Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Eski ittihatçılardan kurmay binbaşılığından ayrılma Abdülkadir Bey (Cumhuriyet’in ilanından sonra İzmir suikasti ne­deniyle Ankara valisiyken idam edilmişti), Havran’da muta­sarrıftı. Bir gün Cebel-i Duruz’un Amirî beylerinden (...) Bey’i her nasılsa Dera’ya getirtmiş, Jandarma Merkez Karakolu’na hapis ettirmiş. Karakol Komutam, çok iyi ve doğru tanıdığı­mız Süryani bir onbaşıydı. Akşam üzeri Mutasarrıf Abdülkadir Bey, bunu çağırtıp, “Bu akşam göndermiş olduğum Amirî Beyi’ni ayaklarından tavana asacaksın. Gece ben de görece­ğim. Emrimi yapmazsan seni asarım” demiş. Ben o gece dış vazifeden gelmiştim. Karakol komutanı onbaşı durumu bana anlatırken, korkusundan bacakları titriyordu.Asılması emredilen Dürzi beyi, gençliğine rağmen Cebel-i Duruz’da hatırı sayılır bir beydi ve ona karşı yanlış bir hare­ket isyan çıkarabilirdi. Yapmasa, mutasarrıf haşin ve belki de dilediğini yaptırabilirdi. Ben karakol komutanına “Peki, bu tehdidi yapacaksın diyelim, kendisine ne soracaksın?” dedim. “Bana mutasarrıf bir şey söylemedi” dedi. “Niçin bu işi poli­se yaptırmıyor da size yaptırıyor?” dedim. “Bilmiyorum” de­di. Ben de, “Devlet kuvvetleri oyuncak değildir. Başta komu­tanlar varken karakol komutanının doğrudan doğruya m uta­sarrıftan emir alıp kanunsuz iş yapılması da doğru değildir. O beyi boş bir odaya koyunuz. Yiyecek ve içeceğini temin edi­niz. Kendisine de emniyet veriniz. Ne için hapis edildiği anlaşılıncaya kadar burada kalır. Katiyen kendisine dokunmaya­caksınız. Nöbetçilere tembih ediniz. Gruptan sonra dışarıdan getirilecek suçlulardan başka hiçbir sivil içeri girmeyecektir. Zorla girmek isterse kati şekilde men edilecektir. Bana da ha­ber verirsiniz” dedim.Onlar da öyle yapmışlar. Karakol komutanı, nöbetçilere kesin emir vererek gitmiş. Gece yarısı mutasarrıf gelmiş. Nöbetçiler, “Yasaktır” demişler. “Ben mutasarrıfım” demiş. “Gece yarısı ne işiniz var, yarın gelirsiniz. Gece sivil kimse girmesi yasak” demişler. Tekrar girmek isteyince süngüleri çevirmişler. “Karakol komutanını çağırın” demiş. “Akşam­leyin gitti, bir daha gelmedi” demişler. İşi anlayan m utasar­rıf, ertesi gün karakol komutanını da çağırmadı. Amirî Beyi, karakola atılmasının sebebini öğrenmek için yazdığı dilekçe­sine mutasarrıftan cevap almayınca, sebepsiz yere hapsedil­diğini telgrafla 4. Ordu Komutanı Büyük Cemal Paşa’ya şi­kâyet etti. 48 saat sonra derhal tahliyesi emri geldi ve evine döndü. Abdülkadir Bey, bir gün de çok iyi olarak tanıdığımız Hırbetülgazelî Şeyhi’yle Müseyifre nahiyesine bağlı iki köyün Ka­tolik ileri gelenlerini ve bir Müslüman’ı çağırtarak hapsettir­miş. Ancak bu defa bunlar o yerin en büyük jandarma ko­mutanı kılavuzluğunda alınıp götürülmüş. Ertesi günü bunla­rın dövdürüleceğim işittim. O sırada ben yalnız Estersüvar Bölüğü’ne bakıyordum. Böyle şuursuzca hareketler hiç hoşu­ma g.tmiyor ve bunun iyi netice vermeyeceğini biliyordum. Hükümet civarından çekildim.Bu adamlar, Hükümet Konağı bahçesinin trapezden ya­pılmış parmaklıklarına ayakları sıkı sıkı bağlanmış, başta ko­mutanları olmak üzere jandarma erlerinin eline kalın sopalar verilmiş bu biçare mazlumların ayaklarına bütün kuvvetleriy­le vurmaya başlamışlar. “Ne duruyorsunuz, niye hızlı vurmu­yorsunuz?” diye haykırmışlar. Bu kudurmuş insanların karşı­sında jandarmalar vurmaya devam etmişler, nihayet bu za­vallı şahıslar birer külçe haline geldikleri görülünce terk edil­miş, bu kahraman “Don Kişot”lar da oradan çekilmişler. Bu engisizyonvari işkenceyi ve sonunu bana yetiştirdiler. Birinci Harbi Umumi içinde her biri birer sergerde (çetebaşı) kesilen ve cezai bir duygu ve korkulan olmayan bu canavarların elinden kurtulmak hemen hemen mucizevi bir keyfiyetti, kim onları kime nasıl şikâyet edebilirdi? Yegâne çare isyan etmek, mukabelede bulunmaktı. Hırbetülgazelî Şeyhi asil ruhlu bir adamdı. Müslüman’ı Müslü­man’a kırdırmak istemezdi. Nitekim nihayette gözlerinden yaşlar düştüğü halde mukabil hiçbir harekette bulunmadı. Bu adamların zulmünü müteakip orada bulunan doktorlara biz­zat haber yolladım. Çok dikkatle muayene ve tedavi etmeleri­ni, m a sraflarının şahsıma ait bulunduğunu, bu halde kendile­rinin terk edilmemelerini rica ettim ve gözyaşlarıyla ruhumun ıstırabını gösterdim. Mühim bir sebep olmaksızın yapılan ve yaptırılan bu iş­kenceye insanoğlunun bir mana vermesine imkân ve ihtimal yoktur. Yegâne söylenecek söz, verilecek vasıf “kudurmuş insanlar”dan ibarettir. Doktorların hepsi, “Benim kadar mü­teessir olduklarım, arzu dahilinde kendilerine iyi bakılacağı­nı, masrafa gelince m üm kün olursa resmi şekilde yürütecek­lerini aksi takdirde kendileri tarafından tazmin edileceğini ve katiyen m erak etmememi, kendilerinin tedavi sonundan emin bulunduklarını” söylediler. Bu zavallıları ilk tedavileri­nin ardından askeri hastaneye aldılar. Tedavilerini müteakip, yerlerine gönderildiler. Ömrümde ilk defa bir işkencenin so­nucunu gördüm. Zavallı beşeriyet. Evet ben bir askerdim müsademe ediyor, ölüyor ve öldürüyorduk fakat ele geçmiş sağlam ve yaralılara bir fena muamele yaptığımı ömrüm bo­yunca bilmiyorum.
25 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.