Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Cephede vaziyet iyi değildi. Düşman ilerliyordu. Faysal kuvvetlerinin Mafrak İstasyonu’ndaki üç cephane vagonunu ateşleyeceklerini haber aldım. Haberi, derhal Dera’da bulunan Mersinli Cemal Paşa’ya bir raporla arz ettim. Bizimkiler de cephaneye yetiştiler. Son süratle raporu yetiştiren eski bölüğün eratından beş eri, ceplerindeki altınları vermek suretiyle taltif etmiş (ödüllendirmiş) olduğu gibi, bana da ayrıca taltiflerini (iltifatlarını) yazmışlardı. Bu genç çocuklar bütün manasıyla vazifelerini yapmıştı. Hayvanların da kan ter içinde olduklarını görülmüştür. Ben de Paşa’nın emirlerini yerine getirdim. Yine bir gece yarısına doğru kale kapısına Mansur-ül Miktad’ın uzun boylu kahvecisi gelerek Mansur'dan bana bir haber olduğunu söylemiş, nöbetçiler haber verdi, “Getirin” dedim. Getirdiler. Tamdım; gördüğüm bildiğim adamdı. “Mansur'un selamı var, Faysal ve Abdullah’ın kuvvetleri Eski Şam’a yaklaşmışlar, Mansur, Selahattin Bey hemen gelsin, ne tertibat alacaksa yapalım” dedi. “Emriniz” dedi. Filhakika böyle bir şey konuşmuştuk. Bu adam hakkında da hüsnü şehadet etmişti. Ben de uyku sersemliğiyle, fazlaca bir şey düşünmeyerek, “Peki gidelim” dedim. Kendisini odadan çıkarttım. Silahım ve paralarımı üzerime aldım. Avcı ceket ve yeleğimi giymiştim. Aşağı indim. Erattan uyanmış olan birisine hemen silahını alıp benimle gelmesini söyledim. Silahım aldı. Artık ben başka bir şey düşünmeyerek, “Düşman nereye kadar gelmiş? Mansur nasıl haber almış?” diye dostça bununla konuşarak giderken birden peşimize hiç tanımadığım, kıyafetlerinden yabancı oldukları anlaşılan iki kişi peyda oldu. Bunların sindikleri anlaşılıyordu. Biri sağa ve biri solum gerisinde yürüyor, ellerinde çekilmiş hançer görünüyordu. Bu adamlar da seçme güçlü kuvvetli adamlardı. İşin anlaşılmayacak tarafı yoktu. Geriden gelen jandarmaya baktım, görünmüyordu. Mansur’un evine doğru gitmek istedim. “Mansur evde değil, kasabanın kenarındadır. Biz oraya gideceğiz” dedi Hiç aksilik göstermeden, “Peki” dedim, yalnız avcı ceketimin cebinden mendil çıkarır gibi yaparak, tabancamın emniyetini açtım ve artık Allah’a sığındım Hiç konuşmadan tövbe ve istiğfar ettim. İmanımı tazeledim. Allah da şahit-i adildi ki, sırf vatan ve milletime sıdk ve sadakatle hizmet etmekte, bu vazifeyi yaparken kimseden korkmamakta ve zerre kadar da menfaatimi düşünmemekteydim. Allah’ın lütuf ve inayetine, bana olan rahmi ve şefkatine bütün imanımla emindim. Bütün mevcudiyetimle şunu söyleyeyim ki, kalbime zerre kadar korku gelmedi. Yalnız ölümüm mukadderse (kaçınılmazsa), takdiri ilahi yerini bulur. Tüm kalbimle inanarak dini vazifelerimi önceden yapmış, mücadeleye imanla hazırlanmıştım. Üç güçlü kuvvetli şahsa karşı bir zayıf şahıs bulunuyordum. Kasabanın kenarındaki taşlık bir yere geldik. Ay da etrafı aydınlatıyor, karşıda dört eğerli at görünüyordu. “Peki söyleyin nereye gideceğiz?” dediğim zaman Mansur'un kahvecisi, uzun boylu şahıs, tam kalbimin üstüne hançerini çekti. O kadar sağlam tutuyordu ki ara sıra elektrikleniyordu. Arkamdan gelen iki Medineli şahıstan biri hemen sağıma diğeri soluma geçmiş, hançerlerini omuz başlarımda bulunduruyorlardı. Kahveci dedi ki, “Bizi engellemeye kalkma, şu hançerlerin altında ölürsün. Şu gördüğün kısraklara binip seni Faysal’a götüreceğiz. Biri de senin içindir. Onun için dört tanedir” dedi. Ben dilimin döndüğü kadar niçin böyle ihanet ettiklerini, Arap haber alırsa kendisini de öldüreceklerini; Havran ve Cebeli Duruz’daki nüfuzumdan bahisle kendisini bir taraftan yine tehdide başladım. Bu adam da beni tasdik ediyor, her birinin alacağı üç yüzer altın için bunu yaptıklarını söylüyordu. Ben esef ediyordum. Bir taraftan seri bir şekilde durum muhakemesinde bulunuyor, yapacaklarımı düşünüyordum. Cenabı Hak bana yardım etmişti. Arkam boştu. Sıçrayıp tabanca çeker ve bu gaddarların elinden kurtulurdum. Yalnız benim için sükûnet, metanet ve çeviklik lazımdı. Ayışığında elime baktım, titremiyordu. Enerjim yerindeydi. Bayağı sevindim. “Peki madem ki paraya ihtiyacınız var, üzerimdeki tekmil madeni paralarla banknotları vereyim. Kafi gelmezse yine de ayrıca tedarik edeyim” dedim. Avcı yeleğimin cebindeki altın ve mecidiyeleri iyice karıştırarak avuçladım, sonra çıkarıp bunların önüne atmamla beraber hemen geri sıçramam ve tabancayı çekmem bir oldu. O kadar güzel sıçramıştım ki bunlar ayıldıklarında donakaldılar. Hele kalbimin üzerine hançer tutan alçak kahvecinin eli olduğu gibi kalmakla beraber küçük dilini yutarcasına öyle bir “hiii” diye iç çekti ki olur şey değildi. Hemen hâkim vaziyete geçtim. “Ellerinizdeki hançerleri yüksek taşın üzerine bırakınız, bir adım atarsanız muhakkak her birinize iki kurşun atar, sizi yere sererim. Tabii beni işitmişsinizdir” dedim. Derhâl hançerleri dediğim taşın üzerine koydular. Kahveci yalvarmaya başladı. “Ellerinizi yukarı kaldırın!” dedim. Kaldırdılar. Ben bu hançerleri alıp uzağa fırlattım. İki Medineliyi yan yana getirttim, arkalarını döndürdüm, daha korkak çıkan kahveciye de paraları toplatıp yüksek taşın üzerine koydurdum. O nu da diğerlerinin yanına sokarak paraları alıp bunları yürüttüm. Tabii ben bütün bunları yaparken bülbül gibi şakıyor, daima uyanık olduğumu gösteriyordum. Bunları kasabaya doğru yürütmeye başladım, Medineliler kasabaya girmeyi, “Bizi öldür ama kasabaya girmeyeceğiz” diyerek reddediyordu. Silah kullanırsam, dam üstünde ve tetikte bekleyen Eski Şamlıların benim olduğumu bilmeden ateş etme ihtimalleri yüksekti. Bir taraftan da babamın çok küçükken bana ettiği ve sonraları tekrarladığı nasihat aklıma geldi. Pis kanlarına ellerimi bulaştırmak istemedim ve, “Defolun, bir daha görmeyeyim sizi” diyerek bunları serbest bıraktım. Öyle kaçıyorlardı ki, sağ kalacaklarını ihtimal bile vermediklerinden, son hızla koşarken durup arkalarına bakıyor, sonra yine koşmaya devam ediyorlardı. Biri pantolonunu çözmüş korkudan büyük abdestini ediyordu. Kaleye döndükten sonra Mansur-ül Miktad’a haber gönderdim. Kalkmış, yanına gittim. Cereyan eden vakayı anlattım. Çok üzüldü. “Demek beni de iğfal etmiş, ben halinden bir şey anlamamıştım. Bu adam bana da dost değildir öyleyse. Büyük geçmiş olsun. Verilmiş sadakan varmış. Bu haini ben sağken bir daha Eski Şam’a sokmam” dedi. Benim bu adamları öldürmediğime hayıflandı, yukarıdaki düşüncelerimi anlattım. “Eski Şamlıların sizin o saatte orada bulunacağınıza ihtimal vermeyerek size ateş etmeleri de filhakika çok muhtemeldi. Jandarma da peşinizde yokmuş. Ben de bilhassa dış evlere çok sıkı talimat vermiştim” dedi. Daha fazla yanında kalmayarak sabaha karşı ayrıldım. Sanki bir şey olmamış gibi yatağa yattım. Öğleye doğru uyandım. Kalktığımda, “Çok kimse sizi sordu ama, uyuyor, dedik. Uyandırmayın deyip gittiler” dediler. Bir müddet sonra ileri gelenler ziyaretime gelerek, “Kahraman Selahattin büyük geçmiş olsun Rahat rahat uyumanız da bu durum a ehemmiyet (önem) vermediğinizi gösteriyor. Siz Eski Şam’a büyük bir ders verdiniz. Soğukkanlılığın bir örneği oldunuz” dediler. Bana layıkıyla alaka gösteremediklerinden dolayı mahcup olduklarından bahsederek, “Bugünkü yaptığınız işi daha evvel yapacaktık. Tahminde aldanmışız. Şimdi ne kadar şüpheli şahıs varsa elbirliğiyle kasabadan defettik. Lazım gelenlere de talimat verdik. Menhus alçak kahvecinin evini tamamıyla, bütün Eski Şamlılar elbirliğiyle yıktılar. H ak ile yeksan ettiler (Yerle bir ettiler). Karısı ve çocuklarını bir daha dönmemek üzere kasabadan kovduk. Siz de bir görünüz” dediler. Hep beraber çıkıp, kahvecinin evine gittik. Ev, filhakika tamamıyla yıkılmıştı. Kendilerine gösterdikleri dostluk ve iyi niyetten dolayı teşekkür ettim. Kaleye döndüm Busr-ı Eski Şam Kalesi hakkında biraz izahat vereyim: Bu kale, Romalılar zamanında gayet metin ve sanatkârane yapılmıştır. Büyük ve küçük bütün kapıları taştandır. Bugün dahi kullanılabilir. Dahili taksimatı o kadar güzel ve o kadar etraflı düşünülerek yapılmıştır ki, iyice tetkik edenler hayretten kendilerini alamazlar. Bizim zamanımızda bile bu kalenin gizli taraflarını bilenler pek azdı. Bu kalede o kadar güzel yapılmış sütun başlıkları vardı ki görmeye doyum olmaz. Bunlar gizli daireler içerisindedir. Dahilde taş havuzlar bugün dahi su kaçırmaz. İçerisindeki kuyuların gözlü olduğunu tahmin ederim. Çünkü suyu eksik olmaz. Fakat pek az kimse bu kuyuları bilir. Halen bulunmuş olduğunu da tahmin etmem. 636’da, Halife Hz. Ömer zamanında Halid bin Velid burayı Doğu Romalılardan almış, Halife burada bir cami yaptırmıştır. Ticaret için Şam’a gitmekte olan Hz. Peygamber’i nübüvvetinden (peygamberliğinden) evvel gören ve belki bir zarar gelir diye Şam’a gidişlerine mâni olan meşhur Rahip Buhayra’nın yeri de buradadır ve bizim zamanımıza kadar duvarlarının bir taşı bile düşmemiş, olanca ihtişamıyla duruyordu. Selahaddin Eyyubi, eline geçtiğinde kaleyi tamir ettirmiş ve genişletmiş, içine bir de cami yaptırmıştı. Kendi yaptırdığı kısmın etrafını yazılı beyaz taşla çevirtmiş ve tarih düşmüştür. Sultan Selim’den sonraki devre ait bir işaret yoktur. Sadece tamir ettirilmiş ve kale olarak kullanılmıştır. Bu kalede görülecek eserlerden biri de güneybatısında, burçlardan birinin üstünde, on üç metre uzunluğunda ve üçer buçuk metre derinlik ve genişliğinde bir yekpare granit taşının (küpün) yetmiş metre yüksekliğindeki burca yerleştirilmesidir. Kalenin etrafındaki toprağın yumuşak olması, yani kalenin ovada bulunmasına rağmen bu kadar ağır sıkletteki granit taşının nasıl taşınıp, getirildiği ve o devirde ceraskal (vinç ve makara) bulunmadığına göre bu kadar yükseklikteki burca nasıl çıkarıldığı insanı etraflıca düşünmeye sevk eder. Bu kale yapıldıktan sonra pek çok defa deprem atlatmış, koca m am ur kasaba harap olup giriş ve çıkışındaki muazzam kapıların yalnız kemerleri, Romalılar zamanında yapılmış bir hamamın kubbesi ve daha eski devirlere ait bazı binalarla, Rahip Buhayra’nın yeri ayakta kalmış, diğer hususi evler enkaz haline gelmiştir. Toprağı verimlidir. Çok tatlı üzüm de yetişir. Büyük bir tatlı memba suyu da vardır. Bu kasabanın coğrafi durum u da önemlidir. Eski M edine yolu üzerindedir. Duruz’daki, uzun müddet İranlıların elinde kalmış Salhat Kalesi’nin de tam batısında, altı saatlik mesafededir. Filhakika orada bulunduğum müddetçe Arap kuvvetlerini Eski Şam’a sokturmadım. Ordusuna su bile verdirtmedim. Şayet ben çekilecek olursam derhal vaziyet değişecek, Arap kuvvetleri burayı işgal edecek ve her hususta faydalanacak, ordumuzun sağ kanadı da kırılmış olacaktı. O kadar heyecanlı ve o kadar endişeliydim ki hayatımda bu kadar sıkıntı çektiğim başka bir zamanı bilmiyorum. Başım neredeyse çatlayacak gibi ağrıyordu. Bulunduğum misafirhanede, solumda iki metre kadar açığımda ak sakallı iki Eski Şamlı oturuyordu. Bunlar bir ara­lık benden bahsetmeye başladılar. Kulak verdim. “Bu adam ne iyi adamdır. Biz Havranlalar bundan şimdiye kadar hiç zarar görmemiş, bilakis hep iyilik görmüştür. Vazife dolayısıyla belki gücenenler olmuştur fakat hükümet adamı olmasından kimse, niye yapıyor, diyemez. Aksine memnun olması lazım gelir. Sadettin Miktad, güya buna arkadaşlık yapıyor, bu adamcağızı burada alıkoyup oyalıyor. Kendisine yarınki yapılacak işten haber verse ne olurdu? Sadakat ve iyilik olmaz mıydı? İşte bizim insanlarımız haindir. Hiç kendilerine inanılmaz. Halbuki bizzat Sadettin Miktad bu adam ­ dan ne kadar iyilik görmüştür. Yazıklar olsun. Ona biz söylesek nasıl olur? Türkçe bilmiyoruz ki, zannetmem kendisi de Arapça bilsin. Başka ne yapalım? Vallahi ben o kadar acıyorum ki, elinde askeri de kalmadı. Yerli askeri kaçtı. Şimdi yarın sabah erkenden kaleyi basacak beş yüz kişilik Sultan Atraş’ın süvari kuvvetine nasıl mukavemet edecek? Zavallıyı parça parça edecekler. Sultan Atraş diğer Dürzilerden ayrılmış. Selim Paşa Atraş’ın yerine Beyler Beyi olmak istiyormuş.* Yazık değil mi bu delikanlıya, kahpece öldüreceklermiş” gibi sözlerle hayıflanıyorlardı. Sadettin Miktad da bana bir şey açmamıştı. Yalnız sıkı bir tedbir olarak beni buraya getirmişlerdi. Bu adamların konuşmalarım mürettep (kurmaca) olarak görmedim. Ciddi görüşüyorlardı. Giyinişlerinden de hatırlı adamlardan olduğu anlaşılıyordu. Bir aralık Sadettin M ktad yanıma geldi. Gideceğimi söyledim. “Erken” dedi. “Hayır, vaktidir” dedim ve beni geldiğim şekilde yolcu etti. Ayrılırken yine bir şey söylemedi. Kaleye geldiğim vakit kararımı vermiştim. Sultan Atraş’ın huysuz ve oynak bir adam olduğunu biliyordum. Selim Paşa'ya hususi kuvvetlerle karşı koyabilirdim. Artık Şerif’in de kuvvetleri içeriye girecek demekti. Sadettin Miktad da ses çıkarmadığına göre bunları da kendilerine bağlamış oldukları tahmin edilebilirdi. Bunun için artık Busr-ı Eski Şam’da daha fazla kalmaya lüzum görmedim. Kalışımız gereksiz olur, az buçuk elde kalmış kuvveti de beyhude kırdırmış olurdum. Kalede bulunan Rus tüfeklerini sağlam olarak düşmana teslimi uygun bulmadım. Derhal mekanizmaları çıkararak imha ettirdim. Yanıma iki Türk eriyle, silahlandırdığım Bursalı küçük sıhhiye memurunu da aldım. Fakat bu erat Cebel-i Duruz’u bilmiyordu. Bir kılavuz lazımdı. Tanıdığım adamlardan birisini çağırmak istedim; daha evvel yukarıda arz ettiğim gibi bana suikastta bulunmaya teşebbüs eden eski jandarmanın elde olduğunu söylediler ve getirdiler. Bu adam da o havaliyi bildiğini ve namuskârane hizmet ederek kusurunu örtmeye çalışacağını söyledi. Düşündüm zaten bana Are’ye kadar adam lazımdı. Kısmen ben de yolu biliyordum. Gençlik bu ya, “Peki gel” dedim. Diğer erata da benim hareketimden iki saat soma Dera ’ya gitmelerini, Ordu Komutanlığına da derhal bilgi vermelerini söyledim. Ben tam gece yarısı Are-Süveydiye istikametinde hareket ettim. Şerif’in kuvvetleri, güya beni elde etmeleri için Busr-ı Eski Şam’ın etrafına yabancı seyyar aşiret getirmiş ve bu kasabanın etrafını kesmişlerdi. Bundan da haberim vardı. Fakat benim itikadım tam ve imanım sağlam olduğu için yolumu bağlayacaklarına ihtimal vermiyordum. Kılavuzu pek ileri bırakmıyordum. Hareketimizden bir saat sonra bir seyyar aşiretin içeresine düşmüştük. Derhal kılavuzu soluma aldım. Tüfekler kucağımızda ağır ağır yolumuza devam ettik. Cenab-ı Hak kadir-i mutlaktır. Koca aşiretten hiçbir fert ayakta değildi. Hiçbir köpek de havlamıyordu. Böyle sakin bir durumda aşireti geçtik. Birinci büyük tehlikeyi atlatmıştık. Are’ye kadar yolda bir şeye rast gelmedik. Şafaktan evvel Are’ye gelmiştik. Selim Paşa Atraş’ı adamlarına sordum. “Üç gün evvel Şam’a gitti” dediler. Bu ayrılış o kadar hazindi ki, bunu layıkıyla izaha imkân göremiyorum. Yalnız şu kadar söyleyeyim ki bu ayrılışta duyduğum hüzün ve elemi babamdan ve baba ocağından ayrılışımda duymamıştım. O canım yerleri belki bir daha görmemek üzere terk ediyor, vatanın bu parçasını öksüz ve yetim bırakıyorduk. İki gözümüz iki çeşme gayri ihtiyari boşanıyor her attığımız adımı artık hasretle geride bırakıyorduk. Ah o ne acı anlar ve günlerdi... Nereden ve nasıl haber almışsa, tam vedalaşıp kaleyi terk ederken büyük kapıdan çıktığımda, tahsil görmüş yirmi beş yaşlarında bir Arap delikanlısı karşıma çıktı. O ’nu uzaktan görür ve bilirdim. Fakat konuştuğum bir şahsiyet değildi. İki elimi öptü, “Ah siz ve siz Türkler bizi kimlere bırakıp böyle gidiyorsunuz ya Selahattin? Arkanızda koca bir tarih bırakarak buradan ayrılıyorsunuz. Ne yazık ki biz sizleri bulamayacağız” diye hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve ayakta duramıyordu. Sonra kalenin duvarına dayandı. Ne çare ki ben yolumdan kalamazdım. Sultan Atraş, Fransızların idaresi altında 1921’de kurulan özerk Dürzi emirliğinin başına geçen Selim Paşa el Atraş’ın 1923’teki ölümünden sonra, emirliğin başına geçmek için rakipleriyle mücadeleye girdi. Fransızların yönetime el koymasından sonra 1925’te büyük Dürzi isyanını başlattı. Ancak isyan kanlı biçimde bastırıldı. Emirlik tarihe karıştı. Sultan Atraş nüfuzunu yitirdi, 1982’de öldü.
·
176 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.