Cebel-i Duruz Beyleri bir gün Sadâret makâmına bir telgraf çekerek, Havranlılarla aralarındaki kan davalarının çözüme kavuşturulması için benimle, Havran müftüsünün memur edilmesini istemişler. Bu makam da uygun bularak Suriye vilayetine emir vermiş. Havran müftüsü çok yaşlı, ak sakallı, yirmiye yakın kez hacca gitmiş çok mübarek bir zattı. Bu zâtla Havran Şeyhülmeşayihi İsmail Efendi (çok güzel Türkçe konuşan, okur yazar ve özel eğitim görmüş eski şeyhülmeşayihin oğlu, seksen yaşlarında, çok dinç bir zattı) ve bazı adamlarını almış, Cebel-i Duruz’a geçmek üzere Havran’ın Kerek köyünde toplanmıştık. Ertesi günü Süveydiye’ye geçerek, Dürzilerle müzakereye başlayacaktık.Ertesi sabah kahvaltı ettiğimiz sıralarda kesif (yoğun) tüfek ateşi duyduk. Benim yanımda yalnız iki süvari eri vardı. Birisine, “Git, bu ateşler nedir, anla da gel” dedim. Gitti on beş dakika sonra geldi. Hemen garbımızdaki iki köy, bir arazi meselesinden müsademeye tutuşmuş, kadın erkek sapır sapır dökülmekte, çok telefat vermektedir. Biz kan davası çözmeye gidiyoruz, yanımızda çok kan dökülüyormuş, gerçi askerimiz yok, fakat Havran’ın en nüfuzlu şeyhi yammızdaydı. Şeyhülmeşayih İsmail Efendi’ye dönüp, “Biz bu yeni işi hemen halletmezsek Cebel-i Duruz’a gitmemiz çok ayıp olur. Gerçi jandarmamız yok, fakat siz ve ben diğer değerli meşayihin burada mevcudiyeti bu işin halline kâfîdir. Ben her iki köye aynı zamanda elimdeki bu iki jandarmayı göndereyim. Bunlar her iki köye aynı anda haber versinler. M üfreze Komutanı Selahattin’le Şeyhülmeşayih İsmail Efendi ve maiyetindeki meşayih her iki tarafın ateşi arasına girecekler. Sakın ateş etmeyin, desinler” dedim.
Şeyhülmeşayih İsmail Efendi, “Aman Selahattin Bey, bunların gözleri kızmış, seni ve beni dinleyip ateş keserler mi, bilakis ikimizi de vururlar, kimvurduya gideriz. Arada yirmiden fazla ölü de varmış, vallahi ben cesaret edip giremem” dedi. Diğer şeyhe de, “Siz ne dersiniz?” dedi. Doğrudan, “Ya Şeyhülmeşayih, ateş arasına sakın girmeyin, inanılmaz” dediler. Ben, “Olamaz, bu kadar insanı göz göre göre öldürtemeyiz, girmeliyiz. Mukadderâtı ilahîyeye tabii olmalıyız” dedim. İki jandarmaya, “İşittiniz ya sen filan köye, sen de filan köye gidecek yüksek sesle dediklerimi söyleyecek, ben kefiyemi sallayarak iki ateş arasına gireceğim. Allah’ını seven ateş etmesin diye bağıracaksınız” dedim ve araya kısa fasıla vererek ilerledik. Ateş devam ediyor, iki tarafta kayıplar veriyordu. İki ateş arasına tam gireceğimiz zam an, şeyhülmeşayih “Aman Selahattin Bey, ben giremem, şimdiden fenalık gelmeye başladı” dedi. Diğer şeyhler de kaldılan Ben ipekli beyaz kefiyemi elime alıp “Allah Allah” diye sallayıp iki ateş arasına girdim. İki tarafta ateşi kesti ve benim etrafımda halka oldular. “Ya Selahattin sen ne cesaretle aramıza girdin, sen yaralamaydın veya ölseydin kıyamete kadar bize matem bırakırdın. Bizim ölümümüzden ne çıkar?” dediler. İki tarafı ayırdım, köylerine doğru yürüttüm. Şeyhler de ateş kesildikten sonra geldiler. Ölen kadın ve erkekleri görünce, “Allah senden razı olsun. Seni hakikaten istisnasız, çoluk çocuğa varıncaya kadar hepsi sever. İşte bunu ispat ettin” dediler. Herkesin gözyaşları ve dualarıyla oradan ayrıldık. Fakat her iki tarafın da sükûnete geçmeleri temin edilmişti. Bu mühim iş halledildikten sonra Süveydiye’ye gidilmiş, bir günde de oradaki dava da halledilmişti.