Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

_Tanrıları, tıpkı insanlar gibi sevgi ve nefretle harekete geçen, armağan ve kurbanlarla etkilenen duygulu ve zeki varlıklar diye biliriz. İşte, dinin kökeni budur. Dolayısıyla, puta tapıcılığın ya da çoktanrıcılığın da kökeni budur. Tanrısal varlıkları yetkinliğin en son sınırlarına değin yücelte yücelte, sonunda birlik ve sonsuzluk, yalınlık ve ruhsallık sıfatlarına eriştirir. Sıradan insanın kavrayışını bir ölçüde aşan böyle ince fikirler, özgün saflıklarını uzun süre koruyamazlar. İnsanlarla üstün tanrısal varlıkların arasına giren, aşağı düzeyden aracılar ya da ast etmenler kavramıyla desteklenmeleri gerekir. Puta taparlığı ürkek ve yoksul ölümlülerin coşkun dua ve övgüleriyle yavaş yavaş geri getirirler. Fakat bu puta tapıcı dinler her gün gitgide daha kaba anlayışlara düşerken, sonunda kendi kendilerini yıkarlar. _Meyvelerinden onları tanıyacaksın. Bağnazlık ve yobazlık meyvelerini doğuran bir din ağacını kökünden yok edeceksin ki, yeni ve sağlıklı meyveler çiçek açabilsin. _Eski dünyanın tanrılarından çoğunun bir zamanlar insan oldukları ve tanrılaştırılmaları, halkın onlara duyduğu hayranlık ve sevgiye borçlu bulundukları sanılmaktadır. Onların ağızdan ağza aktarmakla bozulan ve özellikle, birbirlerinin ardından bilisiz kalabalığın hayret ve şaşkınlığını git gide arttıran alegoricilerin ve rahiplerin elinden geçerken olağanüstünün katılmasıyla yüceltilen serüvenlerinin gerçek tarihi, zengin bir masal kaynağı olmuştur. _Her ulus, en çok kendi tanrısını beğenir ve bütün öteki uluslardan üstün olduğuna inanır. Kambyses'in de bunun gibi önyargıları vardı. Kendi, o dine yabancı gözlerine iri bir benekli boğadan başka bir şey gibi görünmeyen, Mısırlıların büyük tanrısı Apis'le dinsizce alay etmişti. Fakat Herodotos, bu tutku coşmasını, haklı olarak, gerçek bir deliliğe ya da beynin bir bozukluğuna yormaktadır. Tarihçimiz, yoksa diyor, herhangi bir yerleşik dine açıkça hakaret etmeye kalkışmazdı. _Herhangi bir yaygın sistemin doğruluğunu kanıtlamak için, öteki sistemlerin saçmalıklarını serimlemekten başka bir şey gerekmeseydi, türlü türlü boş inançlar besleyenlerden her birinin, yolunda eğitildiği ilkelere körü körüne ve bağnazca bağlanması için bir yeter-sebep gösterebileceğini, dışarıdan bakan herkes kolaylıkla anlar. _Dinsizliğe düşmeden, bazen dinsizlere öykünmeye kalkışabiliriz. Buradan da, etkinlik, canlılık, cesaret, gönül yüceliği, özgürlük sevgisi ve bir halkı büyüten bütün erdemler çıkar. _Bütün din bilimleri, felsefi kanıtlama ve çatışmalardan çok, zayıf bir temele dayanan geleneksel öykülerden ve boşinançlı uygulamalardan meydana gelmektedir. Fakat, herhangi bir yaygın dinin temel ilkesi tanrıcılık olunca, bu inanç sağlam akla öylesine uygundur ki, felsefe böyle bir dinbilim sistemine kendiliğinden katılıverme eğilimini gösterir. Felsefe çok geçmeden kendisini, yeni ortağıyla, eşitlik hiç gözetilmeden boyunduruğa vurulmuş bulacaktır; yan yana ilerlerlerken, her ilkeyi birlikte düzenleyecek yerde, her fırsatta, ortağının boşinanç amaçlarına hizmet etmek için yolundan saptırılmaktadır. Çünkü uzlaştırılmaları ve uyarlanmaları gereken kaçınılmaz tutarsızlıklardan başka bütün yaygın dinbilimlerin, özellikle de skolastik türünün saçmalık ve çelişkilere bir çeşit iştah duyduğu güvenle ileri sürülebilir. _Bir dinbilim akıl ve sağduyudan öteye geçmeseydi, öğretileri kolay ve bildik görünürdü. En akıl almaz safsatalara inanarak, başkaldırıcı akıllarını bastırma fırsatı kollayan sofu inançlılar için, şaşkınlık gösterilmek, gizemler taslanmak, karanlık ve belirsizlikler ardına duşmek ve bir liyakat ilkesi sağlanmak gerekir. Hangi görüş sağduyulu akla en aykırıysa, -sistemin genel çıkarı bu kararı gerektirmiyorsa bile- onun başatlık kazanacağı kesindir. _Biz bu dünya’ya, her olayın gerçek kaynak ve nedenlerinin bizden bütünüyle gizlendiği büyük bir sahneye çıkarılır gibi yerleştirilmişiz. Bizi durmadan tehdit eden o kötülükleri önceden kestirmemize yetecek kadar bilgeliğimiz ya da bunları önleyecek gücümüz de yoktur. Yaşamla ölüm, sağlıkla hastalık, bollukla yokluk arasında sürekli olarak boşlukta asılı dururuz. Bunların insanlara dağıtılmaları gizli ve bilinmeyen nedenlerle olur. İşleyişleri çoğu kez beklenmediktir ve hiçbir zaman açıklanamaz. Dolayısıyla, bu bilinmeyen nedenler umudumuzun ve korkumuzun hiç değişmeyen konusu olur. Olayları merakla beklemek tutkuları sürekli bir uyarılmışlık durumunda tutarken, bir yandanda imgelem öylesine bağımlı bulunduğumuz o güçlere ilişkin fikirler oluşturmakla uğraşır. İnsanlar, en olası, hiç değilse en anlaşılır felsefeye göre, doğanın yapısının kesitini çıkarıp çözümleyebilselerdi, bu nedenlerin kendi bedenlerinin ve dış nesnelerin en küçük parçalarının özel doku ve yapısından başka bir şey olmadığını ve öylesine ilgilendikleri bütün olayların, düzenli ve sürekli bir mekanizmayla ortaya konulduğunu görürlerdi. Fakat bu felsefe, bilinmeyen nedenleri ancak genel ve karışık bir biçimde algılayan bilisiz kalabalığın kavrayışını aşar. Oysa, onların hep aynı konuyla uğraşan imgelemleri de bu nedenler üstüne belirli ve açık bir fikir oluşturmaya çalışacaktır. Bu nedenlerin kendilerini ve işleyişlerinin belirsizliğini ne denli çok düşünürlerse, araştırmalarında o denli az doyum sağlarlar. İnsan doğasında, onları, bir miktar doyum verecek bir sisteme götüren bir eğilim olmasaydı, istemeseler de önünde sonunda böylesine çetin bir girişimden caymak zorunda kalırlardı. _İnsanların, bütün varlıkları kendileri gibi düşünmek, her nesneye, yakından görüp bildikleri ve içlerinden duydukları nitelikleri yüklemek yolunda evrensel bir eğilimleri vardır. Ayda insan yüzleri görürüz. Ağaçlar, dağlar, ırmaklar kişileştirilir, doğanın cansız bölümleri duygu ve tutku edinir. Bir nehir tanrısı ya da orman perisi, her zaman yalnızca şiirsel ya da imgesel bir kişileştirme diye de düşünülmez. Bazen bilisiz avamdan kişiler onlara gerçekten inanırlar. Her koru ya da tarlanın, orada yaşayan ve onu koruyan özel bir cini ya da görünmez gücü olduğu söylenir. Sürekli olarak düşüncelerini oyalayan, hep aynı görünüşteki bilinmeyen nedenlerin tümünün aynı cins ya da türden olduğu sanılır. Çok geçmeden, onlara düşünce, akıl ve tutku yakıştırırız. _Gözlerimizi yukarılara dikip de, hemen her zaman yapıldığı gibi, tanrısal varlığa insan tutkularını ve kusurlarını yükleyerek, onu kıskanç ve öç alıcı, gelgeç hevesli ve yan tutucu kısacası üstün güç ve yetkesi dışında her bakımdan kötü ve akılsız bir insan diye gösterince, daha az saçmalamış olmayız. _Gökbilimden, bitki ve hayvanların yapılarından habersiz olunca, bir ilk ve üstün yaradanı ve yalnız başına, tümerkli istemiyle doğanın bütün yapısına düzen getiren o sonsuz yetkin ruhu tanımadan kalırlar. Onların, ne yapıtın güzelliğini görebilen, ne de yaratıcısının büyüklüğünü kavrayabilen dar anlayışları, böylesine görkemli bir fikre erişemez. Tanrılarının, ne denli güçlü ve görünmez olsalar da, bir tür insandan başka bir şey olduğunu düşünemezler. Böyle sınırlı varlıklar, insan yazgısının efendileri olmakla birlikte, tek tek her biri, etkisini her yere yayamadığı için, doğanın tüm yüzünde yer alan olay çeşitliliğini açıklayabilmek bakımından son derece çoğaltılmak gerekir ve işte bundan ötürü, çoktanrıcılık eğitim görmemiş insanlığın büyük bölümünde egemen olmuştur, _Euripides: Yeryüzünde güvenilir hiçbir şey yoktur. Ne görkem ne varlık. Tanrılar, biz hepimiz bilisizliğimiz içinde, onları daha çok sayalım diye, bütün yaşamı karmakarışık eder, her şeyi tersiyle karıştırırlar. _İnsan duygularından herhangi biri -korku kadar umut, acı kadar şükran duygusu da- bizi görünmez, zeka sahibi güç kavramına götürebilir: _İnsanların sevindirici tutkulardan çok daha sık keder yüzünden dize geldiklerini görürüz. _Kötü sonuçla her rastlantı bizi telaşa verir ve bunun hangi ilkelerden çıktığı konusunda soruşturmalara iter. Geleceğe ilişkin kaygılar baş gösterir. Güvensizlik, dehşet ve hüzne dalmış olan zihin, kaderimizin bütünüyle bağlı olduğu varsayılan o gizli zeki güçleri yatıştırmak için her yönteme başvurur. _Varlıklı olmak zaten hakkımız diye kolayca kabul edilir. Onun nedeni hakkında pek soru sorulmaz. Varlıklı dönemlerinde onlara tanrısal lütfu unutturan güveni bastırarak, insanları uygun bir din duygusuna getirmek bakımından, acı çekmenin yararlarını sayıp dökmek, halka seslenen bütün din adamlarının en sık başvurdukları yöntemdir. _Strabon, “Her çeşit boşinancın önder ve örnekleri kadınlardır, demektedir. Kadınlar, erkekleri sofuluğa, dualara ve din bakımından sayılı günleri tutmaya iterler. Kadınlardan ayrı yaşayıp da bu gibi uygulamalara düşkün olan biri güç bulunur. Bu nedenledir ki, Get'ler arasındaki, evlenmezlik kuralına uyan ve buna karşın, yine de en dinci bağnazlar olan bir erkekler tarikatı hakkında söylenenler kadar olamayacak bir şey yoktur.” _Bu akıl yürütme yöntemi bizi keşişlerin dine bağlılığı konusunda kötü bir fikir beslemeye götürürdü. _Rönesans'tan önce Avrupa'daki atalarımız, bizim bugün yaptığımız gibi, doğanın yaratıcısı, tek bir üstün Tanrı olduğuna inanıyorlardı. Bu Tanrı'nın gücü, onun kutsal amaçlarını yerine getiren meleklerinin ve temsilcilerinin aracılığıyla kendini duyurmaktaydı. Fakat aynı zamanda, bütün doğanın, periler, cinler, gulyabaniler, ruhlar gibi başka görünmez güçlerle dolu olduğuna da inanıyorlardı. _Çoktanrıcıların tanrıları, atalarımızın cinlerinden daha iyi değillerdir ve dinibütün bir tapma ya da saygıya onlar kadar az layıktırlar. Bu sözde dinciler, gerçekte bir çeşit boşinançlara kapılmış tanrıtanımaz kişilerdir ve bizim tanrısal varlık kavramımıza karşılık olacak bir varlığı tanımazlar. _Her türlü insan yeteneğini aşan bu gibi konularda, gerçek doğrudan ve olgudan son derece uzak düşerken, akıl yürütmeleri güya görünüşte bir doğruluğa erişerek, en çok konuşanların en az bilmeleri pekala olabilir. _Agrippa, Roma halkına: Tanrıların bile boyun eğmeleri gereken o gücü, zorunluluğun gücünü düşünün, diyordu. _Çoktanrıcılığın Çeşitli Biçimleri vardır. Alegori ve Kahramanlara Tapınma gibi. _Gözle görünmez bir ruhsal zeka, sıradan kişilerin kavrayışı için fazla ince kalan bir konu olduğundan, insanlar onu doğal olarak, duyumlanabilir bir tasvire iliştirirler._Sıradan kişilerin tanrılarının insanlardan üstünlüğü o kadar azdır ki, insanlar herhangi bir kahraman ya da kamuya yararlı kimse için güçlü bir biçimde hayranlık yahut şükran duydukları zaman, onu bir tanrıya dönüştürmelerinde ve böylelikle insanlar arasında sürekli tanrılığa almalarla gökleri doldurmalarından daha doğal bir şey olamaz. _Mutluluk ya da mutsuzluk veren nedenler, genel olarak, çok az bilindikleri ve pek belirsiz oldukları için, bizim kaygı dolu ilgimiz onlar hakkında belirli bir fikre ulaşmaya çalışır ve onları, tıpkı kendimiz gibi, zeka ve iradesi olan, ancak erk ve bilgelikte bizden biraz üstün etmenler diye göstermekten daha iyi bir çare bulamaz. Bu etmenlerin etkisinin sınırlılığı ve insanların kusurluluklarına çok yakın oluşları, yetkelerinin çeşitli dağılım ve bölünümlerine yol açar ve böylelikle, allegorinin ortaya çıkmasına neden olur. Bütün ürkütücü ve açıklanamaz biçimleriyle, inanılmaz tarihin ve mitolojik anlatıların yanı sıra, aynı ilkeler, doğal olarak, güç, cesaret ya da anlayışça üstün olan ölümlüleri tanrılaştırır ve kahramanlara tapmayı ortaya koyar. _Tek tanrıcılıkta kimse, her şeyin ilk nedeni olan Tanrı’nın bir eseri olduğunu düşünmüş olması gerekir. Fakat sıradan çoktanrıcı, evrenin her parçasını tanrılaştırır. Pınarlarda su perileri; ağaçlarda orman cinleri yaşar. Maymunlar, köpekler, kediler ve daha başka hayvanlar bile onun gözünde çoğu kez kutsal olur ve dinsel bir saygı uyandırır. Karşıt eğilimleri uzlaştırmak için, görünmez erki görünen bir nesneyle birleştirmek yoluna giderler. Savaş tanrısı, doğal olarak öfkeli, acımasız ve zorlu biri diye gösterilecektir. Şiir tanrısı zarif, kibar ve sevimli. _İnsanların bitkileri, hayvanları, hatta ham maddeyi tanrılaştırmaları ve duyumlanabilir bir tapılacak nesne hiç olmayacağına, bari bu yakışıksız/ tuhaf biçimlere tanrısallık yakıştırmaları, herhalde kaba, barbar çağlarda bu sanatların bulunmayışındandı. _Bilisizlik ve boşinancın büsbütün yetkin alegoriler yaratmasını beklememeliyiz. _Lord Bacon: Felsefenin birazı dertli insanları dinsiz yapar; çoğuysa onları dine döndürür. Çünkü insanlar boşinançlı önyargılarla yanlış bir noktaya önem vermeyi öğrendiklerinden, bu onları yarı yolda bırakıp da, biraz ölçünme sonucunda, doğanın akışının düzenli ve tek biçimli olduğunu gördükleri zaman bütün inançları çöker ve yıkılır gider. Fakat biraz daha çok ölçünmeyle1 bu düzenlilik ve• tekbiçimliliğin kendisinin tasarımın ve üstün bir zekanın varlığının en güçlü kanıtı olduğunu öğrenince, ayrıldıkları inanca dönerler. Şimdi artık o inancı daha sağlam ve dayanıklı bir temele oturtabilmektedirler. _Çileden çıkma, gazaba gelme, öfkeden kudurma ve azdırılmış bir imgelem, insanları alçaltıp hayvanların düzeyine en çok yaklaştırdığı halde, benzer bir nedenden ötürü, çoğu kez, bunların, Tanrısal varlıkla dolaysız bir ilişki kurabileceğimiz yegane ruh halleri oldukları sanılır. _Kendilerini dünyanın yaratıcısı olan yetkin bir varlık kavramıyla sınırlarlarken, onları bu kavrama aklın değil -zaten geniş ölçüde bundan yoksundurlar-. Yaltaklanma ve en bayağı boşinançlı korkuların götürmesine karşın, bir rastlantıyla aklın ve doğru felsefenin. ilkelerine denk düşerler. _Barbar, hatta kimi zaman uygar uluslar arasında, keyfi hükümdarlara karşı artık her övgü yolu tüketilince, her insan niteliği en sortuna değin alkışlanınca, köle ruhlu saraylıların onları gerçek tanrısal varlıklar diye benimsediklerini ve halka tapınılacak putlar gibi gösterdiklerini sık sık görürüz. _Üstün bir tanrısal varlık kavramının zaten yerleşmiş olduğu yerlerde bile, bunun doğal olarak başka her türlü tapınmayı zayıflatması ve bütün dinsel saygı konularının eski yüceliklerini azaltması gerekirken, eğer bir ulus, ikincil düzeyden koruyucu bir tanrısal varlık, bir ermiş ya da bir meleğin var olduğu görüşündeyse, bu varlığa seslenişleri yavaş yavaş artar ve üstün tanrısal varlığın hakkı olan dinsel saygıyı abartır. Bakire Meryem, yalnızca iyi bir kadınken, Reformasyonla bu eğilim önlenmeden önce, giderek Tümerkli Tanrı'nın birçok sıfatlarını gasp etmişti. _Doğadaki kaynaşmalar, düzensizlikler, acayiplikler, mucizeler, bilge bir gözeticinin tasarına en aykırı şeyler olmakla birlikte, o zaman olayların nedenleri en bilinmez ve en açıklanmaz nitelikte göründükleri için, insanlarda en güçlü din duygularını uyandırırlar. _Get'ler, kendi tanrısal varlıkları olan Zamolxis'in tek gerçek tanrı olduğunu söylüyor ve bütün öteki ulusların tapınışlarının salt uydurma ve kuruntulara yöneldiğini ileri sürüyorlardı. Tanrısal varlıklarına ulak diye göndererek, ona ihtiyaç ve gereksinimleri bildirmesi için, beş yılda bir, insan kurban ederlerdi. Göğü gürlettiği zaman da, öyle kızarlardı ki, bu meydan okumaya karşılık, göğe ok atarlardı. Herodotos'un anlattıkları böyledir _Mısır dininin öylesine saçma olmasına karşın, yine de Yahudilerinkiyle çok büyük bir benzerlik göstermesi gariptir _Tanrıları nelerden yapılmış olursa olsun, odundan, taştan ya da başka bildik nesnelerden. Yiğitlik gösterir kulları, savunması uğruna. Sanki som altından imişcesine. Dryden _Tanrının bileştirildiği malzeme ne kadar aşağılık olursa, boş yere inanmış müminlerinin gönüllerinde o kadar daha büyük bir bağlılık uyandırması olasılığı vardır. Onun uğruna, düşmanlarının bütün alay ve hakaretlerini göğüslemekle, ayıplarıyla övünür ve bunu tanrıları için bir erdem haline getirirler. On bin Haçlı kutsal bayrakların altında toplanmış ve hatta dinlerindeki, hasrmlarının en kınanılası saydıkları yanlarla açıktan açığa övünmüşlerdir. _Dünyevi çıkarlar uğruna dinin ilkelerinin saptırılması hiç de bu son çağların buluşu sayılmamak gerekir. _Üreme biçimlerine bakılırsa, bir çift kedinin elli yılda çoğala çoğala bütün bir ülkeyi dolduracağı besbellidir. Onlara o aynı dinsel saygı gösterilmeye devam ederse, bir yirmi yıl daha geçince, Mısır'da yalnızca bir tanrı bulmak bir adam bulmaktan daha kolay olmakla kalmayacak, aynı zamanda tanrılar insanları açlıktan büsbütün kıracaklar, ne rahip ne mümin bırakacaklardır. Onun içindir ki, eski çağlarda öngörüleri ve güttükleri siyasetin sağlamlığıyla ulusların en ünlüsü olan bu bilge ulusun, böyle tehlikeli sonuçları önceden kestirerek, bütün tapınmalarını tam erginliğe erişmiş tanrısal varlıklara ayırmış bulunması ve hiçbir sakınca ya da pişmanlık duymaksızın, kutsal yavruları ya da memedeki küçük tanrıları rahatlıkla suya atıp boğmakta olması çok olasıdır. _Yenen Tanrı_ _Arap Bilgini İbn Rüşt, bütün dinler arasında en saçma ve anlamsızının, tanrısal varlığı önce imal edip sonra da yedikleri hristiyanlık dini olduğunu belirtmektedir. _ Gerçekten, bütün paganizmde, bu gerçek mevcudiyet öğretisi kadar, haklı olarak alaya alınmaya elverişli bir inanç bulunduğunu sanmıyorum. _Bir gün papaz, kudas törenine katılan bir adamın ağzına, yanlışlıkla kutsal ekmekçiklerin arasına düşen bir markayı vermiş. Adamcağız, dilinin üstünde erimesi için bir süre sabırla beklemiş, fakat hiç dağılmadığını, bütünüyle kaldığını anlayınca ağzından çıkarmış. Papaza, Umarım, bir yanlışlık yapmamışsınızdır, demiş: Sakın, Baba Tanrı'yı vermiş olmayın, bana: Öyle sert ve katı ki, yutulmuyor. _Bir Sorbonne' cu, Saisli bir rahibe, pırasalara, soğanlara nasıl tapabiliyorsunuz diyor. Beriki, biz onlara tapıyorsak, diye yanıtlıyor; hiç değilse, onları bir de oturup yemiyoruz. _Lahanayı mı, salatalığı mı yeğlemek için birbirinizin gırtlağını kesmeniz delilik değil mi? Evet, diyor pagan Bunu kabul ederim, ama siz de, on bin tanesi bir araya gelse, bir lahananın ya da salatalığın değerine varmayan safsata ciltlerini birbirine yeğlemek için döğüşenlerin daha deli olduklarını itiraf edcrsiniz. _Din, hilekarlığın, budalalığı sömürmesine olanak verir. _Tanrıcılık, Çoktanrıcılıktan Çıkmıştır. _En iyi şeylerin bozulması, en kötülere yol açar. Örneğin: Pagan mitolojisi. _Bir tek insanın, bir tiran tarafından yasasız olarak öldürülmesi, salgın, kıtlık ya da ayrım gözetmeyen herhangi bir felaket sonucu bin kişinin ölümünden daha kötüdür. _İnsan kurbanlar, toplumu önemli bir ölçüde etkilemez. Oysa, engizisyoncuların ölümcül öç alışını davet eden, erdem, bilgi, özgürlük sevgisi gibi niteliklerdir ve bunlar dışarıya atılınca, toplumu en utanılası bilisizlik, yolsuzluk ve kölelikler içinde bırakırlar. _Dine tüccarca bağlılığımız, kendimizi aldatır, tanrısal varlığı da aldattığını sanır. Kurban bir armağan diye düşünülür. _Herhangi bir öğretinin ilk bulunuşu ve tanıtlanması, onu desteklemekten ve sürdürmekten çok daha güçtür. _İslam_ _Müslümanlar nasıl Hz. İsa'yı, bir çeşit, Hıristiyanlığın Hz. Muhammed'i gibi görmek eğilimindeyseler (Kur'anı Kerim'e göre İsa bir "peygamber"dir), Hıristiyan kültürüyle yetişmiş kimseler de, Hz. Muhammed'i İslamlığın Hz. İsa'sı gibi görmek eğiliminden kurtulamıyorlar. (Öte yandan, yazarın Hıristiyanlığa bir övgüde bulunmak istediği ve bunu İslamı batırarak pekiştirdiği anlaşılıyor.) _Yahudilerin uzlaşmaz dar kafasını herkes bilir. Müslümanlık daha da kanlı ilkelerle işe girişmiştir. Bugün bile, bütün öteki dinlere ateşte yanmayı değilse de, lanetlenmeyi uygun görmektedir. Rahiplerin ve bağnazların sürekli çabalarına karşıt olarak Hıristiyanlar arasında İngilizler ve Hollandalılar hoşgörü ilkelerini benimseınişlerdir. _Tanrısal varlığı bazen göğün ve yerin yaratıcısı diye en yüce renklerle boyayan, bazense erk ve yetilerini insanlarla bir düzeye alçaltan, aynı zamanda ona, ahlakça, durumuna uygun zayıflıklar, tutkular ve yantutuculuklar yakıştıran bir din olsaydı (ki İslam'ın böyle bir tutarsızlığı olduğundan kuşkulanabiliriz.) Bu din, ortadan kalktıktan sonra da, insanların sürekli övgü ve abartma eğilimlerine karşıt olarak, kaba, bayağı, doğal anlayışlarından ileri gelen o çelişkilerin bir örneği olarak anılırdı. Gerçekten, bir dinin tanrısal kökenli olduğunu, hiçbir şey, insanın doğal yapısına öylesine bağlı olan çelişkilerden arınmış bulunduğunu görmek kadar kuvvetle kanıtlayamaz (ve ne mutlu ki, Hıristiyanlığın durumu böyledir) _İnsan duygularının bu döne döne değişmesindeki putatapıcılığa dönme eğilimi öyle büyüktür ki, en güçlü sakıntı bile bunu etkinlikle önlemeye yetmez. Bazı tanrıcılar, özellikle Yahudiler ve Müslümanlar bunun farkında olmuşlardır. Böyle olduğu, insanlığın genel zayıflığı, putatapıcılığı ortaya çıkarmasın diye, bütün yontu ve resim sanatlarını yasaklamalarından ve insan biçimlerinin bile mermer ya da renkle tasvirine izin vermemelerinden bellidir. _Paganlıktaki kahramanlar, tamı tamına katoliklikteki ermişlere ve Müslümanlıktaki kutsal dervişlere [velilere] karşılıktır. Herakles'in, Theseus'un, Hektor'un, Romulus'un yerini, şimdi Dominicus, Franciscus, Anthonius, Benedictus almıştır. İnsanlar arasında onurlar kazanmanın yolları, artık ejderhaları öldürme, zalimlere boyun eğdirme, vatanımızı koruma yerine, kendini kırbaçlama ve oruç tutma, korkaklık ve alçakgönüllülük, miskince boyun eğme ve kölece söz dinleme olmuştur. _Brasidas bir sıçan tutmuş ama hayvan onu ısırınca, gitsin diye bırakmış ve şöyle demiş: Ne denli aşağılık olursa olsun, kendini koruyacak kadar yüreği olan kurtulmaya layıktır. Bellarmine, pirelerin ve başka iğrenç haşerelerin kendisini yemesine, sabırla ve alçakgönüllülükle göz yumarmış. Bizim çektiğimiz acıları ödüllendirecek cennetimiz var, dermiş ama o zavallı yaratıkların, bu yaşamın tadını çıkarmaktan başka hiçbir şeyleri yok. _Aynı bir şeyin hem olması hem olmaması olanaksızdır. Bütün parçadan büyüktür. İki artı üç beş eder gibi çelimsiz kurallarla, skolastik dinin seline karşı çıkmak, okyanusu saçlarla durdurmaya kalkmak demektir. Kutsal gizemlerin karşısına dindışı aklı mı koyacaksınız? Yaptığınız dine aykırı harekete ne ceza verilse az gelir. Ve sapkınlar için tutuşturulan ateşler, filozofların yok edilmesine de yarayacaktır. _Tarihsel olgularla, kurgusal görüşler arasında büyük bir ayrılık vardır. Tarihsel olgu, görgü tanıkları ve çağdaşlardan sözlü olarak aktarılırken, artlarda her bir aktarmada biraz daha kılık değiştirir ve sonunda, dayandığı özgün gerçekle pek küçük bir benzerliği kalır ya da hiç kalmaz. İnsanların zayıf bellekleri, abartmayı sevmeleri, tembel dikkatsizlikleri. Bu etkenler, eğer kitaplarla, yazılarla düzeltilmezse, çok geçmeden tarihsel olayların anlatımını gerçeğinden saptırırlar; kanıtlamanın ya da akıl yürütmenin pek az yeri olduğu ya da hiç olmadığı bu anlatımlarda bir kez kaçmış olan gerçek ise, bir daha ele geçirilemez. İşte Herakles, Theseus, Bakkhos efsanelerinin böyle gerçek tarihten kaynak alıp ağızdan ağıza aktarılırken bozulduğu sanılmaktadır. Fakat kurgusal görüşler bakımından durum çok başkadır. Eğer bu görüşler, insanlığın •çoğunluğunu inandıracak kadar açık ve doğruluğu besbelli kanıtlara dayanıyorlarsa, başlangıçta bu görüşleri yayan aynı kanıtlar, sonra da onları özgün arılıklarında tutar. Kanıtlar eğer karışık olur ve bayağı kişilerin kavrayışının ötesinde kalırsa, onlara dayandırılan görüşler de her zaman birkaç kişinin arasında kalır. İnsanlar bu kanıtları düşünmekten vazgeçer geçmez de, görüşler hemen yiter ve unutulur gider. Bu ikilemin hangi yanını alırsak alalım, akıl yürütmeyle varılan tanrıcılığın insan ırkının ilk dini olması ve sonradan, bozulmayla çoktanrıcılığı ve putatapıcı dünyanın bütün o türlü türlü boşinançlarını doğurması olanaksız görünecektir. _Her ulusun kendi koruyucu tanrısı vardır. Her öğe kendi görünmez gücüne ya da etmenine bağlıdır. Aynı bir tanrının işlemleri de her zaman belli ve değişmez değildir. Bizi bugün korur, yarın yüzüstü bırakır. Dualar ve kurbanlar, ayinler ve törenler, iyi ya da kötü yapılmalarına göre, onun öfkesinin kaynaklarıdır. İnsanlar arasında görülen bütün iyi ya da kötü bahtı bunlar yaratır. _Her doğal olayın zeka sahibi bir etmence yönetildiği varsayılır. Yaşamda olabilecek mutlu ya da ters bir şey yoktur ki, belirli dua ya da şükranlara konu edilmesin. Luna, evlenmelerde yardıma çağrılır, Lucina doğumlarda; denizcilerin duaları Neptunus'a yönelir, savaşçılarınki Mars'a. _Herkes en çok neye gereksinim duyuyorsa, ona ilgi gösterir. Hesiodos'un zamanında 30.000 tanrı vardır. Bunların yapacakları görev, yine de sayılarından çok daha fazla görünüyor. Tanrıların yetki alanları öylesine alt bölürnlere ayrılmıştı ki, bir hapşırma tanrısı bile vardı. _Dinin Doğal Tarihi_ _Üstünde durmamız gereken özellikle iki soru vardır: Dinin akıldaki temeli ve insanın doğal yapısındaki kökeni. Birincisi, besbelli, hiç değilse apaçık bir çözüme bağlanır. Doğanın bütün çatısı, zeki bir yaradana tanıklık eder ve akıllı hiçbir araştırıcı, ciddi bir ölçünmeden sonra gerçek Tanrıcılık ve Dinin birincil ilkelerine inanmaktan bir an bile uzak kalamaz. Fakat dinin insanın doğal yapısındaki kökeniyle ilgili olan öteki soru biraz daha güçlük çıkarır. Görünmez, zeki bir güce inanmak, her yerde ve her çağda, insan soyu içinde adamakıllı yaygındır fakat belki hiçbir ayrık bırakmamacasına evrensel olmadığı gibi, bu inancın öne sürdüğü fikirler de en küçük bir tekbiçimlilik göstermemektedir. Öyle görünüyor ki, bu önanlayış benlik sevgisine, kadınla erkek arasındaki sevgiye, evlat sevgisine, şükrana, gücenikliğe yol açanlar gibi özgün bir içgüdüden ya da doğanın birincil bir izinden ileri gelmemektedir çünkü bu türden her içgüdü bütün uluslarda ve çağlarda saltıklıkla evrensel olarak bulunmaktadır. O halde ilk din ilkeleri, ikincil olmalı. _Çoktanrıcılığın insanların ilk dini olduğu üstüne_ _Zihin, aşağı olandan üstün olana yavaş yavaş yükselir. Yetkin olmayandan, soyutlamayla bir yetkinlik ideası oluşturur. Kendi yapısının soylu yanlarını, kaba yanlarından yavaş yavaş ayrımlayarak, kendi tanrısal varlık tasarımına yalnızca bu soylu yanları -çok daha yücelterek ve saflaştırarak- aktarmayı öğrenir. Hiçbir şey düşüncenin bu doğal ilerleyişini bozamaz. _Konular bize çok bildik geldiklıri için, hiçbir zaman dikkatimizi çekmez, merakımızı uyandırmazlar; kendi içlerinde ne denli olağanüstü ya da şaırtıcı olsalar da, ham ve bilisiz kalabalık, onları pek inceleyip araştırmadan geçer gider. _Adem, yetilerinin olanca yetkinliğiyle bir kez cennette ortaya çıkınca, doğanın, göğün, havanın, yerin, kendi bedeninin ve organlarının görkemli görünüşlerine doğal olarak şaşıracak ve bu harika görünümün nereden çıktığını sormak isteyecekti. Fakat (toplumun ilk doğuşu sırasındaki insan gibi) öylesine çeşitli istek ve tutkuların baskısı altında bulunan barbar, yoksul bir hayvan, doğanın düzenli yüzüne hayran olacak ya da bebekliğinden beri göre göre alıştığı o nesnelerin nedenine ilişkin soruşturmalar yapacak boş vakit bulamaz. Tersine, doğa ne denli düzenli ve tek biçimli yani yetkin görünürse, ona o denli alışmış olur ve doğayı inceleyip araştırmaya o denli az eğilim duyar. Bir ucubenin doğması böyle birinin merakını gıcıklar ve bunu pek olağanüstü bir şey sayar. Yeniliğinden ötürü, bu onu ürkütür; hemen titremeye, kurbanlar kesmeye, dualar etmeye koyulur. Fakat tüm bedeni ve organları tastamam bir hayvan, onun gözünde olağan bir görüntüdür, onda hiçbir dinsel görüş ya da duygu uyandırmaz. Ona, bu hayvanın nereden çıktığını sorun; size, ana babasının çiftleşmesinden diyecektir. Ya onlar? deyin. Onlar da, kendi ana babalarının çiftleşmesinden. Geriye doğru birkaç adım, böyle bir kimsenin merakını köreltir ve nesneleri öylesine uzaklaştırır ki, ona büsbütün görünmez olurlar. İlk hayvanın nereden geldiği üstüne soru sormaya başlayacağını sanmayın, hele bütün sistemin, evrenin kaynaşmış dokusunun nereden geldiğini hiç sormayacaktır. _Çoktanrıcılığın Kökeni_ _Evrendeki her şey, besbelli tek parçadır. Bütününe bir tasarım egemendir. Bu tekbiçimlilik kafamızı tek bir yaratıcı fikrine götürmektedir çünkü herhangi bir sıfat ya da işlem ayrımı yapmadan birçok yaratıcı olduğu fikri, anlayışa herhangi bir doyum sağlamadan yalnızca imgelemi karıştırmaya yarıyor. Herhangi tek bir sonucu birçok nedenin birleşimine yakıştırmak, doğal ve doğruluğu kendiliğinden belli bir varsayım değildir herhalde. _İnsanlar, doğada olanlara bakıp düşünerek, görünmez zeki bir gücü kavramaya varsalardı, bu uçsuz bucaksız makineye varoluş ve düzen veren ve tek bir düzgün tasara ya da kaynaşık dizgeye göre bütün parçalarını ayarlayan tek bir varlık fikrinden başkasını akıllarına getiremezlerdi. Çünkü üstün bir bilgeliğe sahip birçok bağımsız varlığın düzgün bir tasar'ı kurup uygulamakta elbirliği etmiş olabilecekleri, her ne kadar belli bir kafa yapısındaki insanlara büsbütün saçma görünmeyebilirse de, bu yalnızca keyfi bir varsayımdır. _Doğada olup bitenleri bırakır da, görünmez gücün, insan yaşamının çeşitli ve karşıt olaylarındaki izini sürersek, ister istemez çoktanrıcılığa ve birçok sınırlı ve yetkinsiz tanrısal güçlerin varlığına ulaşırız. Güneşin yetiştirdiğini fırtına ve kasırgalar yok eder. Şebnem ve yağmurların beslediğini güneş kasıp kavurur. Mevsimlerin haşinliğinin kıtlığa uğrattığı bir ulus için savaş yararlı olabilir. En büyük bollukların ortasında, hastalık ve salgın bütün bir ülke halkını kırıp geçirebilir. Aynı ulus aynı zamanda hem denizde hem karada eşit ölçüde başarılı olmaz. Şimdi düşmanlarını yenen bir ulus da, bir bakarsınız, onların daha güçlü silahlarına boyun eğiverir. Kısacası, olayların akışı ya da bizim belli bir tanrısal takdirin tasar'ı dediğimiz şey öylesine çeşitlilik ve belirsizliklerle doludur ki, bunların doğrudan doğruya zeki varlıklarca düzenlendiğini varsayarsak, tasarım ve niyetlerinde bir aykırılık, karşıt güçler arasında sürekli bir çatışma ve aynı güçte yetersizlik ya da hafiflikten ileri gelen bir pişmanlık ya da niyet değişikliği olduğunu teslim etmemiz gerekir. _Çoktanrıcılığı benimsemiş olan bütün uluslarda ilk din fikirlerinin, doğada olup bitenleri seyretmekten değil, yaşamın olaylarıyla ilgili bir kaygıdan ve insan zihnini işleten bitmek tükenmek bilmez umut ve korkulardan doğduğu sonucuna varabiliriz. _İnsan yaşamının - mutluluğa erişme yolunda duyulan kaygı, gelecek mutsuzluğun korkusu, ölüm dehşeti, öç alma susuzluğu, yiyecek ve başka gereksinimlere iştah gibi olağan duygularından başka hiçbir tutkunun böylesine barbarlar üstünde etkili olacağı düşünülemez. -özellikle de açlığa ilişkin- umut ve korkularla uyarılan insanlar, gelecek nedenlerin akış çizgisine ürperen bir merakla bakar ve insan yaşamının çeşitli ve karşıt olaylarını incelerler. İşte, bu düzeni bozuk sahnede, daha da düzensiz ve şaşkın gözlerle, tanrısal varlığın ilk belirsiz izlerini görürler. _Gerçekten, insanların anlayışını şeylerin şimdiki akışının ötesine götürmek ya da onları görünmez zeki güç hakkında bir çıkarıma itmek için, düşünce ve tasarımlarını uyaran bir tutkuyla, ilk soruşturmalarını kışkırtan bir dürtüyle harekete geçirilecekleri ister istemez kabul edilmek gerekir. Böylesine güçlü bir etkiyi açıklamak için, biz hangi tutkuya başvuracağız? Kurgusal meraka ya da salt doğruluk sevgisine değil, elbette. O dürtü, böylesine kaba kavrayışlar için fazla ince kalır. _Dünyanın Yaratıcısı Diye Düşünülmeyen Tanrılar_ _Biri, Tanrı'nın ve meleklerinin varlığını yadsıyor. Cinler ve periler hakkındaki yaygın hikayelerin doğru olduğuna inanmaya devam ediyor olsa bile, onun bu küfrü, tanrıtanımazlık diye adlandırılmayı hak etmez miydi? Böyle bir kimseyle gerçek bir Tanrıcı arasındaki fark yine onunla her türlü görünmez, zeki gücü kesinlikle reddeden biri arasındaki farktan sonsuz ölçüde daha büyüktür. Böylesine karşıt görüşleri aynı ad altında toplamak ise, anlamla herhangi bir uygunluk taşımaksızın, salt adların rastgele benzerliğinden ileri gelen bir yanılgıdır. _Mısır efsanlerini inceleyenler, hayvanlara tapınmayı açıklamak için, tanrıların, düşmanları olan yeryüzü doğumlu insanların dehşetinden kaçmak amacıyla eskiden kendilerini hayvan biçimine sokarak saklamak zorunda kaldıklarını söylemektedirler. Kayralılar, aralarına yabancı tanrıları sokmamak kararında oldukları için, düzenli olarak, belli mevsimlerde, tepeden tırnağa silahlanıp toplanır, mızraklarıyla havayı döverler. _Longinus, tanrısal doğa üstüne bu gibi fikirlerin, içinde, gerçek bir tanrıtanımazlık taşıdığını haklı olarak belirtmektedir.( tanrılar insanlara, insanlar da tanrılara birçok kötülük yapmışlardır.) _Hesiodos, tanrılarla insanların eşit olarak bilinmeyen doğa güçlerinden kaynaklandığını düşünmektedir. _O günlerde, şeylerin kökenini tanrısız açıklamak günah sayılmaktan öyle uzaktı ki, bu kozmogoniyi benimseyen Thales, Anaksiınenes, Herakleitos ve başkalarına hiç kimse hesap sormamıştı. Oysa, filozoflar arasında kuşkulanılamayacak ilk tanrıcı olan Anaksagoras, tanrıtanımazlıkla suçlananların belki ilkiydi. Dünyanın kökenini böylelikle tanrısız açıklayabilen aynı yazar, depremler, seller, fırtınalar gibi yaşamın sıradan olaylarını fizik nedenlerle açıklamayı küfür saymakta ve bunları, Jupiter'in ya da Neptunus'un öfkesine yormaktadır. _Thales, Anaksimandros ve gerçekte tanrıtanımayan öteki ilk filozoflar, pagan inanışına gayet bağlı olabildikleri halde, gerçekte tanrıcı olan Anaksagoras ile Sokrates'in niçin eski zamanlarda doğal olarak dinsiz sayılmaları gerektiğini açıklayacak bir sebep göstermek kolaydır. _Doğanın kör, yönetilemeyen güçleri, insanları yaratabildikleri gibi, dünyada varolanların en güçlüsü, en zekisi, dolayısıyla kendilerine tapınılması en uygun düşecek varlıklar olan Jupiter ve Neptunus gibi kişilikleri yaratabilirlerdi. Fakat üstün bir zeka, her şeyin bir ilk nedeni kabul edilince, bu gelgeç hevesli varlıklar, varolsalar bile, ast düzeyde ve bağımlı görünmek, dolayısıyla tanrılar sırasından çıkarılmak zorundadır. Platon, Anaksagoras'a yapılan suçlamanın bu yani onun yıldızların, gezegenlerin ve öteki yaratılmış nesnelerin tanrısallığını yadsıması olduğunu söylemektedir. _Sextus Empiricus'un anlattığına göre, Epikuros çocukluğunda öğretmeniyle birlikte, Hesiodos'un, Varlıkların en yaşlısı, kargaşa ilkin çıktı. Sonra, uzayıp giden yeryüzü, üstünde her şeyin yer aldığı dizelerini okurken, "Ya kargaşa nereden çıktı? " sorusunu sorarak, ilk kez arayıcı dehasını göstermiş. Fakat öğretmeni, bu gibi soruları çözmek için filozoflara başvurması gerektiğini söylemiş. _Böylesine yetkinliksiz bir teoloji sistemini din adıyla onurlandırır ve onu daha haklı ve yüce ilkelere dayanan sonraki sistemlerle bir düzeye koyarsak, bu büyük bir hata olur. Ben kendi payıma, pagan boşinançlarına oranla çok daha incelmiş olmalarına karşın, Marcus Aurelius'un, Plutarkhos'un ve bazı başka Stoacı ve Akademiacıların ilkelerini bile, saygıdeğer tanrıcılık adına layık bulmam. Çünkü, nasıl putatapanların mitolojisi, Tanrı'yı ve melekleri dışarıda bırakıp yalnız cinleri ve perileri tanıyan eski Avrupa'nın ruhsal varlıklar sistemine benziyorsa, bu filozofların inancının da tanrısal bir varlığı dışarıda bırakıp yalnız melekleri ve perileri tanıdığı haklı olarak söylenebilir. _Öğretinin Doğrulanması_ _Şatafatlı dillerine karşın, onun üstüne gerçek fikirleri, hala her zamanki kadar zavallı ve saçma sapandır. Tanrı'ya yakıştırdıkları yüce nitelikleri kavrayacak yetenekte olmadıklarını gözlemleyebiliriz. "Tanrısal varlığınızın sonlu ve yetkinliklerinin sınırlı olduğunu, daha büyük bir güçle üstesinden gelinebileceğini, insanlar gibi tutkulara, acılara ve zayıflıklara açık olduğunu, bir başlangıcı bulunduğunu ve bir sonu da olabileceğini mi söylüyorsunuz?" Buna evet demeye cesaret edemezler; büyük övgüler düzmenin sağlayacağı güvenliği düşünerek, yapmacık bir vecd ve bağlanmayla kendilerini ona sevdirmeye çalışırlar. _Çoktanrıcılıkla Tanrıcılığın Gel-giti_ _İnsanların sığ anlayışları, tanrısal varlıklarını salt bir ruh ve yetkin bir zeka olarak düşünmekle doyum bulamaz ama duydukları doğal korku da, onları bu varlığa en küçük bir sınırlama getirmekten ya da yetkinsizlik gölgesi düşürmekten alıkoyar. Bu karşıt duygular arasında gider gelirler. Aynı sakatlık, onları yine tümerkli ve salt ruh olan bir tanrısal varlıktan sınırlı ve maddi bir tanrısal varlığa, maddi ve sınırlı bir tanrısal varlıktan da bir yontuya ya da görünür 􀘀 tasvire sürükler. Aynı yücelme çabası da, onları yine, yontu ya da maddi imgeden görünmez güce, görünmez güçten de evrenin yaratıcısı ve egemeni olan sonsuz yetkinlikteki bir tanrısal varlığa çıkmaları için iter durur. _Dinlerin Karşılaştırılması_ _Dinsel tapınmadan, anlam taşımayan, akla ya da insanlığa aykırı olan ne varsa kovmak ve insanların önüne, adalet ve iyicilliğin hem de parlak örneğini, hem de ağır basan dürtülerini koymak gerekir. _Her mezhep, kendi inanç ve tapmasının tanrısal varlığa tümüyle kabul edilir gözüktüğünden kesinlikle emin olduğuna ve aynı bir varlığın ayrı ve karşıt ayin ve ilkelerle memnun edilebileceği düşünülemeyeceğine göre; çeşitli mezhepler doğal olarak birbirleriyle düşmanlığa düşer. Köpeklere tapanlar, kedilere ya da kurtlara tapanlarla uzun süre barış içinde kalamazlardı. _Plinius'un aktardığına göre, Flaccus, Romalıların herhangi bir kenti kuşatmadan önce, o yerin koruyucu tanrısına seslenmelerinin ve şimdikinden daha çok onurlandırılacağına söz veriyor. Bu sebeple, aynı biçimde, onu kendi hizmetlerine çekemesinler diye, Roma'nın koruyucu tanrısının adı da en büyük bir dinsel gizem olarak cumhuriyet düşmanlarından saklanıyordu. Çünkü adı bilinmeden böyle bir şey yapılamayacağına inanıyorlardı. _Roma yakınlarında bulunan Aricia'daki Diana tapınağında, o günkü rahibi her kim öldürürse, yasal olarak onun yerine geçme hakkını kazanırdı. Pek tuhaf bir kurum doğrusu! _Yüreklilik ve Zillet Açısından_ _Tanrısal varlığın, insanlardan sonsuz derecede üstün olduğunun tasarlandığı yerlerde, bu inanç tümüyle haklı olmakla birlikte, boşinançlı tutkularla birleştiği zaman, insan zihnini en aşağılık boyun eğme ve zilletlere uğratma ve nefse eza, nedamet, alçakgönüllülük ve edilgin acı çekme gibi keşiş erdemlerini, tanrının indinde makbul yegane nitelikler diye göstermek eğiliminde olur. _Machiavelli, yalnızca edilgin cesareti ve acı çekmeyi öğütleyen Hıristiyan dininin, insanlığın ruhunu körlettiği ve onları köle olmaya, boyunduruk altına girmeye hazırladığı gözlemini yapıyor. _Aristoculuk: _1.Tanrı mutlak olarak yalnızdır, bilinemez ve yaratılmış her şeyden ayrıdır. _2. İsa = Logos ya da Tanrı'nın Oğlu. Doğadan önce vardır fakat ezelden beri gerçek değildir. Yaratılmış bir varlıktır. Dolayısıyla tam anlamında Tanrı değildir ama bütün öteki yaratıkların yapıcısı olarak ikincil düzeyden bir tanrısal varlık sayılabilir ve tapılabilir. _3. Logos'un kendisine göçümünde İsa'nın bir insan bedeni olmuş ama bir insan ruhu olmamıştır. Dolayısıyla ne gerçek bir Tanrı ne gerçek bir insandır. _Augustus'un göksel katlarda bir yeri olması için oy verdiler ve eğer o böylesini ister görünseydi, onun uğruna, gökyüzündeki her tanrıyı tahtından indirirlerdi. _Yahudiler, o sırada da, üreme organlarını sakatlamaları [sünnet olmaları!] yasaklandığı için, savaş açtılar. Spartianus _Cicero, günlük yaşam tutumunda yaradancılığa kapılma ve din dışına düşme suçlamasıyla damgalanmaktan kaçınmıştır. Karısı Terentia'nın bile gözüne sofu bir dinci diye görünmek istemiştir. Ona yazılmış bir mektubu günümüze kalmıştır - bu mektubunda, sağlığının düzelmesine bir şükran borcu olarak, karısının Apollo'ya kurban kesmesini ciddi ciddi istemektedir. Ama Kamu dininin insanlar üstündeki bütün yetkesini yitirdiği bir zaman olsaydı, bu imansızlığın Cicero'nun her söylevinde en pervasız savunucusu olmasını bekleyebilirdik. ...... _Önsöz 1_ _David Hume (doğal tarihçi) 1711 yılında Edinburgh'da (İskoçya) doğdu. 1745'te Edinburgh Üniversitesi ahlak felsefesi profesörlüğüne başvurdu ama din konusundaki görüşleri bilindiğinden başvurusu geri çevrildi. Rousseau ile dostluk kurdu. Kant'ı, kendi deyişiyle, "dogmatik uykusundan uyandıran" düşünürdür. _Hume'un başlıca sorunu Hıristiyanlıktır. Yazarın taktiği, Tanrı'nın varlığını değil, niteliklerini tartışıyormuş izlenimini vermektedir. _Kleanthes (MÖ 331-232): Zenon'un ardılı olarak Stoacı Okulun başkanı. Zenon'un sakin felsefesine dinsel bir coşku getirmiştir. Evreni canlı bir varlık, Tanrı'yı bu evrenin ruhu, güneşi de yüreği saymıştır. Ahlakta fayda amacı gütmemenin önemi üstünde ısrarla durmuş, bir kimsenin kendine yarar sağlamak için iyilik yapmasının, sonradan yemek için sığır beslemeye benzediğini söylemiştir. Ona göre, tıpkı patlayan bir çıbanın, patlamayandan daha az tehlikeli oluşu gibi, kötü düşünceler de kötü eylemlerden daha kötüdür. _Alalürk'ün de yaradancı olduğu savı için bak. M. Tunçay, TC'de Tek Parti Yönetiminin Kurulması. _Önsöz 2_ _Hume, Dinsizler Derneği üyesi bir yazar gibi din-karşıtı bir tutum sergilememektedir. Bu deneme, büyük bir filozofun, din yorumunda yaptığı bir ustalık gösterisidir. _Hume gibi Herbert de, uygulanan dinin hem akla aykırı hem de yoz olduğunun bir sürü kanıtını görmüş. _Herhangi bir inanç hakkında sorulabilecek iki tür soru bulunduğunu söylemek, doğru görünmektedir. Birincisi, "neden"i, ikincisiyse, ona inanmanın sebeplerinin neler olduğu. Bir kez bütün olguları, bütün ilgili olguları toplayınca, cevaplar dümdüz ve tartışma kaldırmaz olmalıdır. _Eğer bir filozof, bir Üstün Varlık olduğunu varsaymayı gerekli gördüğü için tanrıcılığı desteklemek durumunda kalırsa, ister istemez saçmalık ve ikiyüzlülüğe düşecektir. _Olguların gösterdiği şeyin doğruluk ya da yanlışlığı üstüne yargıda bulunmaya gerek yoktur. Olgular kendi öykülerini anlatırlar. Bize, dinin gerçekte ne olduğundan, fazlasını da azını da söylemezler. Elbette, herhangi bir özgül inancın ussal temeli soruşturulabilir; ama bunu yapmak, doğal tarih değil, felsefe yapmaktır. _Olgulardan bazılarının, onları içine yerleştirmekten pek memnun olacağımız hazır raflara hiçbir zaman sığmamaları, yalnızca olanaklı değil, çok olasıdır da. Bir başka deyişle, dinin ister mümin, ister kuşkucu tarafından yapılmış olsun, (tekrenkli) bir resminin, saptırılmış bir resim olması her zaman muhtemeldir. Kuramın hiçbir yerine girmeyen olgular da, öykünün tümünün, yerlerine oturuveren olgular kadar önemli parçalarıdır. Bizim sezgimizin kapsamı, bir ölçüde, kuramsal tutarlılık adına kendi görüş alanımızı engellemek isteyip istemediğimizle orantılıdır. _Akla aykırı umut ve korkuların, aşırı boşinanç ve safdilliklerin insanlığın dinsel davranışlarında bir rol oynadıkları ve halen de oynamaya devam ettikleri çok doğrudur. Hume'un kurgularından hoşnutsuzluk duymamızın bir kaynağı belki budur. _Dinsel inanışlardan esinlendiği ileri sürülen bağnazlığın ve yobazlığın, birçok dindar kişinin unutmak istediği olayların çoğu kez arkasında olduğu besbellidir. Ama, onlar da dinin meyveleri arasında görülmek gerektiği halde, güvenden, nezaketten, şefkatten ve hatta aklayakınlıktan (insaftan) pek söz etmemektedir. _Hume, dini, belirimlerinin toplamı diye görmüştür. Dinin, bundan daha iyisi, bir "yaşam yolu" ya da tutumlar karmaşası olarak anlatılabileceği savına karşı acaba ne derdi? _Hume'u anladığı haliyle, dine karşı duygudaşlık beslemediğinden ötürü suçlamak haksızlık olur. Onda dinin doğası üstüne en kıvrak yazıları yazan inançlıların olsun, inançsızların olsun, çoğunu niteliklendiren "kaygı" dan pek eser yoktur. _Hume'dan sonra gelen filozoflar, felsefenin dinin yerini tutabilecek makul ve doyurucu bir ikame sağlayabileceğini düşünme eğiliminde olmuşlardır. _Önsöz 3_ _Dinin doğal tarihi üstüne - H.E. Root_ _Hume'un birbirini tamamlayan iki yapıtı, Dinin Doğal Tarihi ile Doğal Din Üstüne Söyleşiler'in, bugün gevşekçe de olsa genellikle din felsefesi denilen şeyin başlangıcını oluşturduğu pekala ileri sürülebilir. Dinin ve dinsel inançların elbette daha eski inceleyicileri de olmuştur ama felsefenin bir bölümü olarak sistematik ve eleştirili bir biçimde ele alınışı, Hume'dan çok gerilere gitmez. Onun dinin genel niteliği hakkındaki görüşü ve bu niteliği saptamakta kullandığı yöntemdir. _Hume'un zamanının açıkça dindar olan ve dinbilimle uğraşan düşünürleri, bu yapıtı yıkıcı ve tehlikeli bulmuşlardır. Hume'un yayımcısı Andrew Millar'a, "bu yapıtın amacı, dinin yerine, bir tür tanrıtanımazlık olan doğacılığı (naturalism) koymaktır". _Hume'un bir başka bağlamda yazdığı gibi, "her durum, her ilişki bilindikten sonra, anlama yetisinin bundan öte işleyecek yeri kalmaz. Ayrıca, belirli bir inancın, hangi vesileyle ortaya çıktığını ya da nedenini veya güdüsünü bilmenin, ona niçin inanıldığının "gerçek" sebebini bilmek olduğunu da düşünmeye eğilimliyizdir. Onun içindir ki, dinsel inanç ve uygulamaların kökenini belirlemenin, insanların niçin dinsel inançlar beslediği ve dinsel uygulamalara giriştiği sorusunu cevaplandırmak olduğu sonucuna varırız. _Nedenlerin ve kökenlerin açıklamalarının bilimsel olduğunu düşünmekten hoşnut kalmamıza karşılık, gerçeklik ve akla yakınlık tartışmalarının yalnızca felsefi olmalarından pek o kadar hoşnut kalmıyoruz. Çünkü felsefi sonuçlar bizim istersek kabul edip istersek etmeyeceğimiz şeylerdir ama aptal olduğumuzun düşünülmesini göze almadıkça, bilimsel sonuçları kabul etmek zorundayız. Bilimsel bir konuda, ancak bir tek doğru cevap olabileceğini söyleriz; oysa inançların akla yakınlığı ya da uygunluğu üstüne anlaşmazlıklar, her bir durum, her bir ilişki bilindikten sonra bile çözülmez görünmektedir. _İnsan, ilkin, doğanın şaşırtıcı düzen ve düzenliliğine hayretle baktığı için inanmış değildir. "Tersine, doğa ne denli düzenli ve tekbiçimli, yani yetkin görünürse, ona o denli alışmış olur ve doğayı inceleyip araştırmaya o denli az eğilim duyar." "İlk din fikirleri doğada olup bitenleri seyretmekten değil, yaşamın olaylarıyla ilgili bir kaygıdan ve insan zihnini işleten bitmek tükenmek bilmez umut ve korkulardan doğmuştur." _"Yaşamla ölüm, sağlıkla hastalık, bollukla yokluk arasında sürekli olarak boşlukta asılı dururuz. Bunların insanlara dağıtılmaları gizli ve bilinmeyen nedenlerle olur. İşleyişleri çoğu kez beklenmediktir ve hiçbir zaman açıklanamaz. Dolayısıyla, bu bilinmeyen nedenler umudumuzun ve korkumuzun hiç değişmeyen konusu olur. Olayları merakla beklemek, tutkuları sürekli bir uyarılmışlık durumunda tutarken, bir yandan da imgelem öylesine bağımlı bulunduğumuz o güçlere ilişkin fikirler oluşturmakla uğraşır." Umut ve korku, bilinmeyen nedenler, imgelem: bunlar, Hume'un dinin kökenlerini açıklamasının merkez öğeleridir. _İnsanların, bu gerçek ya da hayali bilinmeyen nedenleri doğru saymak istemeleri, şeylerin sonul düzenlilik ve açıklanabilirliğine derin bir beşeri inanışın beliti diye ele alınabilir. Nedenlerin varolduğu üstünde ısrar ediş ve salt rastlantı olanağını yadsıyış, daha incelikli bir amaçsallığa benzemektedir. _"Akla uygunluk" dışındaki bütün bakımlardan çoktanrıcılık, daha iyi görünmektedir. Bağnazlıkla tek bir çizgiyi izlememekte ve onun için de, gösterdiği yoldan sapanları kovuşturmaya daha az eğilimli olmaktadır; küçültücü bir alçalmadansa, erkekçe bir yürekliliği tutmaktadır; Onca, tanrıcılığın temeli ne denli akla uygun olursa olsun, uygulamada yine boşinançlar ve anlamsızlıklarla dolu olacaktır. _Hume'un yaygın din dediği şeyin izleyicilerince tutulması olası türden bir peygamberlik değildir. Yine de, biz, Hume'un Dinin Doğal Tarihi'nde ne yapmak istediğini anlamaya çalışırken, bütün amacının putları kırmaktan (tanrıları alaşağı etmekten) ibaret olduğunu sanarak yanılabiliriz. Hume'un putkırıcılığı yaptığı yadsınamaz ama bir kimse gerçeği kendisinin bildiğine inanmadıkça putkırıcılığına kalkışmaz ki _Meyvelerinden onları tanıyacaksın. Hume, dinin manevi etkilerinin, dinin kendisinin önemli bir özelliği olduğunu düşünmeyi ussal saymıştır. _John Oman, Hume için belki yalnızca Hume'un kendisinin değil, felsefesinin de en çok gereksindiği şey, bir çeşit dönme (doğruya yönelme) idi" demiştir. Bu, ondan çok fazla şey istemek ya da yanlış bir şey istemek olabilir. _Hume "yaygın" dinlerin bile ermişler çıkardığı oigusu önünde ilginç bir duyarsızlık göstermektedir. Bir Hıristiyan ermişe değinişi, onun dinin bazen soylulaştırıcı da olabileceğine inandığını varsaymamız için bize herhangi bir tutamak bırakmamaktadır. _Eğer onu kusurlu buluyorsak, bu, bir jüri üyesi olarak, davacı vekili iddialarını parlak bir biçimde ortaya koyup da, davalı vekilinin savunmada donuk kaldığı zaman hissettiğimize benzer bir duygudur. __ _Kurgusal merak, doğruluk sevgisi, nefse eza, nedamet, keşiş erdemleri, edilgin cesareti, zayıf bir temel, eğitim, dinbilim, teogonya, yaltak ve sırnaşık, methüsena, cordelier, parsayı toplamak, ciddiye alamamak, duygudaşlık _Onların dar yetenekleri için fazla geniş ve kapsamlı _Benzerlikten ileri gelen bir yanılgı. _Görmemişliği yüzünden lanetlenmesinin yazık olacağını düşünmek _Her şeye inanan çocuklar bile yutmaz. _Bu tutku coşmasını, haklı olarak, gerçek bir deliliğe ya da beynin bir bozukluğuna yormaktadır. __
·
901 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.