Eski ittihatçılardan kurmay binbaşılığından ayrılma Abdülkadir Bey (Cumhuriyet’in ilanından sonra İzmir suikasti nedeniyle Ankara valisiyken idam edilmişti), Havran’da mutasarrıftı. Bir gün Cebel-i Duruz’un Amirî beylerinden (...) Bey’i her nasılsa Dera’ya getirtmiş, Jandarma Merkez Karakolu’na hapis ettirmiş. Karakol Komutam, çok iyi ve doğru tanıdığımız Süryani bir onbaşıydı. Akşam üzeri Mutasarrıf Abdülkadir Bey, bunu çağırtıp, “Bu akşam göndermiş olduğum Amirî Beyi’ni ayaklarından tavana asacaksın. Gece ben de göreceğim. Emrimi yapmazsan seni asarım” demiş. Ben o gece dış vazifeden gelmiştim. Karakol komutanı onbaşı durumu bana anlatırken, korkusundan bacakları titriyordu.Asılması emredilen Dürzi beyi, gençliğine rağmen Cebel-i Duruz’da hatırı sayılır bir beydi ve ona karşı yanlış bir hareket isyan çıkarabilirdi. Yapmasa, mutasarrıf haşin ve belki de dilediğini yaptırabilirdi. Ben karakol komutanına “Peki, bu tehdidi yapacaksın diyelim, kendisine ne soracaksın?” dedim. “Bana mutasarrıf bir şey söylemedi” dedi. “Niçin bu işi polise yaptırmıyor da size yaptırıyor?” dedim. “Bilmiyorum” dedi. Ben de, “Devlet kuvvetleri oyuncak değildir. Başta komutanlar varken karakol komutanının doğrudan doğruya m utasarrıftan emir alıp kanunsuz iş yapılması da doğru değildir. O beyi boş bir odaya koyunuz. Yiyecek ve içeceğini temin ediniz. Kendisine de emniyet veriniz. Ne için hapis edildiği anlaşılıncaya kadar burada kalır. Katiyen kendisine dokunmayacaksınız. Nöbetçilere tembih ediniz. Gruptan sonra dışarıdan getirilecek suçlulardan başka hiçbir sivil içeri girmeyecektir. Zorla girmek isterse kati şekilde men edilecektir. Bana da haber verirsiniz” dedim.Onlar da öyle yapmışlar. Karakol komutanı, nöbetçilere kesin emir vererek gitmiş. Gece yarısı mutasarrıf gelmiş. Nöbetçiler, “Yasaktır” demişler. “Ben mutasarrıfım” demiş. “Gece yarısı ne işiniz var, yarın gelirsiniz. Gece sivil kimse girmesi yasak” demişler. Tekrar girmek isteyince süngüleri çevirmişler. “Karakol komutanını çağırın” demiş. “Akşamleyin gitti, bir daha gelmedi” demişler. İşi anlayan m utasarrıf, ertesi gün karakol komutanını da çağırmadı. Amirî Beyi, karakola atılmasının sebebini öğrenmek için yazdığı dilekçesine mutasarrıftan cevap almayınca, sebepsiz yere hapsedildiğini telgrafla 4. Ordu Komutanı Büyük Cemal Paşa’ya şikâyet etti. 48 saat sonra derhal tahliyesi emri geldi ve evine döndü.
Abdülkadir Bey, bir gün de çok iyi olarak tanıdığımız Hırbetülgazelî Şeyhi’yle Müseyifre nahiyesine bağlı iki köyün Katolik ileri gelenlerini ve bir Müslüman’ı çağırtarak hapsettirmiş. Ancak bu defa bunlar o yerin en büyük jandarma komutanı kılavuzluğunda alınıp götürülmüş. Ertesi günü bunların dövdürüleceğim işittim. O sırada ben yalnız Estersüvar Bölüğü’ne bakıyordum. Böyle şuursuzca hareketler hiç hoşuma g.tmiyor ve bunun iyi netice vermeyeceğini biliyordum. Hükümet civarından çekildim.Bu adamlar, Hükümet Konağı bahçesinin trapezden yapılmış parmaklıklarına ayakları sıkı sıkı bağlanmış, başta komutanları olmak üzere jandarma erlerinin eline kalın sopalar verilmiş bu biçare mazlumların ayaklarına bütün kuvvetleriyle vurmaya başlamışlar. “Ne duruyorsunuz, niye hızlı vurmuyorsunuz?” diye haykırmışlar. Bu kudurmuş insanların karşısında jandarmalar vurmaya devam etmişler, nihayet bu zavallı şahıslar birer külçe haline geldikleri görülünce terk edilmiş, bu kahraman “Don Kişot”lar da oradan çekilmişler. Bu engisizyonvari işkenceyi ve sonunu bana yetiştirdiler. Birinci Harbi Umumi içinde her biri birer sergerde (çetebaşı) kesilen ve cezai bir duygu ve korkulan olmayan bu canavarların elinden kurtulmak hemen hemen mucizevi bir keyfiyetti, kim onları kime nasıl şikâyet edebilirdi? Yegâne çare isyan etmek, mukabelede bulunmaktı. Hırbetülgazelî Şeyhi asil ruhlu bir adamdı. Müslüman’ı Müslüman’a kırdırmak istemezdi. Nitekim nihayette gözlerinden yaşlar düştüğü halde mukabil hiçbir harekette bulunmadı. Bu adamların zulmünü müteakip orada bulunan doktorlara bizzat haber yolladım. Çok dikkatle muayene ve tedavi etmelerini, m a sraflarının şahsıma ait bulunduğunu, bu halde kendilerinin terk edilmemelerini rica ettim ve gözyaşlarıyla ruhumun ıstırabını gösterdim. Mühim bir sebep olmaksızın yapılan ve yaptırılan bu işkenceye insanoğlunun bir mana vermesine imkân ve ihtimal yoktur. Yegâne söylenecek söz, verilecek vasıf “kudurmuş insanlar”dan ibarettir. Doktorların hepsi, “Benim kadar müteessir olduklarım, arzu dahilinde kendilerine iyi bakılacağını, masrafa gelince m üm kün olursa resmi şekilde yürüteceklerini aksi takdirde kendileri tarafından tazmin edileceğini ve katiyen m erak etmememi, kendilerinin tedavi sonundan emin bulunduklarını” söylediler. Bu zavallıları ilk tedavilerinin ardından askeri hastaneye aldılar. Tedavilerini müteakip, yerlerine gönderildiler. Ömrümde ilk defa bir işkencenin sonucunu gördüm. Zavallı beşeriyet. Evet ben bir askerdim müsademe ediyor, ölüyor ve öldürüyorduk fakat ele geçmiş sağlam ve yaralılara bir fena muamele yaptığımı ömrüm boyunca bilmiyorum.