komutanı da, “Büyük geçmiş olsun kardeşim. Bu son icraatınla yine harikalar ya­rattın. Şimdi ne yapalım?” dedi. “Yapılacak iş kalmadı. İrbit’e dönelim. Çöl Göçerlerinin içinde dolaşmaya mana yok. Nefis öldürmekten ne çıkar? Bu sırada devletin başına da ni­ye gaile açalım?” dedim. Hepimiz İrbit’e döndük. Bu geçen vakaya ait yazılı bir rapor hazırladım verdim. Havran Jandarma Tabur Komutanı ne yazdı görmedim. Yal­nız Hıdırî şeyhlerini sıkı muhafaza altına aldırıp birbirleriyle görüşmekten men ettirdi. Ben, “Bu kadar sıkı muhafazaya lüzum yok, çünkü kaçmak ihtimalleri kalmamıştır” dedim. “Aman ne olur ne olmaz Cemal Paşa isterse ve bunlar da el­de olmazsa bizim için felaket olur” dedi. Ben gördüğü tekdirlerden korktuğuna hükmettim. Sonra başkaca icraata lüzum görülmeyerek hepimiz liva merkezine döndük. Hıdırî Şeyhle­rini umumi hapishaneye koydular. Ayrıca hükümetle ilişkileri varmış. Benim işim artık bunlarla kalmadığından dağdağalı olan bu muhitin başka işleriyle meşgul oldum. Adeta bunları unuttum.Aradan tahminen bir ay geçtikten sonra bir gün, on üç idam sehpasının hazırlandığını işittim. “Divan-ı H arbi Ör- fi’nİn icraatı olacak” dedim. Kimseye başkaca bir şey sorma­dım. Bir gün bir yere gitmiştim. Geç vakit merkeze geldim. Bana suikastte bulunan beş şeyhle yine daha evvel yakalan­mış olan sekiz şahsın idamlarına dair emir geldi. “Bu sabah hepsini asacaklar. Kendileri zincire vurulduğu halde hapisha- ne-i umumiden merkez jandarma bölüğüne getirilmiş” dedi­ler. Bölüğe gittim. Hakikaten getirilmişler. Sordum işittikle­rim doğruymuş. Hemen ufak birer kâğıtla mahalli jandarma komutanına ve mutasarrıfa birer tezkere yazdım. Emrin icra­sının kesinkes geciktirilmesini belirttim. Cemal Paşa Hazret­lerinin hükümet namına bunlara vermiş olduğum sözden ha­berleri olmadığı anlaşılıyordu. M akine başında kendilerine arzını ve dileğimin katiyen ertelenmemesini, şayet yazmaktan çekinirlerse tarafımdan yazılacağım” bildirdim.Jandarma Tabur Komutanı yanıma geldi. “Aman birader, M utasarrıf Bey’in de selamı var. ‘Böyle bir şeye teşebbüs et­mesin. Sonra Cemal Paşa onu asar. Biz de yazamayız, korka­rız’ diyor” dedi. “Bunlar hakkında yapılan işten haberim yok. Beni sözümden ancak ölüm döndürür. H ak sahibi be­nim. Şayet yazılmayacaksa ben telgrafhaneye gidiyorum. Ce­mal Paşa’yı mutlaka uyandıracak, kendisine idamdan vazgeç­mesini söyleyeceğim” dedim. “Aman dur, ben M utasarrıfla görüşüp size neticeyi söylerim” dedi. Gece mutasarrıflık da­iresinin ışıkları yanıyor, heyetin orada toplandığı anlaşılıyor­du. Yarım saat sonra Jandarma Tabur Komutanı (K...) Bey yanıma geldi. “Mesuliyet sizde olmak üzere bu sabah idam işi durduruldu. Keyfiyet şifreyle olduğu gibi Cemal Paşa Haz­retlerine arz edildi” dedi. Yine şafaktan evvel beni buldular. Cemal Paşa’dan emir geldi. İdam emrinin tehirinde, Paşa’nın da oraya, günü ayrıca bildirilmek üzere geleceği de belirtiliyordu. Hemen bunların zincirlerini söktürdüm. Sevinç gözyaşları döktüler. Yine hep­sini umumi hapishaneye gönderttim. “Korkmayın yakında bütün bütün kurtulursunuz” dedim. M utasarrıf Hacim M u­hittin Bey, “Cemal Paşa gelirse cevabı siz verirsiniz” dedi. Ce­mal Paşa’nın bana olan yüksek teveccühünü yakinen bilme­diği için sonunu iyice kestiremiyordu. Ben de, “Sadece benim dileğimi aynen kabul edecektir. Onun geleceği gün bir resmi kabul tertip edeceğim. Zatıaliniz sadece üç yüz kişilik buzlu şerbet temin ettiriniz. Ben üst tarafını temin ederim” dedim. Başkaca düşüncemi açıklamadım. Bir hafta sonra Paşa’nın bir telgrafı alındı. Üç gün sonra geleceği bildiriliyord. Ben bilhassa Urban-ı Badiye’ye ve Havran Şeyhülmeşayihi’ne haber gönderdim. Yanlarına yirmi süvariden başka kuvvet al­mamalarını rica ettim. Başta Nuri Şalan olmak üzere bütün Urban-ı Badiye şeyhleri ile Havran’ın ileri gelen yerli şeyhleri istenilen günde hazır bulundular. Dera o gün büyük bir gün yaşıyordu. Çok kalabalıktı, kuzular kesilmiş, tedarik edilen kazanlarda da bulgur pilavı hazırlanmıştı. Öğleye doğru Gar­bi Arabistan Komutanı Cemal Paşa Hazretleri’nin hususi trenleri aheste aheste istasyona girmeye başladı. Nuri Şalan ricamı kabul etmiş, bütün şeyhlerin başında olmak üzere Pa­şa Hazretleri’ni selamlamış ve hoş bir karşılama konuşması yapmıştı. Baştan aşağı bayraklarla süslenmiş Dera’nın çok kalabalık olan yerli ve bilhassa Çöl Göçerleri tarafından pek şanlı ve çoşkun bir şekilde karşılaması Cemal Paşa Hazretle­ri’nin cidden hoşuna gitmişti. Bu büyük ve muhteşem bağlılı­ğın varlığını haklı bir gururla karşıladı.Ahenkli bir yürüyüşle kendi için hazırlanmış ve pek m uh­teşem surette tezyin edilmiş olan hükümet salonuna teşrif bu­yurmuşlardı. Cemal Paşa, hükümet konağının kapısından girdikten sonra, ben, leyh ve aleyhimde konuşma olacağını bildiğim için halkı serbest bırakmayı uygun görerek, daireme çekilmiştim. Gerek hükümet ve gerekse halka karşı esasen vicdani vazifemi tamamen yaptığıma kâni olarak, müsterih bulunuyordum. Diğer büyük memurlar ise benim gibi düşün­müyorlar, bilakis şahsım için endişeli bulunuyorlardı. Cemal Paşa gibi sert ve seri icraatlı bir şahsiyetin emirlerine karşı muhalif harekette bulunmayı pek ağır cezayı gerektirdiğine inanıyorlar, benim sınırları zorlayan hareketimi hatalı görü­yorlardı. Cemal Paşa’nın son emri gelinceye kadar arkadaşla­rımdan kimse yanıma sokulmadı.Bir aralık eski arkadaşlarımdan, Cemal Paşa’nın karargâh subaylarından Çobanoğlu Zeki Bey yanıma geldi: “Cemal Paşa tertibatınızdan çok memnun kaldı. Nuri Şalan şimdiye kadar olan işleri açıkça anlattı. Size suikast hadisesini ve sizin icraatınızı da olduğu gibi söyledi. Hıdırî aşiretinden beş şeyh­le, diğer suikastlardan suçlu sekiz Arap’ın hükümetle alakalı başka suçlar hariç kendi aleyhinize işlenen suçlardan merha­metinize sığınmaları üzerine Cemal Paşa Hazretleri, ‘Madem ki Selahattin Bey bu suçları affetmiştir, onun sözü hükümetin sözüdür. Bundan haberim yoktu. Sonradan anlayıp idamı durdurdum. Ben de affediyorum’ dedi. Hapishane-i umumi- yeden getirilmiş olan bu suçluları serbest bıraktırdı. Hepsi Paşa’nın ayağını öptüler. Bundan cesaret alan Ruvale Şeyhül- meşayihi Nuri Şalan, Havran Estersüvar Bölüğü’ne mensup bir erden, Hüveytat aşireti tarafından alınmış olan bir silah ve cephanenin yerine verilen iki yüz mavzer tüfeğinin tarafı­nızdan iade edilmemesi ve satılmış olması; Dürziler tarafın­dan bunca verilen ağır bir paraya rağmen yine tarafınızdan şiddetle takip edilmesinden dolayı, askerin silahını alan üç şahsın bütün ailesiyle birlikte tarafınıza şahsi esir olarak gön­derildiğini ve hepsinin hapishaneye teslim edilmelerinden beri üç aydır tutuklu olduklarını da arz ettiler.”“Paşa da, ‘Selahattin Bey’in şahsi esirlerini getiriniz’ diye emir verdiğinden, getirdiler. Paşa, ‘Bir daha tekerrür etme­meli. Ben de Selahattin Bey namına bu esirleri affediyorum, serbest bırakın’ diye emir buyurdular. Bıraktılar. Yalnız, ‘Aman Paşam bu tüfeğin kaydı silinmezse Selahattin Bey başka şekilde takip eder. Lütfedip kaydının silinmesi emrini de verseniz’ diye ricada bulundular. Bunun üzerine Erkânı Harp Reisi Fuat Bey’e, ‘Tüfeğin cinsi ve numarasını öğrenin de hemen kaydının silinmesi emrini verelim’ dedi. Bunun üzerine beni gönderdiler ve olan işleri de anlatmamı emir buyurdular” dedi.Bittabi, Paşa’nın yüksek teveccühünden çok memnun kal­dım. Tüfeğin cinsini ve numarasını bildirdim. Yarım saat sonra, tüfeğin kaydının ordu kayıtlarından düştüğü emri gel­di. Paşa’nın buradaki emirleri genel bir af şeklini aldı. Beyrut vilayetindeki bazı Araplar da orada kendisinden af istirha­mında bulunmuşlar, bu vesileyle pek düzgün gitmeyen Arap siyaseti düzelmiş, bu işleri yoluna sokmak için tarafımdan alınan önlemler ve yapılan işlerden dolayı Cemal Paşa çok memnun kalmıştı.
·
432 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.